Geçenlerde bir öğrencim:
“Hocam, görsel olan kişiler daha iyi yazar olurlar, öyle değil mi?” diye sorduğunda cevap vermeden önce; “ben bir yazar mıyım” sorgulamasına bile gelemeden, kafam birkaç saniye karmaşık, düşündüm… Sonra şöyle dedim:
“Hayır! Oğlunun doğumundan sonra, gözlerini kırpmadan altı saat boyunca oğlunu seyretmiş biri olarak, bugün bana “ne gördün o altı saat boyunca?” diye sorsan, sana cevap veremem ama o altı saat boyunca ne hissettiğime dair bir kitap yazabilirim. Anlayacağın oğlumu seyrederken hissettiğim şeylerin büyüsü o kadar derindi… Ve inan hayatımda aynı derinlikte herhangi başka bir an yok ki, belki Goethe’nin Faust’ta ruhunu satmasına eş değer, ben de o an için ruhumu satayım!”
Öylesi tarifsiz bir güzellikti! Ama görsel değil, histi!
Güzeli güzel yapan bizim ona yüklediğimiz anlamdı. O anlam, görsel de olabilirdi, dokunsalda olabilirdi, işitsel de olabilirdi… Kimi, Dali gibi, gördüklerini kendi yükledikleri anlamlarda bizim hiç düşünemeyeceğimiz biçim ve şekillerde tuvale dökebilirdi. Kimi, Balzac’ın Vadideki Zambak’ında olduğu gibi, bir kadının boynu hakkında sayfalarca güzellik anlatabilirdi. Kimi, öylesinde dizeler yazardı ki, Jennon ve Imagine gibi, yıllar sonra ne kadar iyileştirici notalara sahip olduğu ortaya çıkabilirdi; tıpkı Mozart’ın eserlerini dinleyenlerin zihinsel faaliyetlerini arttırdığı gibi…
Sevgili oğlum! Gerçekten onu seyrettiğim altı saat boyunca ne gördüğümü, ki ihtimalen çirkin, kırmızı bir surat gördüm, hatırlamıyordum. Ama yüreğim oğluma sahip olmanın güzelliğini yaşıyordu…
Aklıma o an Lennon’un oğluna adadığı “Beautiful Boy” isimli şarkısı geldi:
……….
“Okyanusta yelken açarken
Zorla bekleyebilirim
Senin büyümeni
Ama sanırım ikimizde sabırlı olmalıyız
Çünkü önümüzde gidecek uzun bir yol var
Uzun bir kürek çekişi
Evet, gidilecek uzun bir yol var”
Bu yol tüm zorluğuna rağmen, olabilecek en güzel yol her ana baba için!
Sonra şöyle devam eder aynı şarkı:
“Hayat, sen başka planlar yapmakla meşgulken
Başına gelenlerdir”
Evet, hayat gerçekten de, biz başka planlarla meşgulken başımıza gelenlerden ibaret olabiliyordu… Başkaları için yaşıyorduk çoğu kez fark etmeden, üstelik savunma mekanizmalarımızda aklileştiren cümlelerle destek veriyordu bu işe:
“Ah, komşu ne der? Ya erkek arkadaşım? Daha da kötüsü patronum ve belki de işimi kaybederim!”
Bazen binlerce “keşke” kullanıyorduk. Ya da Nasrettin Hoca’nın “ ya tutarsa” hayallerinin peşinden gidiyorduk. Giderken de onca güzelliğin farkına varamıyorduk! Belki sırf o yüzden; sırf etrafımızda sıradan gibi görünen onca güzelliğin farkına varabilelim diye anları yaşamak denilen cümle vardı!
Yağan yağmurun toprakla sevişmesi değil miydi, burnumuza yayılan doygunluk kokusu?
Bulutların gölgesi değil miydi derinlik veren denizlere?
Ay değil miydi, yıldızlarla birlikte karanlık korkumuzu sonlandırmak isteyen?
O halde, bir gülün güzelliğini seyretmek yerine, onu koparmak nedendi? Belki de çiçeklerin en güzeli olan gül, oğlumun dediği gibi “herkes koparmasın” diye dikenlere sahipti!
Ve yine geçenlerde oldukça yoğun bir Bakırköy sabahında el ele yürüyen, her biri en az altmış yaşında, bir çift gördüm.
O an aklıma bir başka Lennon şarkısı geldi:
“Hayatımız birlikte
Çok değerli
Birlikte
Büyüdük
Büyüdük
Hayatımız hala çok
Özel olduğu halde
Bir şansı değerlendirelim
Ve uçalım
Bir yerlere yalnız!”
Kendimi bildim bileli hep düşlemiştim: “İlk elimi tutan, ilk öpen beni, ilk dokunan, seven olsun ölene dek eşim… Birlikte büyüyelim, birlikte olgunlaşalım ve birlikte aynı yöne bakabilelim.”
“Hayat herkese istediğini vermiyor” dersem, evrene haksızlık etmiş olurdum. Hayır, evren bana hep dilediğimi verdi ama kimbilir belki de maceracı ruhumdu birine bağlanmak yerine özgür iradesiyle gelişmek isteyen! Ama Tanrı biliyor ya, o sabah Bakırköy’de el ele yürüyen o harika çifti seyrederken, olgunlaşmanın güzelliğinin, sabrın ve sevginin, işte öylesi “birlikte büyümekten” geçtiğini düşündüm.
Ve yine geçenlerde, aslında sanırım dündü, bir arkadaşımın sesindeki çaresizliği duydum. O an, “insan olmanın güzelliğini “ düşündüm. Her şeyi yapabileceğine inanan ve her şey olduğunu sanan insanın zavallılık ile ilahi güç olmaya çalışması arasındaki yolculuğunda ne kadar insan olabileceğini düşündüm… Bu hayat, insan olarak gücümüzün farkına vardığımızda ve bu gücü iyilik için kullandığımızda bir anlam ifade ediyordu! Biz insanlar, acaba ne kadar güzel ve güçlü olduğumuzun farkında mıydık? Yoksa düşünme denilen o muhteşem hediyeyi inkar edip, basit kalıpların arasında sıradan olmayı mı seçiyorduk?
Bir başka Lennon şarkısı beni doğrulamak ister gibi kulağımda çınladı:
“Sadece insanlar insanlarla nasıl konuşulacağını bilir
Sadece insanlar dünyayı nasıl değiştireceğini bilir
Sadece insanlar insanların gücünü fark eder
Bir milyon kafa birden daha iyidir; hadi gel katıl o zaman”
Ne olursa olsun, maceranın kendisi, insan olabilmek, bu yaşamdaki en büyük güzellik değil miydi?
Bu yazıyı yazarken, hep kulağımda Lennon vardı…Ve şu satırları yazarken “Woman” isimli şarkısını dinliyorum; yeniden ve yeniden ve yeniden…
Güzellikle ilgili yazarken, “kadın ne ifade eder?” diye düşündüm? Çoğunun sahip olduğu tek makastan çıkmış saçlarından ve aynı estetisyenden çıkmış burunlarından bahsetmiyorum. Wolf, sevgili dostum bana “woooman” derdi, “ wooman, duyduğun gibi bulutlara benzer; dokunmak istersin ama dokunamazsın, hayal edersin ama ulaşamazsın, yumuşaktır ama bazen öylesi soğuk…Woooman, ah, öylesi woooman her hayali süsleyen!”
Ve Lennon şöyle diyordu:
……….
“Woman, anladığını biliyorum
Erkeğin içindeki küçük çocuğu
Lütfen hatırla hayatım senin ellerinde
Ve woman, beni kalbine yakın tut
Ne kadar uzak olursa olsun, bizi ayırma
Her şeyin ötesinde bu, yıldızlar tarafından yazılmış”
…………
Bu dünyadaki binbir güzellik arasında kadın varsa, erkek de vardı… Neydi bir erkeğin güzelliği?
Zeki gözler,minik popo, uzun boy ve bacaklar ve güzel eller …Ah, bunlar benim düşlerimdi! Bir erkek, benim için, Tanrı ile özdeşti: Güçlü, kararlı, otoriter, merhametli, koruyan, düşünen, “coquette” gibi davranmama izin veren … Dahası bana baktığında kelimeler olmaksızın ne demek istediğini anlatan, dokunduğunda beni eriten, öptüğünde beni alabilen!
Geçenlerde okudum bir gazetede “öpmek” diyordu bir ünlü, “ aşkın yüzde ellisidir!” Öpmek denilen şey, nefeslerin, yani ruhların, birbirine karışabileceği ve eriyebileceği sonların başlangıcı değil miydi? İkilerin Bir olabileceği en Güzel An’ın başlangıcı değil miydi? Ve var mıydı aşktan daha güzel ve anlamlı olan bir şey? Yoksa sevgi mi demeliydim bu hayatta?
Söylediğimi kanıtlamak istercesine bir başka Lennon:
“Aşk gerçetir
Gerçek aşktır
Aşk hissetmektir
Aşkı hissetmek
Aşk istemektir
Sevilmeyi istemek
Aşk dokunmaktır
Dokunmak aşktır
Aşk ulaşmaktır
Aşka ulaşmak
Aşk sormaktır
Sevilmeyi
Aşk sensin
Sen ve ben”
Aşk ve güzellik derken, sevgili Aşık Veysel aşk ve güzelliği, ve güzelin ancak yüklediğimiz anlamla güzel olduğunu, en doğru şekilde onlarca yıl öncesinde tarif etmişti:
“Güzelliğin on par’etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa”