Ama aynı zamanda da yormayan şehir Kahire… İnsanların ve şehrin canlılığına, yaşanmışlığına ayak uydurmanız gereken şehir Kahire.. Kalabalık, tozlu, sıcak, gürültülü şehir Kahire.. Masal mekanı Kahire..

Bu şehirde iki gün değil de daha fazla kalsaydım daha ne sıfatlar eklerdim bilmiyorum ama iki günün izlenimleri bunlar. Gerçekten uyumamak istiyorsun. O kadar yaşıyor ki hiçbirşeyi kaçırmak istemiyorsun. Ne kadar da az iki gün..

Aklıma Mehmet Ali Kılıçbay’ın “Şehirler ve Kentler” kitabı geliyor. Hani dişi özellikleri ağır basan şehirleri ve tam anlamıyla erkek kentleri anlattığı kitabı. Dişi şehirler; İstanbul, İzmir, Bodrum, Paris, New York, Napoli, Floransa, Venedik.. erkek kentler; Ankara, Roma, Madrid, Los Angeles..

Kahire dişi ve – yoğun bir şekilde – erkek özellikleri arasında gidip gelmekle birlikte kent demek içimden gelmiyor. Yok yok şehir, Kahire. Sürmeli gözlü, hafif utangaç, şaşkın, heyecanlı, biraz geveze, biraz kavgacı, büyülü, aşık bir dişi. Biraz da aklı havada..

Uçaktan kızılkahverengi çölün ortasına kurulmus kutu kutu binaları görünce tam olması gerektiği gibi duygusuyla iniyorsunuz havaalanına. Ve işte kalabalık ve karmaşa.. 6 günü dalışla geçecek olan tatilimizin 2 günlük Kahire ön ısınması, 7 kişilik ön grupla başlıyor.

Keyifli ve heyecanlıyız. Bagajlarımızı taşıyan adamlar bahşiş peşinde. Onlar bahşiş, bahşiş dedikçe Tolga “Şiş Kebap” diyor. Yalnış anladığımızı sanıp, noo şiş kebap, bahşiş diye yırtınıyorlar. Sonunda veriyoruz. 1 Mısır Poundu yaklaşık 300.000 TL. Biraz zor alışacağız.

Minibüsle Giza bölgesindeki otelimiz, Sheraton Royal Garden’a doğru ilerliyoruz. Giza, Piramitlerin bulunduğu yerde, şehir merkezine 20-25 dakika uzaklıkta. Yol boyunca camlara yapışıp çok kısa kalacağımız şehri sindirmeye çalışıyoruz. Sağlı sollu düzgün ve çok güzel evlerin önünden geçerek ilerlerken çarşıya geldiğimizde kalabalık artıyor. Tunç özellikle açık hava (!) kasaplarına dikkatimizi çekiyor. Bolca düz damlı, kare minareli cami ve bol ışıklı dükkanların önünden geçiyoruz.

Otelde yediğimiz fazla batılı -tıpkı otelimiz gibi- ilginç olmayan yemeğin ardından meşhur Khan el Khalili çarşısına gitme kararı alıyoruz. (Bu arada Nobel Ödüllü Mısırlı Yazar Necip Mahfuz’un Khan el Khalili’de kitabını şiddetle tavsiye ederim.)

Kapıda daha sonra iki gün bizimle olacak Taksici İbrahim ile tanışıyoruz. İbrahim, 40 yaşında, babası ve kardeşleri ile yaşayan “bekar”, iyi İngilizce konuşan, sevimli şoförümüz. Biraz çılgın..

Arabası, eski Kadıköy-Taksim arası işleyen dolmuşlar misali nuh nebiden kalma sefil ama sevimli.. Sigaralarımızı yakıp, mekana uygun müziğimiz bangır bangır, yola koyuluyoruz. Keyifler süper! Trafik çılgın! Hiçbir arabanın hiçbir saatte farları yanmıyor. Kendilerini göstermek istediklerinde korna çalıyorlar. Trafik lambası diye birşey yok. Önce davranan geçer..

Khan el Khalili’ye doğru ilerlerken İbrahim bizi parfüm fabrikasına götürmek istiyor ama nedense yolda fikrini değiştirip Papürüs Müzesi’nin önünde duruyor. Mecburen (biraz da meraktan) giriyoruz. Bir masanın etrafına 9-10 erkek oturmuş çay içiyor. İbrahim onlara katılırken, birisi bize papürüsün nasıl yapıldığını gösteriyor ve bir tanesinin hikayesini uzun uzun anlatıyor. Bu kadar uğraşmasının bedelini alacak tabiki. Hangisini alacağımızı seçmek pek zor olmuyor. Pazarlık yapmamız gerektiğini biliyoruz. Onlarda bizim bildiğimizi biliyorlar ve üzerinde pazarlık rakamlarının yazılıp çizileceği kağıt ve kalemi elimize tutuşturuyorlar. Ama fiyatlar hakkında fazla bir bilgimiz yok.140 Pound’dan 60 pounda indirdiğim papürüslerin daha sonra 15-20 Pounda satıldığını görüyorum. İlk gün acemiliği.. Neyse sanırım bizimkiler daha kaliteli.

Tekrar yola çıktığımızda çevre yolu gibi biryerde şoförümüz İbrahim birden duruyor. Yol kenarında yeni evlenmiş bir çift sokak lambasını altında fotograf çektiriyorlar. Ancak hint filmlerinde görülecek bir sahne. Sahneye konuk oluyoruz. Genç çiftle birlikte fotograf çektiriyor, öpüşüyor ve heyecanlı başlangıçlarına terk ediliyoruz.

Sonunda Khan el Khalili’deyiz. Kapalıçarşının, açık ve afrikalı kopyası. Zaman ve mekan içinde kaybolmak için ideal. Saat gece 11- 12 arası ama son derece kalabalık. Çok oyalanmadan direk nargile içeceğimiz “El Fishawy” kahvesine gidiyoruz. 240 yıllık çok ünlü bir kahve, El Fishawy. Hiçbir yer gibi değil. Çok kendine özgü. Çarşının en merkezi yerinde daracık bir sokakta kurulmuş. Sokağın iki tarafına yerleşmiş sandalyeler ve minicik masaları. Duvarlarda -kimbilir kimlerin önünden geçtiği- geniş oyma çerçeveli iki metrelik aynalar, mekana olduğundan daha büyük ve görkemli bir hava veriyor. Aslında insanlar, kokular, sesler, ortam o kadar görkemli ki aynalara pek gerek yok.

Çaylarımızı ve nargilelerimizi söylüyoruz. . Nargile ve tütsü kokuları bizi biraz sersemleştiriyor. Ortalarda dolaşan mekanın sahibi kılıklı epeyce iri yarı bir adam etrafa çapkın bakışlar atıyor. Sonradan öğreniyoruz ki, sahibi değil ama 30 yıldan uzun bir süredir orada çalışıyormuş. Diğer garsonların da bu adamdan pek farkı yok. Hepsi son derce flörtöz. Mısır kendinizi kraliçe gibi hissedeceğiniz sayılı kalmış mekanlardan biri olsa gerek. Beğenilerini -rahatsız etmeden- ifade etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.

Çaylar büyük bardaklarda içine taze nane koyulmuş olarak geliyor. Tahmin edeceğiniz gibi pis. Ama kimin umrunda.. Sigara için küllük istediğimizde gelen parlak gümüş rengi tabak karşısında Zeynep’in tepkisi “gelen en temiz şey bu” oluyor. Gariptir, gerçekten de öyle. Nargileler elmalı ya da ballı.

Kahve turistlerin yoğun ilgisinde ama o akşam çoğunluk Mısırlı. Önümüzden her 10 saniyede bir geçen bütün satıcıların hedefi biziz dolayısıyla. Üzerinde eski Mısır tanrıları olan cüzdanlarından birini illaki bize satmaya azmetmiş adam, piramit, deve desenli kilim satanlar, renk renk -alsan asla takamayacağın- boncuklar, takılar, selpakçı çocuklar -evet orada da var-, sormadan masana kabuklu yer fıstığı bırakıp parasını almaya çalışan kadın, tahtasına vurarak ilgi çekmeye çalışan ayakkabı boyacıları, tef çalıp buruk bir şarkı söyleyen uzun entarili yaşlı kadın, ipe dizilmiş çiçekleri boynumuza asmaya çalışan kadın, çakmakçı, tütsücü.. Giden 10 dakika sonra tekrar geliyor. “Ten pound”, “five pound”, “one pound” kelimeleri ortalıkta uçuşuyor. Hiç dayanamadıklarımıza 1 pound verip birşey almıyoruz. Ama garip kelebek tokaları satan çocuk o kadar tatlı ki dayanamayıp hepimiz alıyoruz. Kelebeğin kanatları tokayı salladıkça pır pır uçuşuyor.

Birkaç saat süren bu gösteriden sonra otele dönmek için meydana çıkıyoruz. Büyük pazarlıklar sonucu -pazarlık yapmak bir gereklilik olduğu kadar aynı zamanda da bir zevk- yine nuh nebi ötesi bir Peogeut’a biniyoruz. Biniyoruz ama araba çalışmıyor. Arkadan 4 kişinin itmesiyle hareket eden arabanın arkasından “Number one in France! “ diye bağıyorlar. Ölüyoruz gülmekten. Biraz sonra Ali elini kapıya doğru uzatıyor ve “aaa.. parmağım kapıdan çıkıyor” gibi bir daha zor sarfedilir bir cümle kuruyor. Gerçektende kapı kapandıktan sonra arada 1 cm boşluk var. Bu arada koltukların yırtık pırtık oldugunu, pencerelerin açılıp kapanmadığını yazmama gerek yok sanırım. Kesinlikle çok keyifliyiz.

Ertesi sabah ekip, önceden ayarlanmış rehber eşliğinde Kahire Müzesi, Piramitler ve Khan el Khalili turuna çıkıyor. Programlı ve çok turistik olduğunu düşündüğüm bu programa katılmıyorum. Benim istediğim bugünün Kahire’sinde kaybolmak. “Tek başına rahat edemezsin” uyarılarına rağmen.

Ama önce çözülmesi gereken önemli bir sorunum var. Fotograf makinam! Kahire’ye gidipte çıkan bir aksaklık yüzünden fotograf çekemeyeceğime inanmak istemiyorum. Resepsiyondaki görevli beni Nikon’un yetkili servisi olmadığına inandıramıyor bir türlü. Sarı sayfalardan gözüme büyük fotografçı gibi görünen bütün adresleri yazıp Taksici İbrahim’i buluyorum. Zaten bir gece öncesinden programlamıştık. O götürecek beni istediğim yerlere.

İbrahim’le rahat hissediyorum. Hem İngilizce biliyor hem de otel müşterilerine alışık. Üstelik tanıdığım tek Mısırlı. Katlandığım şeyleri de var tabiki; çok konuşuyor, sadece istediklerini yapıyor ve bana Fatma diyor, öyle kolayına geldiği için..

Gündüz gözüyle Kahire daha farklı. Bu sefer güzelliklerin, büyünün yanında fakirliği, çaresizliği de gün ışığında. Görmemek mümkün değil. Gece gülümseten şeyler, şimdi düşündürüyor. Doğulu sarhoşluğu yerini gerçek dünyanın bilinenlerine bırakıyor. Yol kenarına örülmüş yüksek duvarların ardındaki sefil evleri yarım yamalak görebiliyorsunuz. Sanırım duvarlar özellikle örülmüş, görüntüyü bozmasın diye. Arka taraf biraz hayal gücünüze ve ilginize kalmış durumda. İlgilenmek istiyorum ama İbrahim iyi bir fikir olmadığında ısrarlı. Tıpkı “Ölüler Şehri” olarak bilinen Memlûk mezarlığına gidemiyeceğimizi söylediği gibi. Kabul etmek zorunda kalıyorum. Zaten o anda tek isteğim fotograf makinamın yapılması.

Topladığım adreslere rağmen İbrahim gördüğü her fotografçıda durmakta inat ediyor. Onlarda sadece film-makina satıyor. Samanlıkta iğne ararmış gibi iki saatlik arayışın sonunda çok büyük bir tesadüf eseri sadece makina tamir eden Photo Labib’i buluyoruz. İşte kırmadın beni Kahire diye geçiriyorum içimden. Bir yandan da şüpheliyim sandalyesinden hiç kalkmamış ve kalkmayacakmış gibi oturan bu yaşlı adam yapabilecek mi derdimi anlayabilecek mi diye. O kadar eski makinalar var ki etrafta.. 10 dakikada halledip, bir de üstüne para istemeyince utanıyorum düşündüklerimden. Aptal bir şaşkınlıkla ille de birşey vermek istediğim için film almak istiyorum. Bilge kişi edası ve kusursuz İngilizcesiyle “Güzel kızım, ben burada sadece tamir ederim, satmam“ demesi utancımı biraz daha arttırıyor. Sanırım İstanbul’daki dünyamı biraz sorgulamam gerekiyor.
İbrahim söylenmelerimden kurtulduğu için, ben de fotograf çekebileceğim için rahatlamış olarak Khan el Khalili’ye doğru gidiyoruz. Ne olur ne olmaz diye bana cep telefonunu verip, çılgın trafikte kayboluyor. Sonunda istediğim yerdeyim. İstediğim sokağa girip, istediğimden çıkabilirim. Yabancı olmanın dayanılmaz özgürlüğü..

İşte yüzlerce sokak, binlerce dükkan! Ve hepsi de seni istiyor. Ben de hayır demiyorum. Kolumdan çekenin dükkanına girip sunduğu şeylere bakıp, gerekli pazarlığı yapıp genellikle de dayanamayıp alıyorum. Zaten çok ucuz. Şöyle bir kendine gelip de dakikalarca uğraşarak 50 Pound’tan 15 Pound‘a indirdiğin şey o kadar ucuz ki niye yaptım diyorsun. Ama dediğim gibi bu bir gereklilik, ayrıca en sonunda “tamam 15 Pound ama sırf bu kadar güzel olduğun için“, “benim kraliçem olduğun için“ gibi lafları duymak hoşuma gidiyor. Hatta manalı manalı bakıp “Seni Seviyorum“, “evlen benimle“ demekten bile çekinmiyorlar..

Şehrin genel havasında ve çarşıda karşına sürekli 4000 yıl önceki Mısır ‘zoraki ‘ çıkıyor. Günümüzün hayatın karmaşasında kaybolmuş 16 milyonluk şehir Kahire’siyle o kadar tezat ki bana garip geliyor. Papirüsleri, Mısır tanrı heykellerini alıyorsun, doğululuğu görüyor ve yaşıyorsun. İyi uyum sağlayamamış bir çift gibiler. Ama gariptir ikisini de görmek istiyorsun.

Bütün günüm akşama kadar Khan el Khalili’de geçiyor. 2 günlük Kahire gezisinin 1 gününü çarşıya ayırmak istemezdim ama o kadar renkli ki, karşıma çıkan insanlar yaşadığım olaylar her biri ayrı hikaye olur. Unutamayacaklarım arasında, küçük cherry domatese benzeyen turuncu meyva Hranksh (harankaş) satan adamın fotografını çekmem karşılığında meyvayı elinden tatmak zorunda kalmam var mesela.

Renkli parfüm şişeleri ve losyonlar satan dükkanın sahibi ile İstanbul üzerine uzun muhabbetten sonra hoş kokulu bir masaj yağı ile yüzüme masaj yapması sanırım günün en güzel şeyiydi. Sonra baharatçılar hanındaki bir imalathanede, ne olduğunu anlamadığım siyah baharatın yağını çıkaran makinanın başında çalışan çocukların fotograflarını çektikten sonra simsiyah elleriyle, zaten günün ve çarşının bütün pisliğini taşıyan sırtıma vurarak ‘habibi’ demelerini gülümseyerek karşılamak zorunda kalmam da hatırlamaya değer olaylardan.

Renkli yünler satan yaşlı adama fotografını postalama sözünü tutamıyacak olmam çok yazık oldu. Fotograf son derece başarısız.

Bu arada alışveriş amaçlı girdiğim dükkanları ve uzun pazarlık muhabbetlerini yazmak istemiyorum. O zamanda yormuştu, biliyorum ki şimdi de yoracak. Ama bu dükkanlarda Türk olduğumu öğrenenlerin ya ‘Tarkan’ ya da ‘Turgut Özal’ demeleri ilginç. Tarkan’ı anlarım da Özal ? ?

Dolu dolu geçen bir Khan el Khalil gününün sonunda, akşam 7’de başlayacak piramitlerdeki ışık ve ses şovuna yetişebilmek için bir taksiye binip otele dönüyorum. İbrahim’i bulup piramitlere doğru gidiyoruz. Hava kararmak üzere. Karanlık tam çökmeden karşılaşmak istiyorum bu dünya harikalarıyla. Ben sabırsızlanıp dururken birdenbire çıkıveriyorlar karşımıza. O kadar şehrin ortasındalar ki biraz haksızlık edilmiş gibi geliyor. Yine de o kadar net ve yalın gözüküyorlar ki heyecanım şaşkınlığa karışıyor. Henüz hayranlık yok. Hayranlığı ertesi gün dokunduğumda yaşayacağım.

Açıkhava sineması gibi döşenmiş bir alandan gösteriyi izliyoruz. Eski Mısır dili ve müziği ile karşılaşacağımı umuyordum. Hayal kırıklığı.. Abartılı tonlamalarla İngilizce uzun uzun birşeyler anlattırıyorlar bir yeşil bir pembe olan piramitlere. Dinliyemiyorum. Biraz üşüdüğümden biraz istemediğimden. Sahneye kurulmuş dekor gibi duruyor Keops, Kefren, Mikerinos ve Sfenks.. Seyircileri de bir o kadar bu dünyadan! Neyseki ertesi gün hayal ettiğim gibi parlak güneşin altında, derin sessizlikleri ve doğallıklarıyla göreceğim.

Bir saat süren programın ardından beni bekleyen İbrahim’i koşarak buluyorum. Neyseki O’da sıkılmış, hızlıca uzaklaşıyoruz.

Akşam yemeğimizi Nil turunda gemide yiyeceğiz. Yazık ki gecenin öteki yanlış seçimi.. Hepimizin bir araya gelip saat 9 gibi geminin kalkacağı yerde hazır olmamıza rağmen binebilmemiz ve geminin kalkması 11‘i buluyor. Bu süre içerisinde uzun uzun Nil’i ve çevresindeki büyük otellerin ışıklarını izliyoruz. Burası Kahire’nin zengin ve modern yüzü.

Gemiye ilk adımım düşmem, fotograf makinemin bozulması ve gezi sonuna kadar bir daha kullanamayacak olmamla başlıyor. Yapacak birşey yok. Bu sefer durum daha ciddi.

Gemi iki katlı ve her iki katta da düğün var. Alt kattaki düğün grubuna dahil oluyoruz. Gelinle damadın yaşı biraz var. Bol göbek atmalı bir düğün bu. Her düğünün hiç oturmayan, herkesi kaldırmaya çalışanı burada lacivert uzun elbiseli, orta yaşlı, bol makyajlı bir kadın. Hiç oturmayanlar da cicili bicili giyinmiş küçük kızlar.

Birara garip birşey oluyor, takım elbiseli baba kılıklı bir adam gelip şarkı söyleyen kızlarla tartışmaya başlıyor. Kızlar o kadar sinirleniyor ki biz bile telaşlanıyoruz ama gelinle damat gayet sakin. Sonradan öğreniyoruz ki, bağıran adam üst kattaki düğün sahiplerindenmiş ve bizimkiler fazla yüksek sesle söyledikleri için yukarıdaki seslerle karışıyormuş.. Uzun bağrışmalardan sonra adam gidiyor, kızlar da hiçbirşey olmamış gibi şarkı söylemeye devam ediyorlar.

Yemekte çok beğendiğim patlıcan turşusuna benzeyen şeyi abartmış olmanın ve 11.30‘da yiyor olmanın acısını gece boyunca çekiyorum. Neyse ki renkli kıyafeti ile yarım saat kendi etrafında durmadan dönerek show yapan zenne geceyi keyiflendiriyor. Hele bir de Tolga‘ya etegini giydirip benzer hareketleri yaptırınca çok gülüyoruz.

Gece 35 dolar gibi Mısır şartları için inanılmaz bir paraya mal oluyor ama bir Mısır düğünü görmedik demiyeceğiz artık. “Sunulan eğlencelerden kaç, varolanları keşfet“ kuralı dünyanın her yerinde geçerli. Varolanı yaşamak için gece 1 olmasına rağmen Tolga, Zeynep ve ben El Fishawy’e gidiyoruz yine. Yazmıştım, uyumayan ve uyutmayan bir şehir burası..

Bu sefer bindiğimiz araba değil ama şoförü çok ilginç. 20‘li yaşlarının başında, çok az ingilizce bilen dünya tatlısı bir çocuk. Kafası direksiyonun üzerinde kullanıyor arabayı. Uyuyor musun dediğimizde gülümseyerek evet diyor. Çocukla sohbet edip uyanık tutma görevini önde oturan Tolga’ya bırakıyoruz. Khan el Khalili’ye geldiğimizde bizi beklemek istediğini söylüyor. “Bekleme ne zaman döneceğimiz belli olmaz“ dememize rağmen arkamızdan bağırıyor; “You go !! I wait !!“

El Fishawy’deyiz işte yine. Bir önceki akşama göre biraz daha sakin görünüyor. Dünkü kadar satıcı yok. Ne de olsa dün tatil günüydü Mısırlıların. Kahvelerimizi söylüyoruz. Garsonlar bizi tanıdı artık. İkinci defa gelmiş olmamız hoşlarına gidiyor. Bu sefer bizden başka yabancı yok. Yan masada üç Mısırlı kadın nargilelerini içiyor. Çok güzeller.. Nasıl bir huzur mekanı burası? Hiç konuşmayıp sadece seyretmek istiyorsun hayatı.. Bir gece önce elinde tef şarkı söyleyen kadın geliyor yine. Dün söylediği hoş şarkıyı yine söylemesini istiyoruz ama hangisi olduğunu anlamıyor. Aklımızda kaldığı kadarıyla çıkardığımız melodiden hemen bir parça yaratıyor oracıkta. Bizi mutlu etmiş olmanın verdiği keyifle yan masaya oturuyor ve o güzel üç kadına uzun uzun çalıp söylüyor. Bu arada yer fıstıkları yine geliyor masamıza. Bu sefer hayır demiyoruz.
Garsonlardan biri Zeynep’le ikimize kahvenin iç kısmını gezdiriyor. Çok küçük iki odasında yine görkemli aynalar, avizeler, gelen ünlülerin tabloları tahta sandalye ve masalar göz dolduruyor. 240 yıldır kimbilir kaç bin kişi girdi çıktı bu kahveye ama herkes kendi yolculuğunu yapar. Her gelenin ayrı şeyler yaşayıp, ayrı şeyler gördüğüne eminim bu küçücük mekanda. Çay ocağı tarafına gittiğimizde kahvenin şimdiki sahibi Bay Fishawy ile tanışıyoruz. Güzel sanatlar mezunu, son derece hoş sohbet, çocukluğundan beri bu kahveyi soluyan yüzüne yansıyan güleryüzü ile karşılıyor bizi. Uzun uzun konuşuyoruz. Mutlu orada olmaktan.

Saat gece 3 gibi olduğunda kalkalım artık diyoruz ama üçümüzün de enerjisi yerinde. Çarşıyı gece vakti boş haliyle dolaşmaya karar veriyoruz. Bütün dükkanlar kepenklerini indirmiş. Ürkütücü ve heyecan verici. Merak duygumuz bizi daha da arka sokaklara doğru sürüklüyor. Daracık sokaklarda bir köşede uyuyup kalmış ya da oturmuş adamların yanından geçiyoruz. Önce ne olduğunu anlamadığımız, iki sokak öteden gelen çöp arabasının sesi ortama korku filmi havası veriyor ama çaktırmıyoruz. Sanki gerçek değilde bir film sahnesinde gibiyiz yeniden.

Meydana döndüğümüzde bizi getiren taksinin hala beklediğini şaşkınlıkla görüyoruz. Bizi görünce çok seviniyor, durup durup “You came! I happy!“ diyor. Üzülüyoruz bu kadar uykusuz bıraktığımız için ama O‘na beklememesini söylemiştik. Belki onca yolu geri dönecek müşteri bulamayacaktı, boş gitmek istemedi. Belki de bir refakatçi sadakatiyle bu üç yabancıyı aldığı gibi sağ salim otellerine geri bırakmak istedi. Ama bizi sevdiği kesin. Yolda birden bire büfe gibi bir yerin önünde durup ille de size meyva suyu ısmarlayacağım diye tutturmasından mı öyle düşündüm. Kimbilir? Meyve suyu içmemiz için o kadar çok ısrar ediyor ki, gecenin dördünde, zaten midelerimiz pek iyi değilken, ne olduğunu bilmediğimiz bir yerden birşey içmek istemediğimizi anlatamıyoruz. En sonunda Tolga ayıp olmasın birimiz içelim bari deyince onu kurban seçiyoruz.

Yine de meraktan arkalarından büfeye girince meyve sularının taze sıkıldığını farkediyoruz. Koca bir bardak mango suyu iyi gidiyor doğrusu.. Güzelliğine dayanamayıp aldığımız bir kutu çilekle birlikte bütün ısrarlarımıza rağmen 11 pound tutan hesabı ödüyor şoförümüz.(adını hatırlayamamam ne kötü) Bizden sadece 20 pound taksi parası alacak. İnerken 30 pound veriyoruz.

İstemiye istemiye odalarımıza çıkıyoruz. Eh yarına enerji lazım.

Sabah oda teslimi, kahvaltı gibi işler yüzünden 12‘ye kadar oyalanmak zorunda kalıyoruz. Çıktığımızda İbrahim kapıda hazır tabiki.. Beni yol üzerindeki Kahire Müzesi’ne, diğerlerini de Khan el Khalili’ye bırakacak. Bu yolu artık çok iyi biliyoruz. Nil nehri iki kola ayrıldiğı için iki kere geçiyorsunuz üzerinden. Köprülerden birinde İbrahim‘e iki dakikalığına durabilir miyiz diyorum. Akan trafiğe rağmen duraksamadan kabul ediyor. Ben de elimden geldiğince hızlı koşarak annemin ve teyzemin verdiği toplu iğneleri Nil’e doğru fırlatıyorum. Sanırım yakında Mısır’a gidecekler…

Müze, bütün büyük müzeler gibi günlerinizi saatlerinizi alıp kafanızı allak bullak edebilecek durumda. Neyseki daha önceden tecrübem var bu konuda. Görmek istediğim birkaç şeyi belirleyip sağa sola bakmamaya çalışarak -gözüm kaysa takılacağım biliyorum- direk Tutankhamon’un hazinelerine doğru ilerliyorum. Özellikle mücevherleri herkesi hayran bırakacak zariflikte. 9 yaşında firavun olan ve 20 yaşında gizemli bir şekilde ölen Tutankhamon, laneti ile ünlü. Krallar Vadisi’ndeki mezarı, 1922 yılında ünlü Mısır bilimci Howard Carter tarafından bulunuyor. Mumyası Krallar Vadisi’ndeki orijinal yerinde, bütün hazinesi ile birlikte bulunan tek firavun. Mezarın bulunmasından sonra mezar odasına giren birçok kişi hayatını kaybediyor ve bunun üzerine “Tutankhamon’un laneti” efsanesi yayılıyor. Fakat daha sonra yapılan araştırmalar, bu ölümlerin sebebinin, yüzyıllardır mezarın duvarlarında yaşayan ve insanların akciğerlerine yerleşerek üreyen bir mantar türü olduğunu kanıtlıyor. Yaşasın bilim!!

İkinci durağım papürüslerin olduğu oda. Hayret çarşıda pazarda satılanlar kadar bol renkli resimli değil. Yazı ağırlıklı..

Daha da fazla oyalanmadan Piramitlere doğru yola çıkıyorum. Vardığımda saat 3.30 son ziyaretçi alınış saati 4.00. Doğru zamanlama.. Büyük turist kafileleri yok.. Rahatsız etmeyecek bir kalabalık etrafta. Dün gece yakalayamadığım hayranlık ve geçmişi hissedebilme duygusunu fazlasıyla yaşıyorum şimdi. Cep telefonumun radyosunda yakaladığım klasik müzik sayesinde çevreden biraz daha koparak mekana konsantre olabiliyorum. Ayrıca bu kulaklıkların devecilerden kurtulmak için de birebir olduğunu biraz sonra anlayacağım. Devecilerden kurtuluyorum ama ille de bana eşlik etmek isteyen yaşlı adamdan kurtulamıyorum. Yalnız kalmak istediğimi anlamıyor, tedirgin olduğumu sanıyor. O yüzden ısrarla görevli olduğunu, para istemiyeceğini tekrar ediyor. O kadar yaşlı ve hoş bir görüntüsü var ki kıramıyorum. 200-300 metrelik yolu birlikte yürüyoruz. Ayrılırken torunları için hatıra Türk parası istiyor. Neyseki var yanımda.

Vaktim sınırlı olduğu ve koşturarak gezmektense bir tanesinde uzun uzun kalmayı tercih ettiğim için en büyükleri olan 4 bin 600 yaşındaki Keops’a doğru ilerliyorum. Bir de güneş o tarafta olduğu için. İlk hâli 146 metre olan piramit 137 metreye inmiş. Bu piramitle ilgili edindiğim en ilginç bilgi, piramidin üstünden geçen meridyen, karaları ve denizleri tam 2 eşit parçaya bölüyormuş. 30 yılda tamamlanan Keops’da 100.000 esir çalışmış. İşçilerin ücreti yemek vererek yani gıda yardımıyla ödenmiş. Piramitte 2.300.000 adet taş blok kullanılmış ve bir taşın ortalama ağırlığı 2,5 ton. Toplam ağırlık yaklaşık olarak 6.000.000 ton. Şaşırtıcı değil mi? Aklıma yıllar önce Leman’da okuduğum karikatür geliyor. Bir astronot Mars yüzeyinde, karşısında da gözleri tepesinde iki uzaylı. Astronot heyecanla bağırıyor, “- Nasa, Nasa.. iki uzaylıyla karşılaştım. Uzayda hayat var!!“ karşıdan gelen ses sakin “ – İyi… Sor bakalım piramitleri onlar mı yapmış??“

Keops’un etrafında yavaş yavaş dolanıyorum. Artık kapanıyor gidin düdüklerine rağmen karşısında oturuyorum uzun uzun. Kimseler kalmadı etrafta. Fazla birşey düşünmeden sadece gördüklerimi sindirmeye çalışıyorum. O kadar çok düdük çalmaya başladılar ki yapacak birşey yok, gitmem lazım. Neyse ki şansım yaver gidiyor. Amerikan büyük elçiliğinden bir ekip Keops’un içini geziyor. Onlar çıktıktan sonra benim de girebileceğimi söylüyorlar. Yaşasın!! 15-20 dakika daha buradayım. Gökyüzünün parlak mavisi ile Keops’un kirli sarısı öyle uyum içinde ki, saatlerce seyredebilirim.

Ekip dışarı çıktığında kapıdaki uzun entarili görevli sabahtan beri burada olduğunu, biran önce gitmek istediğini en fazla 5 dakika kalmam gerektiğini söylüyor. Büyük galeriye doğru giden 50 metre uzunluğundaki koridoru geçiyorum ama en fazla 1 metre yüsekliğinde kimbilir kaç metre uzanan dar ve eğimli merdivenden çıkmayı göze alamıyorum tek başıma. Görevli çıkmadığım için mutlu bir şekilde hoşçakal diyor, aklım içeride güle güle diyorum.

Ekibin devamıyla buluşmak üzere Khan el Khalili’ye doğru tekrar aynı yoldayım. Artık bizim mekanımız diyebileceğim El Fishawy’de buluştuğumuzda Kahire için zamanımız dolmak üzere. Biran önce Havaalanının yanındaki otele gidip, Kızıldeniz turunda birarada olacağımız arkadaşlarla buluşup Hurgada’ya doğru yol almamız lazım. Hurgada’dan sonra da El- Quesir’e.. Ve sonra 1 hafta teknede Kızıldeniz sularındayız. Sadece dalışla geçecek bir hafta. O da başka bir hikaye…”

Konuk Yazar