Göztepe’de dört katlı, tarihi bir beyaz köşk. Bir şairin aileden kalma milyarlarca değerindeki mülkü. Ve o mülk şair tarafından bir müzeye dönüştürülüyor. Oyuncak müzesine! Kendi çocukluğundan kalma oyuncakların yanında, yıllardır dünyanın dört bir yanından topladığı antika oyuncaklarla açtığı bu müze Türkiye’de bir ilk ve açıldığı günden bu yana ziyaretçi akınına uğruyor. Şair Sunay Akın’la müzenin hikâyesini, eski İstanbul’u, eski aşkları ve oyuncakların hayatındaki yerini konuştuk.

“Her akşamüstü oyuncakçı
camekanından
çocuk ellerinin
izlerini
siler…”
Sunay Akın

Köşkten içeriye daha adımınızı atar atmaz bir huzur kaplamaya başlıyor içinizi. Fondaki klasik müzik parçaları kulaklarınızı okşuyor. Köşkün içinden gelen, bir an önce görmek için heveslendiğiniz oyuncakların tılsımlı melodisinin de sizi geçmişe yapılacak tatlı bir yolculuğa çağırdığını hissediyorsunuz bir yandan. Sabırsızlanıyorsunuz. Köşkün bahçesinde oturup çayınızı içmeye başlıyorsunuz. Her anın tadını çıkarmak lazım burada. Tarihi bir köşkün bahçesindesiniz her şeyden önce. Ziyaretçiler girip çıkıyor içeriye. Girenlerin yüzünde merak, çıkanların yüzünde huzurlu bir gülümseme ve dinginlik ifadesi var. Bir zaman tünelinden çıkmış, masallardaki büyülü ülkelere gidip gelmiş gibiler. Yüzlerindeki dinginliğin nedenini, artık daha fazla sabredemeyip o nostalji kapısından içeri girdikten sonra anlamaya başlıyorsunuz.

Dört katlı müzenin ahşap merdivenlerini bir bir tırmandıkça karşınıza çıkan bu rengârenk dünyada neler yok ki? Kızılderililerden itfaiyecilere, bebeklerden arabalara ve camlarının ardındaki akvaryumda gezinen balıkları sanki gerçeğinin içindeymiş gibi seyredebildiğiniz denizaltıya kadar her tür orjinal ve antika oyuncak sizi çocukluğunuza ve hayallerinizin dünyasına götürüyor. Gezinirken, bir anda hoparlörlerden gelen ses sizi, alt kattaki sinema salonuna davet ediyor. Nebil Özgentürk’ün hazırladığı “Yeşilçam’da Çocuk ve Oyuncak” konulu bir kısa filmi izlemeye. Burası kesinlikle sürprizli bir yer. İçindeki çocuğun büyümesine izin vermeyen ve çocuk ellerinin izlerini camekanlarından keyifle silen Sunay Akın’la İstanbul nostaljisini işte bu güzel ortamda yaşadık…

Bugünlerde Türkiye’de bir karabasan var. Mutsuzluk karabasanı. İnsanlar az para kazanmaktan, iş hayatından şikayetçiler, geleceğe dair umutsuzluk hakim çoğunluğun üzerinde. Nasıl kurtulucak insanlar bu mutsuzluk duygusundan?

Bu bir rastlantı değil. Satranç oyununda, bilinerek Türkiye’nin getirildiği konum burası. Bir toplumun en önemli zenginliği insanıdır. Elbetteki tarihi, doğası, doğal kaynakları, kültürel değerleri de önemlidir, ama en önemli zenginliği insanıdır. Biz 1980 yılında, darbeden sonra giderek güçlenen politikalarla hayatın gerçek zenginliklerini hisse senetlerinde arar olduk. Oysa hayatın zenginlikleri hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir. Benim çocukluğumda kahramanım, alt katımızda oturan Mahmut Amca’ydı. O’nun gibi olmak istiyordum ve Mahmut Amca bir itfaiyeciydi. Ancak bugün itfaiyeci denildiğinde maaşı az olan, geçinemeyen, dar gelirli, kentin varoşlarına yakın yerlerde oturan bir adam gözümüzün önüne gelir ve hiçbir çocuk, kahraman olarak onu seçmez. Bu şu demek: Benim gençlik yıllarımda insanlara, insan olduğu için değer verirdik. İnsanları maddi, sosyal ya da toplumdaki duruşuyla değil, kişiliğine göre değerlendirirdik.

İnsanların perspektifleri, bakış açıları değişti yani?

Mutluluğu nerede aradığınızla ilgilidir. Artık, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışı sözkonusu. Böyle bir sistemde insanlar mutlu olabilir mi? Herkes biliyor ki, ekonomik gücü olmazsa geleceği de yoktur. Herkes biliyor ki, parası çoksa çocuğuna iyi eğitim alabilir ve parası varsa hastalandığında iyi bir sağlık hizmeti alabilir. Böyle bir toplumda mutluluk mu olur? Biz eğitimi özelleştirdik, sağlığı da özelleştirdik. Ve mutluluğu ortadan kaldırdık. Eğer bireyleri gelecekten kaygı duymuyorsa, bir toplumda mutluluk vardır; ama devletin temel hizmetlerinin bile parası olan vatandaşa sunulup, parası olmayan vatandaşın bundan yararlandırılmadığı bir ortamda mutluluktan söz edilemez. İşte o zaman senin sorun gündeme gelir.

İstanbul neden özel bir şehir?

Küçükçekmece Gölü’nün arkasında bir mağara vardır. Bu mağaradan içeri girdiğinizde yaklaşık 300 metre sonra duvara kırmızı boyayla yapılmış üç tane tekne resmi görürsünüz. Üç tane sal, deniz aracı. Arkeometrik ölçümlerde o resimlerin M.Ö. 6000 yılına ait olduğu ortaya çıktı. Yani Çatalhöyük’le aynı yaşta. Yani insanlığın ilk yerleşimi. Bugün Çatalhöyük sit alanı. Orada bir kültür, bir hayat devam etmiyor ama İstanbul’da hayat hâlen devam ediyor. Bana, en eski insan yerleşim merkezlerinden olup, hâlâ hayatın devam ettiği başka bir yer göstersenize. İstanbul’dur buranın adı. İstanbul’u özel yapan da budur işte.

İstanbul’u özel yapan başka şeyler de var. Mesela Kız Kulesi, tarihi dokusu. Ama şimdi Kız Kulesi lokanta oldu, siz de bunun için çok mücadele ettiniz. Ofer’in Galataport’u Karaköy’e kast ediyor derken, şimdi sırada Haydarpaşa var. İstanbul’u İstanbul yapan ne varsa bir anlamda yok ediliyor…

Şimdi ben şunu soruyorum: Bizi yönetenler; politikacılar olsun, yerel yönetimciler olsun, bunlar defalarca Avrupa’ya gittiler ve Avrupa’ya hayranlıklarını her seferde dile getirdiler ve Türkiye önüne hedef olarak Avrupa Birliği’ni koydu. Şimdi bu Avrupa’ya giden insanlar, bizi AB’ye sokmak isteyen insanlar o kentleri görüyor. Peki şu soruyu sordular mı: Bir Paris’te, bir Berlin’de, bir Londra’da ya da Zürih’de ya da Avrupa’nın başka bir kentinde bir belediye başkanı, bir parka kilise yapmayı düşündü mü hiç? Böyle bir şey gündeme gelir mi orada? Hayır. Park, parktır. Bizden ne istiyorlar? İstanbul’dan ne istiyorlar? Ve oraya giden insanlar, Paris’e gidenler acaba D’Orsay Müzesi’ni bir kez gezdiler mi? Gezerken D’Orsay Müzesi’nin, o büyük ressamların, heykeltıraşların eserlerinin sergilendiği o müzenin eski bir gar olduğunu fark ettiler mi? O milletlerin, örnek aldığımız, onlar gibi olmak istediğimiz, birliklerine üye olmak için çırpındığımız toplumların tarihi eserlerini müze yaptıklarını fark ettiler mi? Bunu gördüler mi? Eğer görüp de bizde hâlâ bu yanlışlıkları yapıyorlarsa, bu ihanet neden? Bu sevgisizlik neden? Eğer Avrupalının tarihi eserlerini müze, sanat merkezi ya da kütüphane yaptığını görüyorlarsa-ki öyledir, neden kendi ülkelerine bu hizmeti sunmuyorlar? Ve bu hizmeti sunmamakla kalmayıp, neden bizi “AB’ye üye olacağız” diye kandırıyorlar? Toplumlar müzelerden, kütüphanelerden, sanat merkezlerinden geçerek aydınlanır. O zaman vatandaş anlayışı olur. Onun dışındaki mekanlarda da kul yetiştirirsin, köle yetiştirirsin. Ve vatandaş olamayan, kendi hukuksal duruşunu kavrayamayan, o kul ve köle olan bireylerin oluşturduğu ülke de bir başka ülkeye kulluk, kölelik yapar. Çözüm: Tarihi eserlerinizi müze yapacaksınız! Çünkü müze, sözcük anlamı olarak “ilham perisi” demektir. Bir toplumun ne kadar çok müzesi varsa gelecekten o kadar güven duyuyor demektir.

Kız Kulesi’ne hâlâ gitmiyor musunuz?

Gitmiyorum. Ben 1992 yılında, Kız Kulesi bir müze olsun dedim. Bu anlayışla “Şiir Cumhuriyeti” düşünü ortaya attım. İstedim ki, yazılı ilk aşk şiiri Kız Kulesi’ne konsun. Yazılı ilk aşk şiiri bir Sümer tabletidir ve bizim elimizdedir. MÖ 3000 yılında yazılmıştır ve İstanbul’da! İlk aşk şiirini yazan da bir kadın. Biz bunu Kız Kulesi’ne koyarsak, işte o zaman İstanbul, İstanbul olur. Öncelikle kendi insanımız için bunu yapmalıyız. Turizm için değil! Kendi insanımızın kültür çıtasını yükseltmeliyiz. Ama bizde, tarihle, sanat eseriyle, müzeyle ilgilenmek sanki turizm için yapılıyor. Hayır! Kendi insanın için bunu yapacaksın. Turist zaten gelir. Amaç kendi toplumumuzu eğitmek olmalı. Kız Kulesi bugün lokanta oldu ve ben şu soruyu soruyorum: Bergama’dan çalınıp Berlin’e getirilen Zeus Tapınağı var. O’nu geri getirmek istiyoruz. Neden? Gidip ölçtük mü, o tarihi eser kaç metrekare inşaat alanı? Bu soruyu sormamın nedeni, Kız Kulesi ihalede “900 metrekare inşaat alanı” diye tanımlandı. Tarihi eserine “İnşaat alanı” diye bakan bir milletin geleceği olabilir mi? Kız Kulesi’nin şanssızlığı, yurt dışına kaçırılmamış olmasıdır. Bunların müzeydi, kültürdü, toplumu eğitmekti, umurlarında değil. Eğer Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda ölmeseydi orayı da ihaleye açıp otel yapmıştı bunlar! Yalan mı? Bugün Dolmabahçe Sarayı müze ise Atatürk orada öldüğü içindir. Atatürk’ün ölüsü bile bu millete bir hizmet!

Siz vapurlarını da çok seviyorsunuz İstanbul’un. Yeni vapurlar için oy kullandınız mı?

Hayır. Bugün İstanbul’da yaşayan vatandaşlar İstanbul vapurlarının ne olacağını ölçüp değerlendirdiler ve oyu alan bugün su üstünde yüzmekte olan mevcut vapurlar çıktı. Klasik çizgi! Neden? Çünkü onu gördüler. Balta burunlu dediğimiz ilk vapurlara çok az oy çıktı. Amaç İstanbul tarihine sahip çıkmaksa bunu biz kendi yaşadığımız dönemin İstanbul’u ile mi çerçeveleyeceğiz, yoksa gemilerin tarihini mi öğreneceğiz? Bu tür katılımlarda çıkacak olan sonuçlar insanın kendi yaşadığı döneme ait objelere sahip çıkmasıdır. Çıkan sonuç da odur. Çünkü eski halini bilmiyorlar. Ben Boğaz’a sefer yapacak olanların eski vapurlar olmasını isterim. Ya da Adalar’a mutlaka yandan çarklı vapurların gitmesini isterim. Melih Cevdet Anday’ın şiirindeki gibi: “Ada vapuru yandan çarklı, Bayraklar donanmış cafcaflı.” Hani yandan çarklı vapur? Boğaz’da da yine balta burun vapurlar gitmeli. Ama Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş, Karaköy’de bugünkü vapurlar kullanılabilir. Ama Boğaz’da neden ahşap donanımı fazla olan o klasik ilk vapurları görmeyelim?

Yani İstanbul’un tarihle iç içe yaşama duygusu birer birer silindi diyebiliriz?

Tamamıyla elimizden alınıyor, yok ediliyor. Ama iyi niyetli çalışmalar da var. Bunları görmezlikten gelemeyiz, fakat yeterli değil. Çünkü bu ülkenin kültür politikası yok. Kültür politikası olmadığı için de müze diye bir kuruluş yok. Bugün İstanbul Oyuncak Müzesi bir limited şirketi. Bu köşk aileme ait ve ben kira stopaj vergisi veriyorum devlete. Böyle komik bir şey olabilir mi?

Bu müzeyi açtığınız için adeta cezalandırılıyorsunuz…

Tamamıyla cezalandırıldım. Her şeyi devletten beklemeyin diyorlar. Tamam beklemiyoruz ama devlet de kambur olmasın, yük olmasın sırtımızda. Bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kapısından girelim; diyelim ki, “Biz Akdeniz’de bir koya otel yapacağız”. “Yap” derler ve paran yoksa turizmi teşvik fonundan para da alırsın. Trilyonlarca lira! Oteli açınca devlet senden beş yıl vergi almıyor. Peki aynı bakanlığın kapısından içeri girelim, diyelim ki, “Biz bir müze kuracağız”. Bakalım ne olacak?

Siz doğum gününü sevmeyen birisiniz. Bu kadar mı etkiledi sizi 12 Eylül?

Evet. 12 Eylül darbesi bu ülkede öncelikle 1923 Devrimi’mize, demokrasiye, cumhuriyetin değerlerine, ilkelerine yapılan en büyük kıyımdır. Muğla Üniversitesi’nde Kenan Evren konuşmacı olarak gittiğinde yüzlerce öğrenci onu alkışladı. Çok trajedik bir olaydır. Kenan Evren 12 Eylül darbesinde idam cezalarını savunurken, “Dinimizde bile idam var” deyip, laik cumhuriyetten ödün veren bir karşı devrimcidir. Cumhuriyet devrimine karşı olan her şeyi yapmıştır 12 Eylül darbesi. Onun simgesi Kenan Evren.

En büyük darbeyi vurduğu üniversite ortamında alkışlanması ayrıca trajik…

Kesinlikle! Çok üzücü. Bu, şunu gösteriyor: Oradaki öğrencilerimiz-ki onların bir suçu yok, onlar zaten 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı bir mahsul. Oradaki çocuklar temiz; düşleri var ve bilmiyorlar, unutuyorlar, unutuyoruz. Erdal Eren, 17 yaşında bir çocuk olmasına rağmen asıldı ve Kenan Evren orada bunu savundu, haklı gösterdi. “Çünkü jandarmayı öldürdüğü için astık” dedi ve çocuklar alkışladı. Oysaki balistik raporlarda o jandarma erin yakın mesafeden sırtından vurularak öldürüldüğü, Erdal Eren’in jandarmanın karşısında ve yüz metrelerce uzakta olduğu, oradan ateş edilse vurulan erin geriye doğru düşeceği, oysa ölen çocuğun Erdal Eren’e doğru düştüğü, yani bir kaza kurşunuyla arkadaşı tarafından öldürüldüğü belliyken, göz göre göre astılar. Ve asarken bunu “Dinimizde var, şeriatta var” diyerek astılar. Ve burası laik Türkiye Cumhuriyeti emi? Karşı devrim sürecinin başlangıcı olan 1950 politikalarında, rahmetli Adnan Menderes-ki onun asılmasına en çok karşı çıkanlardan biri şu anda benim, Menderes’i nasıl asarsın? Ama O da iktidara geldiğinde şunu söylemişti: “Siz isterseniz şeritatı bile getirirsiniz”. Şimdi lütfen herkes yüreğini, vicdanını önüne koyarak düşünsün, bu nedir? Bu nedir? Ve bugün Atatürkçü olarak alkışlanan rahmetli Cemal Kutay! Şunu bilmiyor ki bu toplum, Atatürk’ün en büyük düşü ve özlemi, bu ülkede ibadetin ve herşeyin Türkçe ile yapılmasıdır. Çünkü Türkçe’den ödün verirseniz ülkenin bölünmesine, parçalanmasına yol açıyorsunuzdur. Bir milletin ana dili ses bayrağıdır. Ve yaşamın her alanında Türkçe. “Efendiler din değil, dil meselesidir” dedi Atatürk, anlatamadı. Kendi döneminde ezan Türkçe okunuyordu. Ve ezanın Türkçe okunmasından vazgeçildi. Ezanın Türkçe okunmasından vazgeçilmesi için kampanyalar düzenleyen, imzalar toplayan, Atatürk’ün bu en büyük devrimini yıkan kimdir biliyor musunuz? Cemal Kutay! Ve bu toplum Cemal Kutay’ı Atatürkçü diye alkışlıyor. Bu toplum Kenan Evren’i alkışlıyor. Bu kadar belleği olmayan bir toplum, bu kadar unutkan bir toplum. Neden? Tarihi eserlerini otel yaparsan unutursun. Bu rastlantı değil, bilerek yapılıyor. Bu kasıtlı bir hareket. Bir topluma müze kurma, kütüphane açma! Neden? Unutsun! Otel yapsın, lokanta yapsın, yesin, içsin. Tüketsin, tüketim toplumu olsun. İşte satranç oyununda geldiğimiz yer burasıdır.

Mutsuzluklarımızın da nedeni bu…

Nedeni budur. Bir anımı anlatacağım. Biz de gençtik ve liseyi yaşadık. Arkadaşlarımız vardı ve zengin arkadaşlarımız vardı. Babalarının da son model arabaları vardı. Bir gün, bir arkadaşımla okuldan çıkarken, arkadaşımın babası arabayla onu almaya gelmişti ve biz otobüs durağındaydık. Arkadaşım babasının yanına gitti ve sonra tekrar bizim yanımıza döndü. Çok bozulmuştu. Babasına şunu söyledi: “Bir daha sakın arabayla beni okuldan almaya gelme, beni arkaşlarımdan ayıramazsın.” Oysa bugün okullarımızda arabayla gelmek, iyi marka bir kıyafet giymek, cep telefonu kullanmak marifet sayılıyor. İşte bunun için mutsuzluk geliyor. Bizde zengin, varlıklı olan arkadaşlarımız zenginliklerinin öne çıkmasından utanırdı. Ve biz bir aradaydık, mutluyduk. Biz yatılı okullarda çiftçinin, işçinin, memurun, subayın, iş adamının, patronun çocuğuyla bir arada okurduk ve biz mutluyduk. Aramıza babalarımızın gücü, ailerimizin durumu giremezdi. Sevgi vardı, dostluk, arkadaşlık vardı.

İlk şiiriniz hava muhalefetine takılmıştı?

Evet. Hava muhalefeti nedeniyle kayıp.

Başka muhalefetlere takılan şiirleriniz oldu mu?

Ben 12 Eylül olduğunda 18 yaşındaydım ve şiirlerimi öne çıkarmıyordum. Çünkü yazdıklarımın şiir olduğuna kani değildim, emin değildim. 12 Eylül oldu ve ben üniversiteye girdim. Çok zor koşullarda üniversite okudum ve ben üniversitedeki kız arkadaşım-ki şimdiki eşim, onunla birlikte İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kantininde, yani öğrencilerin oturduğu mekanda elimi omzuna attım diye gözaltına alındık. Bu 12 Eylül! Ve o dönemlerde şiirlerimi yeni yazıp, Yeni Olgu ve Milliyet Sanat Dergisi’nde yayımlamıştım. Benim de gözaltına alınmalarım oldu, yazdıklarımdan dolayı davalar da oldu ama Türkiye’de yazar olmanın bedelini, şair olmanın bedelini, zindanlarda ya da bir cani kurşunuyla hayatını vermekle ödeyenler olduğu için benim yaşadıklarım küsur kalır.

Sunay Akın’ın şiiri edebiyatta nerede duruyor, hangi kaynaklardan besleniyor?

Buna zaman karar verecek. Nerede durduğunu ben bilemem, kimse de bilemez. Zaman en büyük yargıçtır ve herkesi hakkettiği yere getirir. Ama ben bütün şiir geleneğimizi oluşturan şairlerden bir senfoni kurup, hepsinden bir orkestra oluşturup, hepsinden beslendiğimi söylemeleyim. Sadece Türk şiiri değil, bütün dünya şiiri için bu böyle. İnsanlığın önünü aydınlatan her şair, yazar benim ustam olmuştur ve olmaktadır.

Aşk kavramı ne kadar değişti sizin gençliğinize göre?

Çok! Biz sevgilerimizi insanlığın büyük ütopyası yolunda yaşadık. Sevgililerimiz vardı, aşıktık. Fakat büyük bir umudun düşü içinde aşıktık ve bizim için aşk, çıkmak ya da gösteriş yapmak için değildi, daha sağlıklıydı. Birlikte tiyatroya gitmek, birlikte bir konser izlemek, birlikte sergi gezmek, birlikte sahafa gidip eski kitapları karıştırmaktı aşk. Bunların içinde mutluyduk. Ya da Boğaz vapuruna binip, çay ve simitle bütün günü geçirmekti aşk. Mutluyduk. Paramız yoktu ki! Paralarımızı birleştirip haftayı öyle geçirirdik. Evden aldığımız harçlıklarımızı ortaya koyup, nerelere gidebiliriz diye programlardık. Yani bugün görüyorum da, her şeyin tüketildiği bir ortamda aşk da bir tüketim malzemesi oldu. Hani doktorların ya da kuaförlerin bekleme salonları vardır ya, orada dergileri çevirirken aşkla ilgili yazılar okunur. Ama hayatın bekleme salonu yoktur. Şimdi aşkı galiba oraya hapsettik. Aşk deyince aklıma Rosenbergler gelir. Rosenbergler’in aşkı insanlık tarihinin en büyük aşkıdır. Sizlere bunları anlatmak bir yerde zor, çünkü nesli tükenen bir şeyi tarif etmeye çalışıyorum. Ya da başka bir gezegene gidip gelmişim, orayı anlatmaya çalışıyorum gibi geliyor. Bu da, az önceki sorularda konuştuğumuz köşeye kıstırılmış bir Türkiye’nin sorunudur. Bu da, yine konuştuğumuz insana bakış sorunudur. Toplumumuzda, Osmanlı’da var olan ama cumhuriyet dönemi ile sokağa inen kadınlarımızın haklarının ellerinden kayıp gitme sorunudur aşk. Hangi aşktan söz ediyoruz? Bugün magazin programlarında sözü edilen aşklardan mı, İstanbul Bağdat Caddesi’ndeki aşklardan mı, yoksa Anadolu’da sokağa çıkması bile yasak edilen genç kızların aşklarından mı ya da töre cinayetlerinde öldürülen kadınların aşklarından mı? Neden söz edeceğiz?

Oyuncak size ne ifade ediyor ki, müze açacak kadar oyuncak biriktirdiniz?

Ben bu antika oyuncakları müze kurmak için biriktirdim. Şunu gördüm; gelişmiş ülkelerde, oyuncak çocuğa alınıyor. Neden? Çocuk o oyuncakla oynarken anne baba onu gözlemliyor. Yani çocuğun yeteneklerini, zekâsını artıran oyuncaklar alınıyor. Ve anne baba çocuğun oyunlarına bakarak yeteneklerini ölçüyor. Yani o toplumlarda oyuncak, anne baba ve çocuk arasında kurulan sağlıklı bir köprüdür. Bizim gibi gelişmemiş toplumlarda ise oyuncak, çocuğa anne babadan uzaklaşsın diye alınıyor. Yani çocuğa oyuncak alınıyor ki, ayak altında dolaşmasın, köşede oyalansın, soru sormasın. Bu kadar net bir ayrım var. Oyuncak, Anadolu’nun pek çok yerinde hâlâ günahtır, ‘İnsan sureti var, günah!’ Yani yobazlığın, gericiliğin, karşı devrim sürecinin olduğu bir dönemdeyiz. Zaten bizde çocuk bir insan değildir. Çocukluk, insan hayatında bir an önce geçilmesi gereken bir dönemdir. ‘Ah şu çocuk bir an önce büyüse’ deriz. Hayır, çocukluk insan hayatının en güzel dönemidir. Toplama kamplarında gaz odaları vardı. Gaz odalarında milyonlarca insan katledildi. Sonra götürülüp fırınlarda yakıldı. Gaz odalarındaki cesetleri toplamak üzere içeri girenler hep şu manzarayla karşılaştılar: Cesetler gaz odasında dağınık bir şekilde durmuyordu. Hepsi bir köşede yığın hâlindeydi. Neden? Çünkü gaz, zehirli hava yerden yükseldiği için, insanlar yaşamlarının son anlarında da olsa biraz daha temiz hava alabilmek için birbirlerinin üzerlerine çıkmışlar. Bu ceset yığınlarındaki tabakalaşma da hep aynıydı. En üstte gençler vardı. Onun altında kadınlar, kadınların altında ihtiyarların cesetleri vardı. Ve her gaz odasında değişmeyen görüntü de şuydu: En altta kalan hep çocuklardı. Ne kadar korkunç değil mi? Peki o zaman soruyorum; bizler daha çok rant, daha çok güç, hırs adına birbirimizin üzerine çıkarken en altta kalanlar kim? Sokaklarda binlerce tinerci, kapkaççı diye adlandırdığımız, suça ittiklerimiz kimler? Çocuklarımız değil mi? Hep ezilen çocuklar değil mi? Öyleyse soruyorum, toplama kamplarından günümüze değişen nedir? Çocuğa değer vermeyen bir toplumuz. Biz kadınları, anneleri ve çocukları hiç sevmiyoruz. Bunun tersini iddia eden biri varsa sorarım; yolda bir adam yürürken ayağını yanlışlıkla bir taşa çarptığında ‘Hay ananı!’ diye niye küfür ediyor o zaman? Sorarım bunun aksini iddia edecek olanlara, madem çocuklarımızı seviyoruz, bu kadar değer veriyoruz, sokaklarda niye binlerce tinerci var? Hadi canım! Daha çok hırs, daha çok para, daha çok güç için tırmanmak istiyoruz yukarılara, o gaz odalarındaki insanlar gibi.

Oyuncak müzesi için kaç yıldır oyuncak biriktiriyorsunuz?

16 yıldır biriktiriyorum.

Kaç tane oyuncak var şu anda?

6000’i geçti.

Bir yandan da sürekli yurt dışına çıkıp antika oyuncak alıyorsunuz?

Devamlı alıyorum. En son Londra’daydım, 70 yaşında oyuncak bir şekerci dükkanı aldım. İngiltere’de yapılmış bir oyuncak. Ben kitaplarımdan, tek kişilik sahne oyunumdan, yaptığım radyo ve televizyon programlarından kazandığım her şeyle oyuncak aldım. Ben buna inanıyorum. Toplumlar müzelerden geçerek aydınlanır. Toplumların oyuncak müzelerine ihtiyacı vardır. Çünkü buraya gelen bir anne ya da baba, müzenin kapısından içeri girerken bir eliyle kendi çocuğunu tutuyor, ayrılırken de öteki eliyle kendi çocukluğunu tutuyor. Burada çocuklar kendi anne babalarının çocuklukları ile de arkadaş oluyorlar. Bunu yapacak başka bir mekan yoktur. Oyuncak müzesi bilim tarihinin müzesidir. Düş, hayal tarihinin müzesidir. Çünkü önce hayal, düş, oyun var. Gerçek sonradan gelir. Türkiye Cumhuriyeti’ne bir oyuncak müzesi kurduk ve bunun ne anlama geldiğini bu toplum anlıyor. Hakkını veriyor, daha da iyi verecek. Bunu anlamayan yöneticiler, politikacılar, idareciler.

Çok ziyaretçi geliyor mu müzeye?

Çok! İnsanlarımız akın akın geliyor, destek olmak isteyen firmalar var. Kadıköy Belediyesi çok yardımcı. Bakırköy Belediyesi, “Biz ne yapabiliriz?” diyor. Ama en büyük desteği Kadıköy Belediyesi’nden görüyoruz. Hizmet anlamında bir dediğimizi iki etmiyorlar. Ancak işte bu damlalar bir araya gelirse bir şey oluşturacak.

Çocukluğunuzda istediğiniz bütün oyuncaklara sahip olmuş muydunuz?

Hayır. Çok oyuncaklı bir çocukluğum oldu. Babam da çok severdi oyuncak almayı çocuklarına. Oyuncak bir denizaltım olsun çok isterdim, ama denizaltının oyuncağı Türkiye’de yoktu. Bu yüzden oyuncak denizaltıları kendim yapardım ve en çok sevdiğim oyuncaklar da onlar olmuştur.

Ne hissediyor müzeyi gezenler?

Çocuklar burada müze gezme kültürünü öğreniyorlar. Üç yaşında bir çocuk müzeye gitmelidir. Üç yaşından itibaren çocukları müzelere götürmeliyiz. Çocuklar burada müze gezmeyi, eğlenerek öğreniyorlar. Müzenin renkli, canlı yerler olduğunu görüyorlar. Ve bilimin tarihini öğreniyorlar. Öğretmen onlara anlatıyor. Örneğin çocuklar, Ay’a giden uzay aracı Apollo 11’i göremeyecekler. Ama burada oyuncağı var. Bunun gibi pek çok şey öğreniyorlar. Ve en azından çocuklar eve gittiklerinde oynadıkları oyuncakları yerde dağınık bırakmıyorlar, topluyorlar. Pek çok çocuk burayı görüp eve döndüğünde kendi oyuncaklarıyla da müze kuruyor. Çocuklara kattığı çok şey var buranın. Çocuklara da, büyüklere de! Büyüklerde yeri çok anlamlı. Daha başka, daha derin. Onlar çocukluklarıyla buluşuyorlar, ruhları yıkanıyor. Burası ruh hamamı. Buraya gelenlerin ruhları yıkanıyor. Yaşamın bize dayattığı kirli ilişkilerden arınıyoruz. Tekrar o temiz, saf çocuk dünyamıza dönüyoruz. O hâlâ bizde var. Yaşatmalıyız onu.

Buna sebep olan kişi olmak da size ayrıca mutluluk veriyor değil mi?

Evet, gerçekten mutluluk veriyor. Çünkü benim mutluluk kavramım bu. Buradaki bina bile tarihi eser. Bunu apartman yapıp, malın mülkün üstünde oturmak ya da çok değerli oyuncaklar almayıp, bankada para biriktirmek bana mutluluk vermezdi. Benim mutluluk anlayışım da budur. Benim hayat anlayışım da bu. Buraya insanlar geliyor, bu güzellikleri görüyor, tanık oluyorsa ve bana teşekkür ediyorsa ben çok zenginim demektir, herkesten zengin!

Gösterileriniz devam ediyor mu?

Evet, devam ediyor. Yaz sezonu tatil yörelerine yönelik bir gösteri programı hazırladık. Ferhat Göçer’le 21 Temmuz’da Çeşme’de, 22 Temmuz’da Bodrum’da sahneye çıkıyoruz. Ekim ayından itibaren Beşiktaş Kültür Merkezi etkinlikleri çerçevesinde tek kişilik sahne oyunumu da yeniden insanlarla buluşturacağım. Yazın daha çok yurt dışında gösterilerimi oynuyorum.

Yeni bir kitap var mı yakınlarda çıkartacağınız?

Var. Sonbaharda yeni kitaplarım çıkacak. Bir şiir, bir de düzyazı. Deneme tarzında, kendi araştırma yazılarım olacak.

Son olarak söylemek istadiğiniz bir şey var mı?

Ben bizi okuyan tüm okuyucuları İstanbul Oyuncak Müzesi’ne bekliyorum.

İstanbul Oyuncak Müzesi
www.istanbuloyuncakmuzesi.com
Telefon: 0216 359 45 50 – 51

Adres:
Ömer Paşa Caddesi
Dr. Zeki Zeren Sokağı
No: 17
Göztepe İstanbul
(Pazartesi günleri kapalı olan müzeyi hafta içi 09.30-18.00, hafta sonları ise 09.30-19.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz.)

Metin Under