Hanidir Sirkeci’den dostluk trenine binip Selanik’e gitmeyi ve orada birkaç gün kalıp aziz Atatürk’ün evini ve şehri güzelce gezdikten sonra Atina’ya devam etmeyi düşünüyordum. Ancak Şeker Bayramında İspanya’ya götürdüğüm tur had safhada sorunlu ve yorucu geçtiğinden, Taksim’den Varan’ın otobüsüne binip direkt Atina’da inmeyi tercih ettim. Yıllardır davet eden, telefonlada ara ara görüştüğümüz dostumuz Aliki; yaz aylarında aşırı sıcaklar ve otel fiatlarındaki pahalılık nedeniyle sonbaharda gitmemin daha uygun olduğunu belirtmişti.
2005 yılında Asya Tur’un hileli iflasına muhatap olduğum geziden dönüşte seyahat sigortasının önemini idrak ettiğimden; gezi esnasında bir sağlık veya başka sorun yaşama ihtimalini gözönünde bulundurarak kalış süremle bağlantılı ‘Seyahat Sigortası’nı küçük bir ödeme karşılığında yaptırttım.
Taksim’den servise binmek ve Esenler’deki otogara ulaşmak, orada yapılan pasaport ve bilet kontrolünden sonra yola koyulmak peşpeşe gerçekleşti. İlk molamızı Tekirdağ’da köftecide verdik. Yanıma yolluk almama rağmen, uzun müddettir uğramamış olduğum bu kente özel tadı yemeden geçemedim.
İpsala Gümrük Kapısı’na kadar çok güzel yerleşim yerlerinden ve Meriç Nehri üzerinden geçerek vardık. Otobüste on kişi kadardık. Tenha olduğumuzdan mıdır bilmem, gümrükten bavullarımız açılmadan çabucak geçtik.
Yunanistan’la o kadar yakınız ki aramızda saat farkı yok. Sınırdan girdikten sonra geçilen Batı Trakya bu ülkedeki dokuz coğrafi bölgeden biri.Uğradığımız ilk yerleşim merkezi çok güzel bir kıyı şehri olan Alexsandroupoli, bizdeki adıyla ‘Dedeağaç’. Türkiye sınırına 15 km gibi bir mesafede. Diğer bütün sınır köyleri gibi Türk nüfusunun neredeyse sıfır olduğu 50 bin nüfuslu bir sahil kenti. Batı Trakya’da Türkler genelde Karasu Nehri’ne kadar olan Gümülcine ve İskeçe‘de yaşıyor. Dedeağaç‘ın bütün sınır köyleri ya boşaltılmış, ya da yerine Yunanlılar iskân edilmiş. İstanbul’dan binen Yunanlı bir çift burada indi, otobüs iyice tenhalaştı!..
Geçtiğimiz ikinci yer; Xanthi ‘İskeçe’ idi. Batısındaki Gümülcine ve doğusundaki Dedeağaç illeri ile birlikte Yunanistan’da Türklerin en yoğun olarak bulundukları yerler. Drama Köprüsü isimli türkü de buraya ait.
Komotini; bizdeki adıyla ‘Gümülcine’den Larissa’ya devam ederken, birkaç sene evvel meydana gelmiş müessif bir olayı sık gidip gelen bir yolcudan ve şöförlerden dinledim. Bu arada Yunanistan’daki ilginç bir adete değinmek istiyorum. Karayollarında kaza sonucu ölen olursa hayatını kaybeden kişinin yakınları onun anısına içinde kandil yanan minik bir kilise maketi tarzı ikonalı falan dini sembolü kaza mahalline denk gelen yolun kenarına koyuyorlar.
Birkaç sene evvel okul gezisinden dönmekte olan otobüs dolusu öğrenci ve öğretmenleri; bir kamyonun üzerinde bulunan devasa saç levha bulunduğu yerden kurtularak biçmiş ve onlarca kişi hayatını kaybetmiş. İşte bu facianın olduğu yerde, kara yolu kenarına üzerinde ölenlerin adlarının olduğu kocaman bir taş levha ve haçlar konmuş. Yol bu bölgede hayli virajlı, özellikle karlı ve yağmurlu havalarda sürücüler azami dikkat etmezlerse kaza ihtimali fazla!..
Kavala; Doğu Makedonya ve Trakya bölgesinde aynı adı taşıyan ilin merkezi olan sahil kentinin adı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar’ın en önemli merkezlerinden biri ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın doğum yeri.
Kavala yakınlarında küçük bir kafe-pastane tarzı mola yerinde durduk. Buranın bademli kurabiyesi çok meşhurmuş. Dönüşte otobüsteki Türkiye’den gitme Rumlar 7-8 er paket satın alınca neymiş diye bende merak ettim. Dükkan sahibi tatmam için bir tane verdi. Çok lezizdi. Derhal iki kutu aldım…
Sonraki uğrak yerimiz, Aziz Ata’mızın doğum yeri Thessalonique ‘Selanik’ M.Ö.316’da kurulmuş. Şehir adını Büyük İskender’in kızkardeşinden almış. Yaklaşık beşyüzyıl Osmanlı yönetiminde kalmış, daha sonra mübadele esnasında Türkiye’den göç eden Rumların çoğunlukla yerleşmeyi tercih ettiği yer olmuş. Otobüs gidişte ve dönüşte Selanik garında bir müddet durdu. Bu arada inen binen yolcular oldu. Bizde fırsattan istifade alt kattaki lavabolara indik. Şaşılacak bir şey, garın içinde resmen kilise vardı. Herhalde yola çıkanlar salimen gidip gelmek için dua etsinler diye…
Lamia, bizde de bayan adı olarak kullanılan Atina’ya varmadan evvelki son konaklama yerimizdi. Yunan mitolojisinde Lamia; Zeus’la seviştiğinden dolayı Hera’nın gazabına uğrayarak canavarlaşan kız. Hera Zeus’tan doğan çocuklarını öldürdüğünden canavarlaşmış ve geceleri gizlendiği mağaradan çıkıp çocukları yermiş. Burada gidişte ve dönüşte büyük bir restoran kafede kırk dakika kadar mola verdik. Yemeklerin feci yağlı, köftelerin pabuç gibi olması iştahımı kaçırttı…. Meğerse onlar, bu kocaman köftelere ‘biftek’ diyorlarmış!.. Böreklerde maazallah kalas kadar kalındı!..
Yunanistan Cumhuriyeti 10.665.989 nufusuyla Balkan Yarımadasının güneyinde, kuzeyden Arnavutluk, Makedonya ve Bulgaristan, doğudan Türkiye, güneydoğudan Ege Denizi, güneyden Akdeniz ve batıdan Adriyatik Denizi ile çevrili. Yunanistan, Balkan Yarımadası’nın güney ucunda yaklaşık olarak 131.944 km2lik küçük bir ülke. Üç tarafı denizle çevrili. Doğu ve Güneydoğusunda Ege Denizi, güneyinde Akdeniz ve batısında Yunan Denizi bulunmakta. Ülke küçük olmasına karşın, kritik bir mevkide.
Resmi dil Yunanca ancak Yunanistan’da yaşayan Türkler, her türlü baskılara rağmen Türkçe konuşuyorlar ve elbette Yunanca da biliyorlar. Halkın %97’si Ortodoks ve gayet dindar. Nerdeyse bütün otomobillerin dikiz aynasından haç sallanıyor. Şehir içi ulaşım otobüslerinin hemen hepsinin ön iç tablosunun tepesinde ikona var. Seyir esnasında kilise gören üç kere istavroz çıkartıyor. Buna direksiyondan tek elini çekip haç çıkaran şöförde dahil!.. Kaza olacak diye yüreğim ağzıma geldi, inanılır gibi değiller. Batı Trakya’da ise İslâmiyet hakim. Genel nufusa göre azınlıkta kalan halkın çoğu Müslüman, çok az Katolik, Protestan ve Yahudi var.
Yunanistan Avrupa Birliği üyesi olduğundan para birimi Euro.
Otobüsümüz sabaha karşı dörtte Larissa metro istasyonu yanında bulunan büyük tren garının olduğu yere vardı. Aynen bizim Sirkeci gibi bir yer… Bir dolu taksici etrafımızı sardı fakat gideceğim adresi ve ne kadar tutacağını sorduğumda net bir yanıt alamadığımdan kazıklanmamak için binmedim!. Elimde nasılsa içinden iki adet otobüs bileti ve hangi otobüslere binerek gideceğime dair yol tarifi olan Aliki’nin mektubu vardı. Gardaki kafeteryada başka bir yolcuyla sohbet ederek saatin 5 olmasını ve otobüslerin sefere başlamasını bekledim. Ulaşım başlayınca, ‘1’ numaralı troleybüse binip Atina’nın merkezi Syntagma’ya geldim. Sabahın o saatinde Taksim’e gidersem hangi berduş, kopuk, ürkünç, uluorta işeyen (!) insan tipleriyle karşılaşacaksam burada da durum aynıydı…
Başkent Atina yaklaşık dört milyon nüfusuyla ülkenin en kalabalık şehri. Atina’da El Venizelos adlı şehir merkezine hayli uzak milletlerarası bir havaalanı var. Syntagma Meydanı’ndan havaalanına otobüs kalkıyor.
Yolculuk esnasında tanıştığım Yunanistan’da otuzdört sene yaşamış bir bayan; “Bu ülkede insanlar çift vardiya çalışır. Yunanistan’da hayat hiç durmaz” demişti. Hakikaten gerek troleybüste, gerekse kalacağım semt Voula’ya kadar beni götürecek olan ‘A2’ otobüsünde her yaştan bir yığın kadınlı erkekli insan sabahın köründe sokaktaydı.
İnsanlarla fransızca ingilizce anlaşmak için epey debelendikten sonra cepten Aliki’yi arayıp türkçe “Kimse yabancı dil bilmiyor, yardım alamıyorum” dedim. Hemen yanıbaşımdaki karayağız genç “Ben Türkçe biliyorum!.. Size yardım ederim” demez mi!.. Daha sonraki günlerde de bir dolu Türkçe konuşana rastlayarak, Yunanistan’da ikinci lisanın bizim dilimiz olduğunu iyice gördüm.
Kalacağım Voula, Atina’nın çok şık ve aristokrat bir sayfiye semtiymiş meğer. Bir Kemik Hastanesi’ninde olduğu merkeze hayli uzak ama çok nezih ve klas bir yerleşim.
Canım annemin yakın arkadaşı Aliki, kör karanlıkta sokaklara dökülüp beni karşıladı. Gittiğim gece iki kez üstüste 4.2 şiddetinde deprem olduğundan kadıncağızı zaten uyku tutmamış.
Ertesi gün pırıl pırıl güneşli bir havaya uyandık. Etrafa bakınınca ilk tespitim; Bebek veya Tarabya’daki gibi evlerin hemen hepsinin adeta teras büyüklüğünde balkonlarının olduğu ve bu alanları ev sahiplerinin koydukları oturma gurupları ve bitkilerle adeta bahçeye çevirmiş olduklarıydı.
Kahvaltının ardından Voula’nın kilisesine ve çarşısına gittik. Etiler yada Ulus çarşısını andırıyordu bir dolu şık kafeleri, restoranları ve butikleriyle… Daha sonra kıyıdaki Notos adlı yerde bir şeyler içip sohbet ederek günbatımını ve gelip geçen yolcu gemilerini izledik. Sonbaharda olduğumuz için kapalıydı ama kıyıda yaz aylarında küçük bir ücretle girilen Apollonia Plajı da var.
Atina; adını mitolojideki tanrıça ‘Athena’dan almakta ve antik çağlardan beri ticaret ve kültür merkezi olma hüviyetini taşımakta. Olimpiyatlara 1896 ve 2004 yıllarında olmak üzere iki kez ev sahipliği yapmış. Olimpiyatlar için 1979-1982 yıllarında yapılan stad Atina’nın kuzeyindeki Maroussi bölgesinde. Seyirci kapasitesi 2004 olimpiyatları için arttırılarak 71.000’e yükselmiş. UEFA tarafından beş yıldız verilen stadlardan biri.
Bugünkü Atina, eski şehrin küçük bir parçasından ibaret. Akropol denen iç kalesi bir tepenin üzerinde. Atina, eski çağlardan beri, çeşitli saldırılar karsısında birçok defa yıkılmış. İlkin Persler, sonra Romalılar, Haçlılar ve Osmanlılar tarafından zapt edilmiş ve kıymetli eserlerinin pek çoğu başka yerlere taşınmış. 1458 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınarak Osmanlı sınırları içine katılmış, 1829 yılında imzalanan Edirne Antlaşması ile Yunan bağımsızlığının tanınması üzerine Yunanistan’a bırakılmış, 1832’den beri devletin başşehri.
Yol yorgunluğumuattıktan sonra ikinci gün, Atina’nin 69 kilometre doğusunda bulunan Sounio’ya gittik. Sıra sıra yazlık villaların olduğu Aya Marina, Anavisos, Lagonisi, Nea Foça (Yeni Foça)’dan geçerek giden özel otobüsler götürüyor bu tarihi mekâna. Milattan önce 4.yüzyılda inşa edilmiş görkemli Poseidon tapınağı burada bulunuyor. Sounio’nun muhteşem manzaraya nazır sit alanına nasılsa ücret ödemeden girdik!.. Oradaki hediyelik eşya mağazasından bazı dostlara göndermek ve koleksiyonum için kartpostal ve oldukça kapsamlı ve pahalı bir Yunanistan kitabı aldım. Üzerinde; ‘Efsane ve tarih arasında 8500 yıllık medeniyet Yunanistan’ yazan kitabı açar açmaz ilk gözüme çarpan şey; tarihi aktarırken İstanbul’un fethinden ‘Les Turcs’ diye bahsedilmesi oldu. 1453’den gelmişiz 2008’e bir yandan hala “Konstantinopolis!..” demekte ısrar edip, diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan fetihe ‘Les Ottomanes’ (Yani Osmanlılar…) yazmak yerine ‘Türkler’ demeleri tepemi attırdı!..
Tarihi mekânın hemen yanında manzaraya karşı konumdaki restoranda Grek salatayla başlayan güzel bir öğle yemeği yedik. Dönüşü ben çok yer göreyim diye, Lavrio üzerinden geçen otobüsle yaptık. Otobüsteki herkes sürücü dahil, kilise gördükçe adet olduğu üzere üç kez üstüste haç çıkarttı!..
Sounios’tan dönme esnasında uzunca bir süre oturmak zorunda kaldığımız otobüsten iner inmez Pedion Areos parkına girip gezindik biraz. Bu arada sokak satıcısından bir ızgara mısır alıp yedim, tadı damağımda kaldı. Sanki şekere batırılmış gibiydi.
İlerleyen günlerde gittiğimiz Pire Liman kentinden Sounio Burnu’na kadar uzanan sahil şeridi ‘Apollo’ sahili olarak anılıyor ve birbirinden güzel otel, motel, tatil köyünün ve tavernaların yeraldığı turistik kesimini oluşturuyor. Sounio Burnu’nun kuzeyinde ise Euboea’ya ve bazı Yunan adalarına feribot bağlantısı olan, Atina’nın ikinci limanı Rafina yeralmakta.
Syntagma; Atina‘nın merkezinde olan ve hemen hemen tüm alışveriş mekanlarının olduğu meydan. Yunanca’da ‘Anayasa’ anlamına gelen bu meydanda Parlamento Binası yeralmakta. Önünde bulunan Meçhul Asker Anıtı’nda turistlere nöbet değişimi merasimi ilginç gelen Efsun Askerleri var. Syntagma Taksim Meydanı, Ermou, ise İstiklâl caddesi gibi bir konumda. Trafiğe kapalı ve caddenin her iki kanadında bir dolu şık mağaza, kafeterya ve sokak satıcıları yeralmakta.
Aliki’yi yormamak için oraları kendim gidip gezdim. Hatta onun tarifi sayesinde Syntagma Meydanı’nın Ermou’dan taraf banka şubesi içindeki gişeden klâsik müzik konserine bilet aldım.
Bir başka günde, MÖ 450-330 yıllarında Atina’nın “Kutsal Kayası” olarak bilinen yerin üzerine inşa edilmiş Acropolis’e gittim. Akropol tapınakları eski ve yeniçağın en ünlü abidelerinden biri haline gelmiş. Amacı şehirde yaşayanlara kudret ve koruma sağlamakmış. Bugün, özellikle Panteon Yunan Medeniyetinin bir sembolü.
Akşam üzeri vardığım tarihi mekâna girmek için bilet aldıktan sonra taş basamaklardan tırmanmaya başladım. Özellikle günbatımında insanı sarhoş edecek derecede romantik ve büyüleyici bir ortam ve bende tam o esnada oradaydım. Adeta şehri gözetleme kulesi konumundaki bu yer doyumsuz bir güzellikte. Aliki ile akşam Plaka’da yemek sözümüz olduğundan ve kapanma saati geldiğinden ayaklarım geri geri giderek Acropol’den ayrıldım.
Zappion’da buluşup, National Garden içindeki yirmiyedi ülkeden karikatüristlerin katıldığı sergiyi gezdik. Sanatçıların aklına fikrine kalemlerine sağlık yapıtlarıyla çok eğlendik. Sonra doğruca Plaka ve Monastiraki’nin yolunu tuttuk.
Hava kararınca Akropol‘ün aydınlatılmış görüntüsü hemen eteklerinde yeralan Plaka’dan pırlanta broş gibi ışıl ışıl görülmekte.
Plaka‘ya beş dakika mesafede bulunan Psiri turistlerin yeni uğrak yeriymiş. Peş peşe açılan yeni taverna, bar ve restoranlarla Psiri kısa sürede Plaka‘yı nerdeyse geçmiş. Bizde orayı seçip, havada güzel olduğundan yemeğimizi sokaktaki masalardan birinde almayı tercih ettik.
Yunanistan’da sokaklar aynen bizdeki gibi kedi kaynıyor. Söylediğimiz yemekleri keyifle yerken Aliki çığlığı bastı!.. Meğer hınzır bir kedi gelip pantolonunun paçasına adamakıllı işemiş. Zaten pisiciklerle arası pek iyi olmayan kadıncağızın bütün keyfi kaçtı. Eve dönünce ayakkabısı dahil her şeyi a’dan z’ye yıkayıp şartladı, kendide yıkandı.
Atina‘da görülecek yerlerden biri de sokak arasından tünel sistemi ile çıkılan Lykovitos Tepesi. Bir kafeye oturulup sıcak ya da soğuk bir şeyler yudumlarken Atina‘yı kuşbakışı görebilmenin keyfi yaşanıyormuş. Ancak Aliki’yi daha fazla yormamak adına oraya gitmeyi istemedim. Başka defa umarım nasip olur…
Glifada, Atina şehir merkezine 15 kilometre mesafede yeralan ve Türkiye’den gitme Rumların tercih ettiği bir başka sahil semti. Bir başka akşam Voula’ya hayli yakın olan bu semtteki bir dosta gittik. Gece boyunca restoran ve kafelerin nerdeyse tam kapasite dolu olmaları bana bizim Bağdat caddesini hatırlattı.
Orada kaldığım on günlük sürece denk gelen haftasonunda; Voula’dan adalara gitmek üzere bindiğimiz Pire’ye kadar giden ‘A1’ numaralı otobüsle Paleos Faliro ve Kalamaki semtlerinden geçtik. Bu iki semt, Türkiye’den giden Rumların ve Ermenilerin gözdesiymiş. Nitekim, İstanbul’a dönerken yolculuk esnasında sohbet etme imkânı bulduğum Rumların hepsi söyleneni doğrularcasına Faliro’da oturduklarını ve Türkiye nostaljisiyle çay salonlarında toplanıp börek boğaça, kadayıf, baklava gibi damak tatlarına devam edip ince belli bardakta çay içip sohbet ettiklerini belirttiler. Bu da bana; eskilerin “Ağız yediğini, sırt giydiğini ister…” sözünü hatırlattı. Güllüoğlu bu semtlerde dükkan açmış ve talepleri karşılamakta zorlanıyorlarmış.
Yunanistan kıyıları oldukça girintili çıkıntılı. Kıyı boyunca, Ege Denizinde ve Akdenizde yaklaşık 2000’e yakın ada Yunanistan’a ait. Bunlardan sadece 169 tanesi yerleşim yeri.
Başkent yakınındaki Argosaronikos Adaları arasında ‘Salamina, Egina, Poros ve Hydra’ var en küçüğü ise Angistri.
Pireas ‘Pire’, Akdeniz’in en önemli limanlarından biri. Atina’ya yedi kilometre uzaklıkta. Pire Limanı’nı ve gideceğimiz adanın gişesini kolayca bulduk. Eghina adası için biletimizi aldıktan hemen sonra oradaki satıcıdan bir Yunan simiti aldım. Ne görünüş ne de tat açısından hiç bizimkine benzemiyordu.
Yürüyen merdivenlerle çıktığımız feribot oldukça lüks ve şıktı. Egina adasına iki saat gibi bir zamanda filtre kahvelerimizi yudumlayarak etrafa bakınıp sohbet ederek vardık. Öncelikle kalacak bir yer bulup elimizdeki çantalardan kurtulmak istedik. Otel ararken, kıyıdan biraz içerde odasından tuvaleti duşu olmayan bir pansiyon iki kişi için 40 euro istedi. İyiki orayı kabul etmeyip aramaya devam etmişiz. Biraz ilerde kıyıda, cadde üzerinde bir otel bulup önünde liman ve deniz olan balkonlu sıcak sulu duşlu tuvaletli bir odayı aynı fiata bulduk. Tabii ki orada kaldık.
Egina’da gittiğimiz Aghia Marina gezisinde bize ufak bir kazık attılar. Aliki çok sinirlendi ve polise gidip anlattık. Bizi dinleyen genç polis, İzmir’den gelme olduğunu belirtip “Maalesef buralıların kötü zihniyeti ve tuhaf tutumları yüzünden turistler çok şikayetçi” dedi.
Agia Marina, Egina’ya inildiğinde iskeleye yakın bir yerden kalkan otobüsle gidilebilen merkeze oldukça uzak güzel bir plajı da olan hoş bir yerleşim merkezi.
Akşamüzeri Aliki ile marina yakınındaki kiliseye uğradık. O cumartesi ayinine katıldı ben mendirek tarafına yürüyüşe gittim. Bu ada bizim ‘Antep’ yada ‘Şam’ diye adlandırdığımız fıstığıyla ünlüymüş. Bizde alıp yedik. Yürüyüş esnasında kıyıdaki bir lokantada beş tane genç hanımın aralarında Türkçe konuşup gülüştüklerini farkettim. “Afiyet olsun” diye laf attım. Şaşırdılar. Sonra ayaküstü kısa bir sohbet ettik. Bir kısmı Ankaralı ve İstanbul’lu olduklarını belirttiler. Meğer Pire’den günü birlik gelmişler, döneceklermiş.
Akşam genç polisin tavsiye ettiği bir tavernada çok leziz yemekler yedik ve sahibiyle sohbet ettik. Özellikle ılık ılık servis ettikleri elma tatlısı ve yanında Yunan kahvesi muhteşem bir finaldi. Gecede odaya aldığımız içkilerle manzaraya karşı balkon sefası yaptık.
Ertesi sabah fırından aldığımız taze simit ve ekmek, bakkaldan aldığımız beyaz peynir ve kaşardan oluşan kumanyalarımızla bir kafeteryaya oturduk. Oradanda çay ve kahveleri alarak yaptığımız güzel bir kahvaltı sonrası Angistri feribotuna bindik. Bu esnada gece hafiften başlayan yağmur sabah sağnağa dönüşmüştü ama yirmi dakika içinde vardığımız diğer adada hava günlük güneşlikti!..
Angistri, Atina’ya bir nefes mesafedeki topu topu 12 kilometrekarelik yemyeşil bir ada. Pire Limanı’ndan 8 euro bilet ücreti ödeyerek deniz otobüsü ile 1 saat 10 dakikada geliniyor. Oniki kilometrekare alanı olan bu ada deniz ile iç içe. Varır varmaz ilk iş akşamki feribota Pire’ye dönüş biletlerimizi aldık. Ondan sonra doğru adayı keşfe daldık.
Denizi ve kumsalı harika olan bu adada, kıyıdaki bir motelde üstümüzü değişip plajında güneşlendik ve denize girdik. Öğlende havuz başında güzel yemekler yedik. Akşam Pire’ye dönmek ve yine bizi evimize kadar götürecek A1’e binmek çok kolaydı. Fakat gerek feribotlarda, gerekse başka her türlü mekânda illallah dedirtecek kadar sigara içiyor Yunanlılar!.. Nasıl Avrupa Birliği ülkesi anlayan beri gelsin…
Aliki, gezdiğimiz esnada bazen bilgi almak gerektiğinde başımıza tuhaf şeyler geldiğinden; “Kızım buradaki halkın bir şey sorulduğunda “Bilmiyorum” demek yerine yalan yanlış bilgi verdiklerini ve insana zaman kaybettirdiklerini Allah aşkına yazında belirt!..” dedi.
Yunanistan’daki iri yarı -tabiri caizse; damperli kamyon hatta tır gibi- kalın kaşlı, bas bariton sesli ürkünç sonderece erkeksi bir dolu hatun gördükten sonra ‘Asılacaksan İngiliz ipiyle asıl, basılacaksan Rum dilberiyle basıl…’ deyiminin kesinlikle Türkiye’deki Rum bayanlara ithafen söylendiğine kanaat getirdim!..
Eli yüzü düzgün ve nazik kimi tanıdıysak hemen bir vesileyle “Benim ailem İzmir’den veya Konstantinopl’den gelme” açıklamasını mutlaka araya sokuşturuyorlardı.
Dönmeden bir gece evvel Megalos Moussikis’de bizim AKM gibi sanatsal etkinliklerin yapıldığı binada ERT Yunan Senfoni Orkestrası’nın konserine gittik. Ben davet ettiğim için paraya kıyıp yedinci sıradan almıştım biletleri. İsveçli trombonistin solist olduğu konser oldukça kalabaklık bir dinleyici kitlesinin katılımıyla keyifli geçti.
Harika geçen bu seyahatte canımı sıkan iki şeyden biri İstanbul’a sürekli “Konstantinopl” denmesi -ki daima anında itiraz edip düzelttim!..- diğeri televizyonda haber bültenlerinde Ergenekon denilen zırva davanın habire verilmesiydi…
Voula’da gündüzleri evden içimize mayolarımızı giyip iki ayrı plaja güneşlenmeye gittik. Yunanistan’ın havasına, doğasına bayıldım.
Aliki’nin; “Lütfen daha kal, uzak adalara da gidelim” demesine rağmen geldiğim firmanın otobüsünün sefer yaptığı güne biletimi onaylattım. Kaderin cilvesi; döneceğim gün ülkede genel grev oldu. Allahtan Aliki’nin tanıdığı İstanbul’dan gitme bir taksici gelip beni evden aldı ve böylelikle otobüse yetiştim. Taksici yol boyunca bana hep İstanbul özleminden bahsetti. Bende; “İsterseniz siz beni Larissa’ya değil, İstanbul’a bırakın!..” diye takıldım.
Akşam saat 7’de Atina’dan başlayan yolculuğumuzda Trakya sınırımıza yakın Kavala, Gümülcine, Dedeağaç gibi Müslümanların yoğun olduğu bölgelerden sabah ezanında geçmemize ve de bu yerleşim merkezlerinde -görünürde- cami olmasına rağmen hiç ezan sesi duyamadım. Zaten Avrupa ülkeleri içinde; cami olmayan tek başkent Atina’ymış!.. Onca Müslüman yaşamasına rağmen…
Beni misafir eden dostumuz Aliki; yetmiş yaşını hayli geçmiş olmasına rağmen gayet dinamik, hayat dolu sık seyahat eden biridir. Benimle adeta yaşıtımmış gibi koşturdu ve ilgilendi. Allah, onun gücünü ve ömrünü arttırsın. Sayesinde Yunanistan’dan yine bir dost ziyareti ayrıcalığını ve sıcaklığını alabildiğine yaşamış ve gayet cüz-i bir harcamayla bir dolu yer görmüş olarak döndüm. Darısı dostluğun ve arkadaşlığın kıymetini bilen herkesin başına…