“Evlatlarınızı devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz.” Hz. Ali

Yaşayan ölülerin desturudur. Boyunlarına asılı ayrılamadıkları bu motto bu hastalıktan muzdariplerin yaşamlarını her daim karartır. Toplumun hatta akil denebilecek adamcağızların söylemleri şöyledir: “Âlem ne der, örflere bakalım, geleneğimizde, toplum ne der, vs…” Bir topluluk içersinde toplumun kuralları ile yaşamak ile her fikrimizi, yapacağımızı bu kısıtla sınırlamak aynı şey değildir. “Yıkın sınırlarınızı, ortalığı parçalayın, kırın dökün, özgür kuş olun uçun gidin bu diyarlardan” galeyan söylemi ile ahlakçı, baskıcı kör gözüne parmak “Bu durumda şu yapılır, şu halde böyle davranılır” misali ipleri topluma, aileye veya çevreye bırakılmış, kuklalaşma arasında dinamik dengenin bireye özgün yolu uzanır.

Aklı başında, hür düşünce sahibi çağdaş insan başkalarının anlamsız sınırları ya da ona biçtiği elbise ile yaşamak istemez. O kendi elbisesini kendi diker; bir nevi kendi kendisinin terzisi, Hermes’idir. “Dogmatik ailem ne der, akrabalar ne der, çevre nasıl bakar, toplum doğrular mı” komikliklerini bir kenara koyup kendi aklı, mantığı, vicdanı ile kendi doğrusunu eyleme geçirir. İyi, doğru ve güzel temel taşlarıdır.

“Ar, namus kalmadı, Ah… Ah…”çı güruh her zaman görev başındadır. Kendi evi ile, işi ile ilgilenmeyen ama mahallenin namus bekçisi kesilip herkes için boş konuşan simgesel densizler hiç eksik olmaz. Ezkaza sinirlenip“Sen kimsin, Sana ne” derseniz ezber zihinsel özürlü söylemine devam edecektir: “Olur mu, biz bir toplum içerisinde yaşıyoruz. Ben, cıvatalarım biraz da gevşek olduğundan gerekirse kendime biçtiğim sorumlulukla elimin kolumun dilimin yettiği kadar herkese bulaşırım. Kurallar vardır, örfler vardır, şu vardır bu vardır… Dır dır dır… Ben de bu ansiklopedisini yazdığım zırvaların fahri temsilcisi olarak atarım tutarım, üstüme vazife olmayan herkesin başına ekşirim vs…” Toplum polisi kendi yetiştirilişine göre bu kuralları koyar ve itina ile çevresine itelemeye kalkar. Onların çevrelerinde niyet okuyarak gördükleri çirkinlik ya da kötülük sadece aynadaki kendi akisleridir.

Ona buna üstüne vazife olmadan karışmaya kalkmak, ya da aile içinde büyüklerin yetişkin evlatlarına durmadan sirayet etmeleri çok geneldir. Sürü çizgisine sokulmak için her yol denenir. Birey bu tip taarruzları görerek bunları savuşturmasını bilir. Taarruzun şiddeti sertçe olsa bile o gerçek insan olmanın bilinci ile zor da olsa sinirlerine hâkim olmayı bilecektir. Denildiği gibi: “Düşünen insan bağırmayacaktır.”

Çetin Altan Üstadın dediği gibi büyük şehirde insan teba dışında “özgür gerçek insan” olur. Yerelin kendi yerinde geçerli alışkanlarını her yere bohçada getirmeye kalkmak ve bu ilkel savaşı sürdürmek anlamsızdır. Birkaç kuşak sonra bu zorlanan hayat biçimi ya da davranış kalıbı zaten tarihin çöplüğünde yerini alacaktır. “Biz değişmeyiz, şunu, bunu koruruz” popülist söyleminin geniş kitlede alıcısı da hiç de az değildir. Özgür bireyin kısıtlanmaya kalkılışının sonucu, yalan ile dolu bir yaşamdır. Aile ya da çevrenin kısıtlayarak boğazına çöreklendiği genç, tek çıkış yolu olarak gördüğü yalanlar ile bu güruhu parmağında çevirir. Gardiyan rolündeki aile büyüklerinin ise ruhu bile duymaz. Hatta aile içinden bir kısım bu yalanların farkına bile varır ancak görmezden gelerek yaşamayı daha huzurlu bulur. Ne yazık! Ne acı!

Yerel, bölgesel dogmatik, at gözlük bakış açısı ile davranışları, düşünceleri, kişileri raflamak yanlıştır. Akıllar özgür olmayınca, düşünmeyince ezber dumur bir biçimde konuşur. Kişi önce kendini bilmelidir, bunun için de önce aramak, neyi aradığını da bilmek lazımdır. Özü hür olan birey kendi hayatını toplum içerisinde özgünce yaşar.

Kendi dışında bir otoriteye biat ederek yaşayarak birey olunamaz. Mormonlar gibi her yere yüz kişi gidip, basit bir olayda bile sözde bir arada olma ihtiyacı ile dip dibe bir kavim yaşamı ile seçen, düşünen, sorgulayan gerçek insanın yolu hiç kesişmez. Toplumun bireye zorladığı klişelerin de ardı arkası hiç kesilmez. Saygı diye yaşlı-erkillik de feodal kalıntının yaşadığı ülkelerde bireye zorla yaşatılmaya kalkılır. Çağdaş saygı ile el pençe divan boynu bükük “Öp bakiyim babanın elini” (eli çocuğun burnuna yumruk atarcasına öptürmek şeklinde) çatık kaşlı tımarhane söyleminin ortak noktası yoktur. Bu tip biat özlemi ile yanıp tutuşan toplumlarda bir padişah devrilir, sonra beş padişah belirir. Kitle de durmadan bağırdığı çağırdığı için en çok kendine benzeyenin peşinde gider durur.

İlkel toplumlar çevre için yaşar. Onların beğenisi, onayını önemser. Kendini gerçekleştirmek “O da ne ola ki!” tavrı ile garipsenir. Bakış açısı aile büyükleri yaşam tipi kopyalaması ve yakın çevredeki insanların kısıtlarından ibarettir. Yeniliği, farklılığı aramaz hatta hiç de sevmez. Mümkünse çevresinde de barındırmak istemez. Eğer mecbur kalırsa o farklı bireyden de bir sürü insanı yaratmak için tüm mesaisini kullanır.

Din, iman pazarlama, ahlak satma, erdem ticareti, gözle, sözle ona uygun olmayanı taciz etme, Yaratıcı ile insan arasına girmeye kalkışma kitlenin tedavi edilemeyen hastalıklarındandır. Düşünmek yerine amiyane tabirle aptala bağlayıp tüm iradesini bir başkasına teslim edip onun seçimlerini yaşamak bir insanın yaşama yapacağı en büyük ihanettir.

İnsan gibi insanın, kontrolü otomatik pilota bırakıp bir yaprak gibi oradan oraya kendi istemi dışında sürüklene sürüklene yaşaması söz konusu olamaz. O, seçer, kaderini elinde tutar ve farkında olarak bilinçli yaşar. Onun kısıdı çevre, komşu, aile, toplum değil, kendi aklı ve vicdanıdır. “Peki ya el âlem ne der!” Ne derse der…

Bektaşi, camide namazdan sonra şöyle dua etmiş: “Ey ulu tanrım, bana bir rakı parası ver!” Yanında namazını bitiren softa da, ellerini kaldırmış: “Rabbim, bana iman ver!” İki duayı da işiten hoca, Bektaşi’ye: “Bak, herkes ne istiyor tanrıdan, sen rakı parası. Utanmıyor musun?” demiş. Bektaşi usulca: “Ne yapalım hoca efendi, herkes kendisinde olmayanı ister!”

Berk Yüksel