1998 senesinin yaz ayıydı. Kardeşimin zorlamasıyla cesaret edip bir internet paketi almıştık ve ilk kez internete girmiştik Mersin’deki evimizden. İlk heyecanlardan sonra, ilk kez IRC kurdum ve sohbet odasına girmek istedim. Karşıma mahlas ve şifre sorma ekranı geldiğinde, o anda beni ifade edeceğine en inandığım mahlas ne olabilir diye düşündüm bir an. “Infinity” yani “sonsuzluk” kelimesini o ana kadar kullanıyordum, ama yepyeni bir dünya için yepyeni bir isim olmalıydı ve benim de içime sinmeliydi. Bir an klavyeden ekranıma şu kelimeyi yazdım: Sonsuz. İşte kızım Sonsuz’un da serüveni o anda başlamış oldu… İlerleyen yıllarda “Sonsuz” mahlası benimle o kadar özdeşleşti ki çoğu internet arkadaşım, benim gerçek adımı unutur oldu. Hatta kitabım ve gazete-dergi yazılarımda da “Sonsuz”u kullanınca, zamanında benim ismimin İlker mi, Hasan mı olması gerektiği konusunda birbirlerine fena halde girmiş olan ailemden, babam anneme “Biz boşuna kavga ettik o kadar, bak oğlan kendi adını koydu bile,” yorumunu yapacaktı. Ben de bu adı o kadar benimsemiştim ki çevremdeki herkese, bir gün bir kızım olacak ve adını Sonsuz koyacağım, diyordum. Başka bir adı olacaktı elbet annesi isterse, ikinci üçüncü çocuğum olursa adlarının ne olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu, ama ilk kızımın adı Sonsuz olacaktı. (Erkek olacağını düşünmedim hiç. Kızım olacağını biliyordum.)

Belediye otobüsünde bir çift çizgi
Aradan yıllar geçti ve ben evlenip İzmir’e yerleştim. Eşimle birlikte bir akşam üzeri belediye otobüsünde giderken, bir anda yanımda bir enerji hissettim. Altından bir enerjiydi bu ve sol kulağımın yanından bana bakıyordu. O kadar güzel, o kadar rahatlatıcı, ama bir yandan öyle fırlama bir enerjiydi ki… Sonra bir anda kafamın içinde “Hazır olun, geliyorum” diye bir ses duydum. Talia’ya (eşim) döndüm dedim ki, hadi in otobüsten, eczaneye gidiyor gebelik testi alıyoruz. “Nasıl yani yahu? Ne hamileliği, ne testi?” diye şaşkın bir tepki verdi. Ben de, “sen dinle beni” dedim ve otobüsten indik. Aradan bir buçuk saat geçtiğinde, banyonun kapısında birbirimize şaşkın şaşkın bakıyorduk. Testte ikinci çizgi çıkmıştı ve Talia, benden daha çok şaşkındı. (Ben nasılsa almıştım haberi.) Hatta uzun süre inanamadı ve testi tekrarlamamızı istedi. Dedim, istersen yüz tane yapalım, hep böyle çıkacak. “Nerden biliyorsun?” diye sorduğunda da, anlattım vaziyeti. Sonrasında da ikinci teste kadar kızımızın geçici adı “Eğer öyleyse…” oldu. (Talia inanamadığı için, durum hakkındaki konuşmalarımıza böyle başlıyordu.) İkinci testle de durum netlik kazanınca, böyle hemen koştum ona çiçekler, çikolatalar aldım; ne kadar şanslıyız, bebeğimiz olacak, uçuyoruz… gibi tavırlarda bulunduğumu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Üç gün kendime gelemedim. Karnım buruldu, ciddi ciddi korkuyordum, benim daha kendim çocuk sayılırım (yaş 30), baba mı olacağım? şimdi diye kendime soruyordum. Zaten Ankara’dan İzmir’e yeni taşınmış, şehre adapte olamamışım; bir de üstüne evlenmişim, ona daha da adapte olamamışım; bir de üstüne bir sen, bir ben, bir de bebek (ha bir de kedi) durumu söz konusuydu. Uzatmayayım, kısaca kulaklarımda Yusuf adı yankılanıp duruyordu ve maalesef bu sefer, oğlu Yusuf’u akşam yemeğine çağıran yan komşu Saadet Teyze’nin sesi değildi bu.

UltraSONa adım adım…
İlerleyen aylar boyunca, eşimle birlikte süper doktorumuz Hakan Kanıt’ın muayenehanesini her ay ziyaret etmeye başladık. Bu süreçte doktorun ne kadar önemli olduğunu Hakan Bey’de iyice gördüm. Tamam, kendisi tipik bir İzmir’li olarak, her şeyi enine boyuna sorup didiklemeyi seven Talia’yı sinir edecek kadar rahat bir insandı; fakat o kadar sıcak ve sevimliydi ki bir ara “Hakan Bey, keşke hatun olsaydım da bir posta da ben doğursaydım, o kadar sevdim sizin burayı” dedim. Gerçi bunlar işin güzel tarafları, ama ultrason kısımlarında heyecandan can veriyordum. Hatta ikinci bir çocuk düşünmezsek (gerçi hoş bizi dinleyen var da sanki, fırsatını bulan pırrr), sırf o ultrason stresini yaşamamak için olacak. Ay acaba iyi mi, ay gelişimi yerinde mi, herhangi bir sorun var mı?.. Hakan Bey de zaten bizim bu halimizle çok eğleniyor ve dalgasını geçiyordu. Çok şükür, gayet sağlıklı ve yerinde gitti her şey ve aylar ilerlemeye devam etti…

“Eğer öyleyse”nin gelişi
Şimdiki sahnede beni ellerimi kavuşturmuş, doğumhanedeki Talia’ya Reiki yollarken görüyorsunuz. İzmir Çınarlı Doğum Hastanesi’ndeyiz. Maşallah, bir kapıdan hamileler giriyor, öte kapıdan bebekliler çıkıyor. Bir nev’i bebek fabrikası burası. Biz de gireli bir saat olmuş, Talia’yı alıp gitmişler yukarı. Gerçi sağlığından bir endişem yok, bizimkisi tam Anadolu kadını. Daha dün pazarda geziyorduk. (Zaten doğum ertesi günü benim henüz ehliyetim olmadığı için, arabayla eve bizi o getirdi. Dedim ya Anadolu kadını diye.) Ama ben yine de Reiki yollamayı ihmal etmiyorum, her eve lazım diyerek. Az önce dedim ya, öte tarafla iyidir aram diye, bir ara dalmış gitmişim ve bir anda yine kafamın içinde bir görüntü belirdi ve gözlerimi açıp bizimkilere, “Hadi gözümüz aydın, Sonsuz geldi” dedim. Der demez telefon çaldı ve hemşire haber verdi. Cümbür cemaat yukarıya çıktık… Asansörden çıkarken kapıda az önce doğan bebeğini elinde tutan bir babaya rastgeldim. Elinde tutan dediğime bakmayın, arkadaş kendinden geçmiş bir vaziyette elindeki kristal bibloya bakıyordu. O sahneyi görür görmez anladım ki o amca için hayatı bitmişti ve bundan sonraki tek hayatı oydu. Açıkçası gördüğüm görüntü pek de hoşuma gitmedi. Bir an kendimi düşündüm de,”Iı-ıh Hasan; böylesi çocuğa da yazık” dedim içimden ve yoluma devam ettim. Az sonra da zaten, Sonsuz’u ilk kez görecektim…

İlk karşılaşma
Şimdi benden “o an tarif edilemez duygular içindeydim, dünyam yeni baştan doğuyordu, yaşam eskisi gibi değildi…” tarzından cümleler bekliyorsanız, gene yanıldınız. Çünkü annemlerin ağladığı, canım canım diye kendinden geçtikleri yerde, ben aval aval camekanın ardında, viyaklayarak ortalığı yıkan küçük şeye bakıyordum. Evet, sadece bakıyordum. Ne bir sevinç, ne bir tepki, ne başka bir şey… Sadece şaşkın şaşkın bakıyordum… Az sonra da hemşire geldi, onu benim koluma verdi ve o ana kadar, zarar veririm korkusuyla hiç kimsenin çocuğunu kucağına alamayan ben, son derece rahat bir şekilde aldım Sonsuz’u koluma ve sanki kırk yıldır onu taşıyormuşum gibi, rahatça odaya indirdim. Bizimkisi kucakta bir süre ağladı haliyle, ama susunca ilk hareketi, önce dinlemek, sonra da gözlerini açmaya çalışmak oldu. O hareketi görünce dedim ki “Aha bir Aslan bebeği! Daha geleli bir saat bile olmadı ve nerdeyse imkanı olsa gözlerini açıp tur atacak.” (Zaten büyüdükçe bu tavrı çok daha net ortaya çıktı ve her şeyi kendi başına yapmaya çalışan, yardım ettiğimizde de kızıp “Men”, “Men” diye kendini gösteren bir Aslan yavrusuna dönüştü.)

İzmir’li bir Aslan
Hayatımda en çok üç kadın hakkında atıp tuttum (şakayla karışık takılma babında): Aslan burcu kadınları, Akrep burcu kadınları ve İzmir kadınları. Üçüne de aman yaklaşmayın derdim hep, burnunuzdan gelebilir hayatınız. Bunu diyen Akrep burcu babayiğit ne yaptı peki? 1 Ağustos doğumlu bir Aslan kadınıyla evlendi, sonra İzmir’e taşındı, sonra o Aslan kadını gidip, 1 Ağustos’ta yükseleni Akrep olmasını birkaç dakika farkla kaçıran bir İzmir kızı doğurdu. Şu anda da bu güzel kardeşiniz, en çok hangi muhabbetle karşı karşıya biliyor musunuz? (Özellikle de erkek çocuğu olan kız arkadaşlarından) “Oğlum, senin kıza ilerde yaklaşılmaz, hem İzmir’li, hem de Aslan burcu”, ben de aynen yanıtı çakıyorum: “E öyle, ilerde senin oğlan kızdırırsa seni, tanıştır benimkiyle, ikiye çarpıp dörtle bölüp, sana geri iade etsin.” Tevekkeli değil, daha 22 aylığı yeni buldu ama şimdiden herifçioğullarıyla gayet flörtte. Geçen gün market arabasına bindirmişim bizimkisini, arkamı bir döndüm 20 yaşında dört gençle flört halinde. Öpücük yolluyor, gülüyor; oğlanlar da buna el sallıyorlar. Nasıl mutlu, nasıl mutlu anlatamam. E çapkın olacak benim kızım, şimdiden kabul ediyorum. İzmir gibi, kadınlarının kadınlıklarını ve insanlıklarını, gayet doğal ve medenice yaşabildikleri bir kentin çocuğu; annesi babası da ona sevmenin, sevilmenin, aşkın, cinselliğin ne kadar güzel, kutsal ve değerli olduğunu öğretecek… Tabii ki çapkın olacak ve bu çok güzel duyguları, gönlünce yaşayacak. Ama tabii cesareti olan, kendi varlığına ve karşısındaki kadına değer vermesini ve en önemlisi İNSANlığı öğrenmiş erkeklerle… (Gerçi bunlardan kaç tane var acep?) Diğerlerinin pek şansı olacağını sanmıyorum.

Peki ya babalık?
Aradan 22 ay geçti. Diyeceksiniz babalık nasıl bir duygu. Yani baba olmak diye ekstra kimliksel bir duyguya dair bir tecrübem pek yok. Belki halen şaşkınlıktan, belki de kimliklere pek aldırmamamdan. Sonsuz’la ilişkimi uzun bir yol arkadaşlığı ilişkisi olarak tanımlamak daha doğru, tıpkı annesiyle olduğu gibi. İkimiz hayat yolunda yürüyorken, yollarımız kesişti ve ardından bizimle yürüyen bir üçüncü varlık aramıza katıldı. Şahsen ben anasına da aşığım, kızına da. Zaten sabaha karşı 5’te yatağa attığınız bünyenizi, Pazar sabahı saat 8’de öperek kaldırmaya çalışan, kalkmadığınızı görünce “Babbaaa, baba, galk, gaaaaalk, gaaaaalk” diye çığlığı basıp, zombi olmuş bünyenizi kaldırıp zorla götürüldüğünüz TV başında “Niuv” filmini açtıran, sonra da yanındaki koltuğa “otuyyyy..”, “ama kızım uyusun, baba” deyince “otuuuuuuuuy…” deyip sizi zorla oturtan bir varlığa aşık olunmaz da, ne olunur? Bundan 30 ay önce, çift çizgiyi ilk gördüğünde kalakalmış ve Yusuflarla haşır neşir olmuş bendenize, geri dönüp bir şeyler söyleme şansım olsaydı aynen şunu derdim: Yusuflarını kovala birader; yakında dünyanın en güzel kızıyla tanışıp, birbirinize aşık olacaksınız. Hem (yapamayacağını bilsem de) Cumartesi geceleri erken yatmaya şimdiden alış, çünkü Pazar sabahları şenlik var. Böyle bir şey işte kısaca babalık… Eğer siz de “çift çizgi”yi yakın zaman önce gördüyseniz ve benim gibi apışıp kaldıysanız, endişe edecek bir şey olmadığını ama bir yandan da babalığın dünyanın en güzel, ama en zor işi de olduğunu belirteyim ve baba olmanın, nasıl bir şey olduğunu, baba olmadan anlamak kesinlikle imkansız; ne dediğimi baba olanlar gayet iyi bilirler. (Tabii anneler de.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...