Böyle bir muamma vardır, bilirsiniz. Genelde konu üzerine yazılıp çizilenler iki uca savrulur. Bir grup insan, yazar, danışman “kimseye güvenmeyin, sadece kendi ayaklarınız üstünde durun, yoksa kalbiniz kırılır, canınız yanar” derken, diğer bir grup “sosyalleşmenin, her tip derin iletişimin anahtarı güvendir, güven olmazsa bunlar olmaz!” der. Bize kafa karışıklığı ile dolanmak kalır. Ya güvendiklerimiz tarafından umduğumuzu bulamaz, hayal kırıklığına uğrarız ya da güvenecek insan ararız.

Oysa çok ağdalı ve duygusal dillerle ifade edilmese, insanın insana duyacağı güvenin reçetesi basittir. Pratiğe uyarlamada  biraz zorlayacak olsa da.

Birilerine güvenme meselesine gelmeden önce, neden güvenmeye ihtiyaç duyduğumuz veya duyabileceğimiz konusuna eğilelim.
İnsan her daim, her şeye yeterli gelemez. Bebeklik ve çocukluk evremiz bunun en güzel kanıtıdır: bakıcılarımıza güvendiğimiz dönem. Veyahut yetişkin bir insan sağlığına dikkat edebilir, kendisine bakabilir. Grip olduğunda bir çorbasını kendisi koyabilir. Ama daha ağır bir hastalık durumunda bakıma ihtiyacı olacaktır.
Böyle şeylere de lüzum yok, bazen hayatı incelerken kafamız karışır, bakış açımızda çapraşık bir şeyler vardır, meseleye bizim için samimiyetle bakacak, alternatif bir bakış açısı sunacak dostlara, büyüklere gereksinim duyarız.
Sevgi ve beden paylaşımı için de, en dip noktamızı rahatlıkla açabileceğimiz insanlarla çevrili olmak isteriz.
Tüm bunlar için de birilerine güvenme eğiliminde oluruz. Belki bakım için anne-babaya, sevgiliye, dosta.
Bu normaldir.
Normal olmayan şudur ki, bazen yaşam denilen yolda yürümeyi bırakıp, biri araçla alsın bizi istediğimiz yere bıraksın isteriz. Bizim yerimize kazanılacak para, bizim yerimize alınacak sorumluluklar. Bunları başkalarına bırakmak eğiliminde oluruz. Bunun için de güven gerekir. Ama bu güven, organik güven değildir, yapay bir güven arkasına saklanmış kontrol etme arzusudur daha çok ve bunun için verici olur kişi. Bir başkasının aracını, kendi rotasına sürebilmek için, daha kontrolcü, daha verici, daha kuşkucu ve çok daha duygusal. İşte genelde böyle durumların sonunda “ona çok güvendim, her şeyimi verdim ama o gitti” deriz. Neden her şeyimi verdim, neden kendi hayatım için onun aracına güvenme ihtiyacı duydum demeyiz.
Diyelim.

Gelelim güvenme meselesine.
İnsanlara güvenebiliriz elbette ve güvenmeliyiz de. Ama önce güven konusunda kullandığımız cümle ve dolayısıyla fikir şablonlarını değiştirmemiz gerekiyor.
Bir insanın bizi sonsuza dek seveceğine, koruyacağına, bize destek olacağına, hep yanımızda olacağına, hep bizi önemseyeceğine güvenemeyiz, konu kim olursa olsun. Annemiz bile olsa!
Çünkü insan bir makine, bir robot değildir. İnsanın inişleri çıkışları olur, enerjisi düşer ve yükselir, dönemsel gel-gitler yaşar ve hayatının her döneminde öncelikleri ve yükü değişebilir. Dolayısıyla insanlardan beklentimiz buysa, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ve her böyle bir beklentiye uygun güven geliştirdiğimizde saatli bomba tik tak etmeye başlar.
Ancak, bir kişinin, annemizin bile, bize elinden geldiğince, imkanları dahilinde, gücü çerçevesinde, iletişim sona erene ya da zayıflayana kadar, hatta bazen ortadan kalktıktan sonra bile, sevmeye, özen ve saygı göstermeye, ilgili ve nazik olmaya, yardımcı ve dayanışmacı davranmaya GAYRET GÖSTERECEĞİNE güvenebiliriz.
O zaman gündelik işlerimiz görülmediğinde bile, o son hastalığımızda gelmesini beklediklerimiz yanımızda olamasa bile kendi sorunlarıyla uğraştıkları için, kalben sevilmiş, önemsenmiş ve güvende hissederiz.
Peki, böyle insanları nasıl tespit ederiz?
İşte bu, sanıldığından daha kolaydır.
Güven duyulmaz, güven hissettirilir. Güven bizim kararına vardığımız bir şey değildir, insanların oldukları hal ile ilgilidir. Örneğin işini sektirmeden yapan ve acil bir durum olmadıkça sözünden dönmeyen insanlara güveniriz. Onlar öyle oldukları için güveniriz, biz güvenmek istediğimiz için değil.
Biz ortada fol/yumurta yokken güveniyorsak, bu bizim kafamızda yazdığımız senaryolarla alakalıdır, karşı tarafın güveni hak etmesiyle değil.
İnsanlara bakın. Sadece sevgilisine ya da ailesine değil, sokaktaki kuşa-kediye, tanımadığı yabancı ve görünürde astı olan insanlara da sevgi ve nezaket gösteriyor mu? Yoksa dış koşullara bağlı olarak değişiyor mu tavrı? İşte bu insanın daimi gayretine güvenemezsiniz.
Gözlemleyin, patronuna, babasına, alim gördüğü insanlara saygı gösteriyor ama eşitlerine, karşı cinsine, ya da çocuklara karşı saygısız mı? O zaman saygı konusunda bu insana güvenemezsiniz.
Değerlerine, ortama göre değil, kalbine göre her koşulda sahip çıkmaya çalışan insanlara güvenebiliriz. Onlara duyduğumuz güven kolay kolay sarsılmayacaktır, çünkü güvendiğimiz an orada olamazlarsa onların kalplerinden şüphe etmeyeceğiz.
Fakat kalan insanlar bizi şüpheye düşürürler, kalbimize şüphe indirirler.
İşte o insanlar diğerlerine de güvenmemizi engelleyebilir zamanla.
Doğru kişiye, doğru sebeple güven duymak aslında temel olarak kalben rahat olmaktır. Bu kadar. Dışınız zil takıp oynasa da kalbiniz soğuksa, güvenemiyorsunuz demektir, güvenilmiyorlar demektir.
Kalben rahat olmanın en kolay yolu ise, kendi değer ve yaşamımıza önce kendimizin sahip çıkmasından, sonra da bizler gibi değerlerine sahip insanlarla birlikte bu hayatı deneyimlemekten geçer.

Son bir nokta, ya insanlar bu kadar değişebilir veya yetişemez durumdalarsa ve ihtiyaç duyduğumuz anda o çok güvendiklerimiz bile sınırlı varlıkları yüzünden bize yetişemezlerse ne olur diye soranlar için;
Doğduk, büyüdük. Hala yaşıyoruz. Kim sayesinde? Anne diyebilirsiniz, bazılarımızın annesi çoktandır yanlarında değil. Keza babası da. Bir sürü insan geldi geçti ve bize ihtiyaç duyduklarımız bir biçimde geldi.
Nasıl oldu bu? Şu menkıbe ile bitirmek istiyorum:

“Süleyman bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da, bir buğday tanesi yerim diye cevap verir. Cevabın doğruluğunu kontrol etmek isteyen Süleyman karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyar ve hava alacak şekilde şişeyi kapatır.

Sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Süleyman  karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca da, “Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah  verirdi. Ben de ona güvenerek bir buğday tanesini yerdim. Çünkü o beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi.

Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden yarısını bıraktım der.”

Yani, belki başka yollardan, belki başka kimselerden, ancak ölmedikçe, adına ne derseniz deyin, Evren, İşleyiş, Kurallar, Allah, Kozmik Güç: hayata güvenmemiz kafidir. O rızkımız bitmedikçe bizi daima kollayacaktır.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,