Uykuya yenik düşüp kendinden geçeli daha 1 saat bile olmamıştı ki yanı başından gelen o ürpertici sesle yatağından fırladı, sanki görünmeyen bir el, yandaki yatakta uyumakta olan bebeğini boğuyordu. Bu seferki hepsinden daha korkunçtu… Kupkuru ve çatlamış dudakları sanki morarmaya başlamış, geçirmekte olduğu gripal enfeksiyonun da etkisiyle alnında ter boncukları birikmişti… Hızla üzerini açıp kucağına aldı, hala nefes almıyordu.. Can havliyle pencereye doğru koşarken gayri ihtiyari attığı çığlığa kocası da uyanmış, ışığı yakmaya koşmuştu… Açık pencereye doğru küçük bedeni hızla sarsarken, hırıltılı bir nefes sesi geldi. Arkasından da şaşkın bir ağlama sesi… Bu kez derin nefes alma sırası annedeydi. Ağzını, burnunu, saçlarını sevinç içinde öpüp okşarken, sıkıca göğsüne bastırıyordu ki baba araya girdi: “Sakin ol biraz, bırak azıcık nefes alsın, bu kez de sen boğacaksın yavrucağı!…”

İlk kez olmuyordu bu, ama artık dayanma sınırlarını aşıyordu. Bir çok kez doktora gösterdiler, bir keresinde‘Fatal Adenotonsillar Hipertrofi’  demişlerdi. Geniz eti ve bademcikleri çok ileri derecede büyük demekmiş. Oysa daha 2 yaşındaydı. Operasyon şarttı. En son gittikleri üniversitedeki hoca da, ameliyatın şart olduğunu söylemiş ancak “masada kalma” ihtimalinin de yüksek olduğundan, boğaza delik açmanın gerekebileceğinden bahsetmişti. İşte bu olasılık ellerini kollarını bağlamıştı bunca zaman, ama artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Uyurken boğulma riski çok daha fazlaydı.

Farklı bir şeyler duyma ümidiyle ertesi sabah bir de hemşire kardeşinin çalıştığı klinikteki KBB doktoruna göstermeye karar verdiler. Randevu saati geldiğinde ,içeri girip şikayetlerini anlatırken, doktor da göz ucuyla sürekli küçük kızı izliyordu.  Anlaşılmaz bir sesle kendince bir şeyler mırıldanarak sıkıntılı bir şekilde ortalarda dolaşıyor,  annesinin karşı koymasına rağmen doktorun kaşesini yada kalemini almaya çalışıyordu.  Küçük kızın gürültülü ve hırıltılı bir şekilde nefes alması hemen dikkati çekiyordu. Ağız ve çenesi bir balık ağzı gibi uzun ve açık duruyordu. Uyanık iken bile böyleyse, uyurken çok daha kötü olmalıydı. Hele bir de üşütünce durum daha vahim olabilirdi.  Karnı normalden biraz büyük, kolları ve bacakları ise oldukça sıska idi. Yemek yedirmenin büyük bir sabır ve uğraş gerektirdiği açıktı. Üstelik sürekli antibiyotik ve nefes açıcılar içmekten, kaşığı görmek dahi istememekte çok haklıydı. Patlak gözleri ve yüzü çektiği sıkıntının büyüklüğünü ele veriyordu. Muayene bittiğinde ise doktor, hiç bu yaşta bu kadar büyük bademcik  görmediğini itiraf etti. Minicik ağızdan, değil ameliyatı yapmak entübe etmek (ameliyat esnasında solunumu güvenceye almak için soluk borusuna tüp yerleştirmek) bile oldukça güç olacaktı. Üstelik limitlerde gezen kan tablosu, işi daha da riskli kılıyordu. Yapılması gereken tek şeyin ise bu riski göze alıp ameliyatı yapmak olduğu aşikardı.

Doktorun kendine güveninden ve yarattığı pozitif havadan etkilenmişlerdi. Hemşire yakını olduğu için doktorun kendi ücretini almayacak olması da bir etken olarak düşünülebilirdi belki, ama ne kadar sıkıntıda da olsalar minik kızı için her şeylerini vermeye razıydı annesi…

Doktor için ise durum farklıydı. O ana kadar ki en riskli  ameliyatını yapacaktı. Aklı ona vazgeçmesini söylüyordu. İsterse, bir ima ile aileyi ameliyattan vazgeçirtebilir yada yapmak istemeyebilirdi. Bundan dolayı onu kimse suçlayamazdı da. Ama vicdanı, annenin söylediği sözlere kayıtsız kalmaması gerektiğini söylüyordu. “Çok düşündük, birçok doktorlara gösterdik ama kızımızın ameliyatını sizin yapmanızı rica ediyoruz, önce Allah’a sonra size güveniyoruz..” demişti anne. Ameliyat sabahı gelene kadar hep bir gerginlik içinde kaldı doktor, bir yanı bir şekilde ameliyatın iptal edilmesini dileyip durdu. Ameliyat öncesinde muayene eden tam teşekküllü hastanenin bayan anestezisti, cerrahı arayıp, ameliyatın kesin olmasa da ekstra risklerinden bahsederken, küçük kızın başka şansı olmadığının da farkındaydı.

Hiçbir şeyin farkında olmayan, giydiği en küçük ameliyat önlüğü ve bonesiyle, el kuklaları gibi komik görünen küçük kıza ameliyathane yolu görünüyordu artık. Anne son kapıya kadar geldi minicik kızıyla… Sabaha kadar gözünü kırpmadan öpüp kokladığı yetmiyormuş gibi, yol boyunca da sürekli öptü. Küçük kızsa inadına sakin ve sevimli gülücükler dağıtıyordu etrafa. Kapı kapanır kapanmaz anne tutmakta zorluk çektiği gözyaşlarını özgürlüğüne kavuşturdu. Doktor  geldiğindeyse, eşinin de yardımıyla biraz toparlanmıştı. Doktor gülümseyerek moral verip içeri girmek üzereyken, annesi arkadan “bir dakika doktor bey “ diye seslendi.

“Size bir şey söylemek istiyorum, “Bahar bizim tek çocuğumuz…Doğumdan sonra geçirdiğim bir rahatsızlıktan dolayı artık başka çocuğumuz da olmayacak… Lütfen beni kendinizin yerine koyun ve kendi çocuğunuz gibi varsayarak, onu sağ salim bize getirin..” Bunları söylerken doktorun elini eliyle sıkıca tutuyor, yalvaran gözlerle bakıyordu.  Sonra da hemen arkasını dönüp dişlerini etli dudaklarına gömdü… Bu sözler ve bu yalvaran bakışlar doktorun hafızasından hiç silinmeyecekti…Omuzlarındaki mesuliyetin yükü daha da ağırlaşmıştı şimdi, “Allahın izniyle…” deyip omzuna dokunarak kapıdan girdi.

“Günaydınlar, herkesin keyfi yerinde mi bakalım?”… Her zaman yaptığı gibi yine enerjik bir havayla girmişti içeriye,  ama bu sefer sesindeki tedirginlik Fatma Hemşire’nin dikkatinden kaçmadı. Anestezist hanım damar yolunu açıp, anesteziye başlarken, doktor da aletleri kontrol edip, lambalı başlığını takmış, ellerini yıkayıp gelmişti. Ameliyat hemşiresi henüz eldivenlerini giydirmekteydi ki, birden doktor hanımın acı çığlığı duyuldu:
“Aman Allahım!, aman Allahım!” diyerek hızla küçük kızın üzerini açmaya başlamıştı. Düzenli nabız atışının güvenli sesi, yerini kulak tırmalayan devamlı bir BİİİP sesine bırakmıştı. Monitörde kalp atımlarının o düzenli zikzakları yerine dümdüz bir çizgi vardı … Olamaz! kalp durmuştu!… Artık saniyeler dahi önemliydi. Cerrah doktor, o minicik bedene kalp masajına girişti hemen.  İlaçlar kesildi, oksijen açıldı. Ameliyathanede tam anlamıyla bir koşuşturma başladı. Adrenalin ve defibrilatör hazır edildi…

Eli yerine parmaklarıyla kalp masajı yapıyordu cerrah, saniyeler içinde bir film şeridi geçti gözlerinin önünden… Daha başlangıcındayken biten bir hayatın acısı, anneye verilen sözün yerine getirilemeyişinin çaresizliği,  acı haberi veriş, teselli edecek söz bulamamak… Her şeyi binlerce kez düşünüp defalarca bir rüya olduğunu dilemek, pişmanlıklar… keşkeler… sana söylemiştik’ler… belki de,  ‘El kadar bebeğe ameliyat yapan doktor…’, yada ‘Bademcik ameliyatından hasta ancak ülkemizde kaybedilir’ türünden acımasız gazete manşetleri.. TV haberleri… Önyargılı insanlara izah edemeyeceği kötü bir kariyer… Ama en önemlisi bir canı kurtarmak için her şeyi yapacağımız için içtiği and…Hher şey bir yana, bi-bip, bi-bip seslerini yeniden duymak için neler vermezdi o an?…Allahım lütfen… Lütfen.. Bi-bip.. bi-bip… bi-bip…Bi-bip ….

Bİ-BİP ve zikzaklı çizgiler…

…..

“Oh çok şükür, düzeldi” dedi doktor hanım, “Hemen uyandırıp, ailesine teslim edelim!…” Cerrah cevap vermeksizin yüzü mordan pembeye dönmeye başlayan bebeği seyrediyordu. Alnındaki terler silinirken, doktor hanımın ondan onay beklediğini fark etti ve “Bebek nasıl?” diye sordu.

“75. sn. de geri döndürdük. Şu anda gayet iyi, bir sorunu yok ama hemen şimdi uyandırıp ailesine teslim etmeliyiz… öyle değil mi doktor?”…

“Bir 10 dakika kadar bu şekilde sürdüremez misiniz, söz veriyorum çok hızlı olacağım… Eğer bu şekilde teslim edersek, aile bir daha asla ameliyata cesaret edemeyecek ve çok büyük olasılıkla bu yavrucak ölecek… Belki bizim başımız rahat edecek ama buna gönlünüz razı olur mu?” …

“Peki… Operatör olan sizsiniz ve sorumluluk sizde ama büyük risk aldığınızı söylememe gerek yok sanırım!..”
O dakikadan itibaren sıkı bir çalışma başlıyor, kimse boş yere konuşmuyor. Kulaklar hep monitörden gelen bi-bip sesinde.. ve 12. dakikada ameliyat bitiyor, herkes nefesini tutmuş hastanın uyanmasını bekliyor… Yavaş yavaş spontan solunum başlıyor… Göz kapakları hareket ediyor… Yaşasın göz bebekleri de ışığa tepki veriyor… Soluk borusundaki tüp çıkarılıyor… Derin bir nefes, birkaç öksürük ve arkasından kısık bir ağlama sesi… Tıpkı dünyaya ilk kez doğmuş gibi bu ağlama sesiyle tüm ekip mutluluktan adeta uçarak  birbirlerini kutluyor… Harika haber, yoğun bakıma da gerek kalmayacak…

Doktor odasının duvarında asılı yazı ilk kez çok anlamlı geliyor:
“Dünya karşılaştığın fırtınaların büyüklüğüyle değil, yalnızca gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir…”
Sırılsıklam olmuş, yeşil gömleğiyle çıkıp hemen aileye haber veriyor: “Gözünüz aydın, ameliyat başarılı geçti…” “Bir problem olmadı, değil mi doktor?” .
“Hayır” diyor kısaca, “her şey yolunda, hiç problem yaşanmadı!..” ne denilebilir ki başka??

Bir hafta sonra kontrole geldiğinde 9 kilo olmuştu. Yani 1 kilo almış. Oysa ilk hafta için genelde tersi olur. Küçük Bahar ortalıkta mesut mutlu koşup oynarken artık çok rahat nefes alıyor, sesi berrak çıkıyor, söyledikleri ise çok net anlaşılıyordu. Anne ise gözleri sevinçle parlayarak: “ O kadar sessiz uyuyor ki, ilk birkaç gün, bir şey mi oldu acaba diyerek sürekli kontrol eder olmuştum, artık çok rahat uyuyorum. Allah sizden razı olsun!.” İşte bir ‘hekimi’ en çok mutlu eden şey…

Şimdi gelelim asıl meseleye. Önceki sayıda “Hekim bir yarı-tanrıdır”, demiştik. Toplumdaki yozlaşmadan bazı doktorlarımızın da nasibini aldığı gerçeğinden hareketle, sanırım bazı kavramlara açıklık getirmem gerekiyor. Yukarıdaki, birebir yaşanmış olayı da bu nedenle aktarma ihtiyacı duydum zaten.

Mezuniyet  törenimizde rektörümüz Prof. Dr. C.D. şöyle bir konuşma yapmıştı: “ Bugün için uzun ve zorlu eğitiminizin sonuna geldiniz ve tüm sınavları başararak  ‘Tıp Doktoru’ diplomasını almaya hak kazandınız. Doktor oldunuz ama bundan sonra çok çalışıp kendinizi geliştirerek ‘Hekim’ olacaksınız.”… Bir çok kişi tarafından öyle bilinse de bunlar aynı kavramlar değildir. Hekim, doktorun Osmanlı’daki karşılığı olan tabip de değildir. Daha çok tıp mensupları için kullanılmakla birlikte, bir çok meslekten doktor olunabilir. Hukukçu, veteriner, ekonomist, siyasetçi, hatta hemşire… doktora yaparak, gerekli sınavları ve tezi vererek doktor olabilir. Hekim ise daha fazlası olmak demektir!

Keskin sınırlarla ayrılmamakla birlikte bu iki kavramın temel farklarına değinmeye çalışalım. Doktor; bir konudaki en son bilgileri, en son teknolojiyi ve yenilikleri bilen ve bunları en kısa sürede ve etkili bir şekilde kullanma becerisine sahip olan kişi demektir. Kuşkusuz bu iyi bir şeydir ancak bütün konsantrasyonu bu seçilmiş konuya odaklı olduğu için bazen büyük resmi gözden kaçırabilir. Kendini insanlığa adamış bir bilim adamı, yada keşfetme arzusuyla dolu bir araştırmacı olan doktorlara değildir sözüm. Mezun olur olmaz ağır ekonomik şartlar ve idealleri arasında şıkışıp kalan hekim namzetlerine de değildir elbette, ancak günümüz şartlarında özellikle büyük kentlerde mesleğini icra eden ortalama bir tıp doktorunun aynı zamanda hekim demek olmadığını belirtmek istiyorum. Bu gruptan bir doktor, mesleki otoritelerin onayladığı ayrıntılı bilgilerle donanıp yine otoriteleri rahatsız etmeyecek tekniklerle çalışmak zorundadır. Ne de olsa hızlı ilerlemesi ve kariyeri biraz da bunlara bağlıdır. Buna ilaveten kişisel faktörler, ekonomik beklentiler, hele bir de hırs ve kaybetme korkusu bunlara eklendiğinde zamanla idealler kolayca kaybedilebilir. En önemli mesele hastalarını ve büyüklerini ‘memnun’ etmek ve bundan maddi ve manevi kazanımlar elde etmek haline gelebilir. İyi yerlere gelmek, kaliteli kitlelere, daha iyi koşullarda hizmet vermek ve de haklı olarak ‘insani’ nedenlerle daha iyi yaşamak ister. Biran evvel yeteneklerini ve öğrendiklerini kazanç elde etmek için kullanmaya çalışacak, hatta bazıları, karşılığını alamayacaksa ettiği yemini bile unutabilecektir ne yazık ki!

Hekim, toplumun her kademesine hizmet verdiğinden, hastalar ve hastalıklar kadar hastalıkları oluşturan nedenler, hatta toplumsal sorunlar üzerine de kafa yorarak bunları düzeltmeye çalışır. En  ucuz tedaviyi, hatta koruyucu hekimliği tercih eder. Olaylara, insanlara ve evrene bir bütün olarak bakar. Nihai şifa, tıpkı hastalıklar gibi kompleks bir bütündür ve tüm bileşenleri ile birlikte tedavi edildiğinde gerçekten mümkün olabilir. Hekim iyi bir gözlemci olduğu gibi aynı zamanda iyi bir dinleyen, iyi bir psikolog ve iyi bir arkadaştır. Kendine hayrı olmayanın kimseye yararı dokunamayacağını bilerek, inandığı gibi yaşayıp örnek olmaya çalışır. Doktor ise daha çok datalara önem verir. Kariyerini riske atmak istemez ve daha sağlamcı olduğundan daha fazla tetkik, en pahalı ve en yeni teknikleri ister, ekonomik kayıpları saymazsak bu her zaman kötü bir şey değildir ancak zamanla bu olanaklara bağımlı, bunların olmadığı koşullarda zorlanıp, risk alamaz hale gelebilir. Genelde, saygınlığını kaybetme olasılığını da düşünerek garantili seçeneklerle riski minimalize edecek yada büyük karar verme riskini hastasına bırakacaktır. Oysa hastaların çok az bir kısmı doktorun, o Allah vergisi akıl-zeka ve bilgisine sahiptir! Günümüzde doktor hastanın o andaki ağrı, ateş, şişlik vs…gibi şikayetleri ve bunların hızlı bir şekilde giderilmesiyle ilgilenirken dikkatini esas nedenlere yönlendirmeye çok az zamanı kalır.

Zamanla doktor, gerçek bir hekime dönüştükçe (bu bazen hiç olmayabilir!) başka etkenlere ve alternatif çözümlere de ilgi göstermeye başlar. Bir doktor, hastanın tüm yakınmalarını giderse dahi tam şifa vermeyebilirken, hekim, ağrıları dindirmeden, ilaç kullanmadan da şifa verebilir. İşte bu noktada kimin nasıl şifa sunduğunu salt akıl kullanarak anlamak mümkün olmayabilir.

Doktor için başarı, uzun bir CV, duvarları sertifika ve plaketlerle doldurmak, en popüler yerlerde çalışmak ve iyi para kazanmaktır. Hekim için başarı, doğru olanı yapmanın verdiği iç huzur, müteşekkir ve kazanılmış gönüllerdir. Ama asla en çok kazanan olmak değildir. Hastalığın öncelikle ruhun ve bilinçaltının derinliklerinden kaynaklandığını düşünür.  Karşısındakinin her şeyden önce ete ve kemiğe bürünmüş eşsiz ve özel bir varlık olduğunu bilir. Şifanın sevgi ve ilgiyle birlikte geldiğini, ne yaparsa yapsın yüreğinde iyileşmek istemeyene bir şey yapılamayacağını bilir.  Haddini de bilerek ‘asla’ yada ‘mutlaka’ sözcükleriyle kesin yargılarda bulunmaz. Hekim, bilmeden, görmeden meslektaşlarını küçümseyici imalarda da bulunmaz. Yaptıklarını anlatmayı-hele de abartarak- sevmez, reklama ihtiyaç duymaz. Genelleyecek olursak, hekimin kararları hep sevgiye dayalıdır, ülkesi, toplumu ve hatta dünya için sınırları aşarak farklı davranmayı ve riskler almasını bilir. Hekim aynı zamanda aydındır, vatanseverdir. Emeğe değer verir, sanata ilgi gösterir. Kendini her konuda geliştirmeye çalışır.  Hekim aldığından daha fazlasını verir. Ücretini veremeyene ısrarcı olmaz. Bu nedenlerle özverili emeği ve zamanı, sıklıkla çevresi, meslektaşları ve hatta hastaları tarafından suistimal edilir.

Büyük doktorları, sıklıkla gazete, popüler dergi ve televizyonlarda görürsünüz. Yine onlar en lüks semtlerde yaşarlar. Sık sık Avrupa ve Amerika’daki seminerlere giderler. Büyük hekimler ise daha çok halkın kalbinde ve sessiz dualarında yaşarlar. Onlara, ya ders kitaplarında yada anı kitaplarında rastlanır. Toplum ortalamasının biraz üzerinde – akıl, bilgi ve yeteneklerine kıyasla nispeten mütevazi denilebilecek – bir hayat sürerler. Bütün yozlaşmışlıklara rağmen sarsılmaz niyetleri ile çoğunluğun genel eğilimlerinden farklı düştükleri için bazen biraz garip(!) bile karşılanabilirler.

Benzetme yapmak ne kadar doğru olabilir bilemiyorum ama şöyle de denilebilir. Genel anlamda hekim iyi bir mahalle esnafı, doktor ise lüks bir caddedeki tüccar gibidir. İkisinin de kendine göre müşterisi (hastası) vardır ama biri geçmişin bitmeye yüz tutmuş güzelliklerini içinde barındırırken, diğeri geleceğin modern dünyasının ince manevralarını ve şıklığını yansıtır.

Hem iyi bir doktor hem de iyi bir hekim olmak en iyi olanıdır belki de ama korkarım bu ikisi gittikçe daha az bir araya gelmekte günümüzde. Bir tarafta idealizm, diğer bir tarafta ise modern dünyanın göz kamaştıran olanakları yada ürpertici açmazları, her okumuş meslek erbabı kadar doktoru da toplum ortalamasındaki kadar etkisi altına alır. Bir doktoru, iyi bir hekim yapacak tek kuvvet ise kendini bilmesi, kendini sevmesi, sayması ve iyi bir karaktere sahip olmasıdır.

İlim ilim ilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmez isen
Bu nasıl okumaktır (ilim öğrenmektir)? der tasavvuf ehli Yunus.. Hekim kendisinin büyük insanlık ailesinin bir ferdi olduğunu bilendir. Bu nedenle öldürücü gazlar, biyolojik silahlar yada göz boyayan karlı tedaviler icad edenlere hizmet edenlerden değildir!

Gerekli sınavları veren herkes doktorluk unvan ve yetkisini alabilir. Hekim ünvanı ise uzun zaman içinde şifa bulan halkı tarafından verilir. Hekim olabilmek için,  tıp fakültesindeki sınavlara ilaveten toplumun iyi niyet, özveri ve sağduyu sınavlarını da geçmek gereklidir. Hekim=Doktor(nötr) + (iyi niyetli bilgelik) şeklinde formülize etmeye çalışabilirim. Batıda hekim kavramının olmaması, belki de iyi niyet sözcüğünün tam karşılığının olmamasından kaynaklanıyor olabilir.

Lokman Hekim ve Doktor Frankeştayn demek yerine, ‘Lokman Doktor’ ve  ‘Hekim Frankeştayn’ dediğinizde aradaki tuhaflığı içgüdüsel olarak hemen fark edeceksiniz. Günümüzde tüm diğer tüm meslekler gibi erozyona uğrayarak saygınlığını kaybetmekte olan doktor sözcüğünü değil ama hekim sözcüğünü olumsuz bir cümlede kullanmakta zorlanırsınız. İşte bu nedenle hekim, doktordan farklı bir şeydir ve doktor değil belki ama ‘hekim, bir yarı-tanrıdır’.

Uzun bir yazı oldu, lütfen beni bağışlayınız ama bu zor ve riskli kavramları –kırıp  dökmeden- açıklamak zorundaydım, üstelikte bu ay ki konumuz ‘dünya barışı’ idi değil mi?…
İyi bir hekim, her şeyden önce iyi bir insan demektir. İyi bir insan ise dünya barışı için gerekli tek unsurdur, diyerek konuyu noktalayalım bari…
Bitti…
(14 Mart Tıp Bayramı nedeniyle tüm hekimlerimize ithaf olunur.)

Seyit Aydoğmuş