İşte bu yazı hem daha önce okuduğunuz “Onun içinde biri var” başlıklı yazımın ikinci bölümünü oluşturuyor, hem de sevgili Türkay Hoca’mın verdiği ödevi de yerine getirmiş oluyorum. Yalnız şunu da belirtmeliyim ki bu yazıyı yazabilmek için kızıma kaç masal anlattığımı ve kucağımda onunla evin içinde kaç tur attığımı bilmiyorum, eh bu hali de en iyi “kucağında biri olan”lar anlar öyle değil mi?

Hikayenin başına dönelim isterseniz: Eşimin hamile olduğunu öğrendikten sonra yaşadığım ilk duygu müthiş bir korkuydu. “Nasıl yani şimdi ben baba mı oluyorum? Benim sorumlu olacağım bir canlı mı olacak hayatımda? Nasıl yaaaa? Eee peki ben ona bakabilecek miyim? Geçindirebilecek miyim? İmdaaaat!!!” gibi cümleler kafamda uçuşuyordu. İlk panik-atağı atlattıktan sonra aylar ilerledi ve ben bu fikre gittikçe daha da ısınmaya başlamıştım, hele ki “hiç kimse hazır olduğu için anne-baba olmuyor, merak etmeyin bu endişeleri hemen tüm anne-baba adayları yaşar” cümlelerini okuduktan sonra bir kitapta, iyice rahatlamıştım. Amma velakin dokuz ay geçmiş ve hep anasının karnında duracakmış gibi duran insan yavrusuyla karşılaşma vakti gelmişti ve ben halen banyonun kapısında eşinin hamilelik testinin sonucunu görüp de algılamaya çalışan adamın ruh halinde takılı kalmıştım: İnanamıyordum…

Hastanedeki odanın içinde bir aşağı bir yukarı turlarken bir yandan da ameliyathanede olan biteni algılamaya çalışıyordum. “Nasıl yani?” diyecek olursanız. Benim altıncı his olarak nitelendirilebilecek bazı algılarım biraz iyidir ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama ameliyathane içinde olan biteni ve özellikle de eşimin ruh halini hissedebiliyordum, bir yandan da ona Reiki yollarken. Eşimin üzerinde bir sıkıntı vardı ve buna bir de hastane odasında benle birlikte bekleyen annelerimizin yaptığı “rahmetli anneannemin vefatı” üzerine fikir teatisi de eklenince, benim üzerimde tadından yenmez bir gerginlik oluşmuştu. Ben de her zaman böyle durumlarda yaptığım gibi abanmıştım Reiki’ye ve sürekli Reiki yolluyordum eşime ve bebeğime. (Tabii Reiki sizin bedeniniz aracılığı ile akan bir enerji olduğu için, gönderme yaparken sizi de rahatlatır.) Derken bir anda büyük bir rahatlama ve çok keyifli bir enerji kapladı bedenimi ve annemlere “hayırlı olsun bebek doğdu” dedim ve der demez de odanın telefonu çaldı: “Eşyalarınızı alın ve yukarı buyurun, bebeğiniz doğdu” haberini verdi hemşire. (Eşimin doğum yaptığı hastanenin kurallarına göre ben doğuma girememiştim ve aşağıda odada beklemiştik.) Haberi alır almaz hepimiz hurra diyerek yukarı koştuk. Ama açıkçası içimde bir korku yok değildi hani. Bu telefondan yaklaşık yarım saat önce hastane içinde turlarken daha yeni baba olmuş biriyle karşılaşmıştım ve az önce doğan kızını eline vermişlerdi ve o da aşağıya odaya indiriyordu. Adamın yüzündeki ifadeyi görünce açıkçası korkmuştum. Çünkü o anda o adam uçmuş gitmişti, artık hayatında elinde bebekten daha önemli hiçbir şey yoktu ve hayatının merkezinde ondan başka da hiçbir şey olmayacaktı. Sanki bebeği değil de, başka bir şeyi tutar gibiydi. Ha tamam bebekler, gerçekten çok değerli varlıklar, ama açıkçası “Bende mi o adam gibi hissedeceğim yahu, o zaman yandık be. Bundan sonraki hayatım hem benim, hem kızım için acayip zorlu geçecek.” endişesi kapladı içimi. Çünkü çevremde gördüğüm ve çocuğunu böyle gören bazı baba örnekleri de vardı ve adamlar kendi hayatlarını toptan bırakmıştı ve de çocuklar katlanılmaz derecede şımarmışlardı. Ben ise kızımı -kendi açımdan-, hayat yolunda yürürken bana katılan bir yol arkadaşı olarak hissetmek istiyordum, tıpkı ondan önce annesinin hayatıma katılışı gibi. Hayat yolunda yürürken bir zaman geldi eşimle yürümeye başladım ve biz birlikte yürürken bir zaman geldi, güzel bir varlık da bizle birlikte yürümeye başladı. Benim evli ve çocuklu olmaya dair felsefem bu zaten. Diğer türlüsü bir sürü aksaklığa neden oluyor diye düşünüyorum. Peki neden o adamı görünce öyle korktum? Çünkü kızımla daha karşılaşmamıştım ve neler hissedeceğimi bilmiyordum…

Telefonla yukarı çağrıldıktan sonra ailecek yukarı koştuk ve kızımın bize verilmek üzere hazırlandığı odanın camına koşturduk. Derken onu gördüm. Ufacık, kırmızı renkli bir insan yavrusu ortalığı yıkıyordu viyaklayarak. Ona sadece bakıyordum. Bu bakışı şöyle tarif edebilirim: “Er Ryan’ı Kurtarmak” filminde Tom Hanks’in yanında bir top güllesi patlar ve o da aptal aptal etrafında olan bitene bakmaya başlar. İşte benim durumum da aynıydı. Bir bebeğe baktım, bir annemlere, bir kardeşim, bir baldızıma, sonra bir daha bebeğe. His olarak acayip nötrdüm. Hiçbirşey hissetmiyordum, çünkü şaşkınlıktan hislerim uyuşmuştu. Gözümün önünde minicik bir kız bebeği vardı ve ben onun babasıydım. (Bu satırları yazarken bile halen aynı şaşkınlığı yaşıyorum.) Az sonra da odanın kapısı açıldı ve hemşire o minik insan yavrusunu benim kucağıma verdi. Bir anda kendimi sanki kırk yıldır babaymışım ve babalığa hazırlanmışım gibi hissettim. Hiç öyle “aman bişi olur” korkusu falan yaşamadan, “verinnnn banaaaa kızımıııı, hainnn Bizanslılarrrr” modunda (güvene bak beee) aldım onu koluma ve sanki sürekli kucağımda taşımışım gibi rahat rahat odaya indim. Ben bu rahatlık içindeyken, ikişer çocuk büyütmüş anneler ise “ay aman bişi olur mu?” endişesiyle bebeği kucaklarına almaktan çekiniyorlardı ve bendeniz “bişi olmaz merak etme, bebek bu daha kemikleri kıkırdak gibi” diyerek onların endişesini gidermeye çalışıyordum. (Bak bak bak!) Yani kısaca anlayacağınız komik bir hal içindeydim, bir yandan şimdi “baba mı oldum ben?” derken, diğer yandan da sanki kırk yıldır babaymışım gibi bir güven gelmişti üzerime.

Şimdi, bu satırları yazarken yukarıda anlattığım sahnelerin üzerinden yaklaşık 1.5 ay geçti. Bundan 10.5 ay önce yatakta endişeler içinde kıvranan Hasan’a mesaj atabilme şansım olsa ilk söyleyeceğim şey: “Hiç korkma, korktuğun hiçbirşey gerçekleşmeyecek, bilakis çok keyifli zamanlar seni bekliyor.” derdim. Geçim bir şekilde sağlanıyor. Babalık sorumluluğu dersen “sorumluluk” kelimesini nasıl algıladığına bağlı o, benim algılayışımda “sorumluluk” bir yük değil, bilakis “insanın yaratıcı gücünü kabullenebilme ve hayal ettiklerini gerçekleştirebilme yetisi”. Böyle algıladığım için de “sorumluluk”lar bana büyük destek ve motive aracı oluyorlar. Bunlar da arada çıkınca geriye kalıyor, kızınla iletişim ve paylaşma kısmı. Eh benim hayatımda en zorlandığım kısım, ikili ilişkilerde iletişim ve paylaşma kısmıdır. (Yani görünenin ötesindeki görünmeyen iletişim kısmı, yoksa görünende çen çen bir adamım.) Kızımın da beni bu konuda bayağı geliştireceğini düşünüyorum. (Tabii anasının da bu konuda katkıları bol ama yazının konusu anası değil, kızı.) Kısacası anlayacağınız, her türlü problem bir şekilde çözülüyor ve bu yazıyı okuyan bir baba adayı varsa, hiç endişe etmesin, sadece Playstation’un başında daha az vakit geçirebileceğini bilsin. Babalık güzel bir şey.

Huzurlarınızda minik kızım Duru Sonsuz’a tekrar aramıza hoşgeldin demek istiyorum ve hayat yolu da adı gibi sonsuz olsun diyerek yazımı bitiriyorum.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...