Ergani dönüşü , “koca” bir öğleden sonra Diyarbakır’ı gezmek için kaldı.  Tarih içinde, en eski çağlardan beri bir çok uygarlığa ev sahipliği eden bir şehri gezmek için çok uzun bir zaman sayılmaz ama kaçırılacak bir fırsat da değil. Hiç bilmediğim, çoğu kimseyle ancak “tane tane ” konuşarak anlaştığım bir şehirde bu çok da kolay gözükmüyor. Gerçekten de aynı dili konuşsak da – bazen o da olmuyor- anlaşmamız o kadar kolay olmuyor. (Aynısı New Orleans’da kaldığım zaman başıma gelmişti, o zencilerin sözleri arasında “fuck” dışında çok şey anlamak kolay değildi, şans eseri burada bu tür sözcükleri kullanan yok. ) Evren bir kere yardım etmeye karar verirse sorun olmuyor tabii…

 

Sur içinde şaşkın şaşkın dolaşırken, bir kitabevine girip derdimi anlatmaya başlıyorum ve Diyarbakır hakkında ne bulabileceğimi soruyorum. Orada bulunan  bir kişi hemen anlatmaya başlıyor. Gayet nazik, bilgili ve dolu biri . En sonunda kim olduğunu söylüyor. Şans bu ya!  “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir : Diyarbakır” isimli kitabın yazarı Şeyhmuz Diken’e rastlamıştım. Biraz anlatmaya başlıyor Diyarbakır’ın geçmişini. Sonra da yazdığı kitabı alıyorum. Büyük bir nezaketle, içine “Kenti yaşayanların dilinden, kaleminden izlemek adına Merhaba olsun” diye yazarak kitabı imzalıyor…Sonradan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı olduğunu da öğreniyorum.  Bana gezebileceğim yerleri tavsiye ediyor… Teşekkür ediyor ayrılıyorum.


İlk durak Arkeoloji müzesi. Oldukça güzel bir müze, yalnız o kadar tabelaya rağmen girişini bulmak için müneccim olmak gerek. Personel ve arkeologlar olabildiğince nazik ve yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Keşke her müze böyle olsa diyorum… Bazı müzelerdeki suratsızlar aklıma geldikçe… Tek ziyaretçi olarak, hemen gezmeye başlıyorum. Girişte hemen Çayönü bulguları karşılıyor. Çayönü, MÖ 7000’li yıllara kadar uzanıyor. Tanrıça tapımının olduğu bir yer olarak biliniyor. Zaten müzede Sevgili Tanrıça’nın idollerini görmek mümkün. Oldukça güzel düzenlenmiş. Dikilitaşlar ve kafatası bölmesinin resimleri şaşırtıyor. Aklıma Kelt uygarlığı geliyor. Orada kazı yapan Mehmet Özdoğan’ı bir kere daha okumam gerek.


Diyarbakır’ın ev sahipliği yaptığı her uygarlıktan bir şeyler kalmış. Coşkuyla dolaşıyorum müzeyi, tek ziyaretçi olarak. Sikke koleksiyonu ya da diğer buluntular bakımından çok zengin olmasa da oldukça keyif veriyor. Bir an duruyorum. On dokuzuncu yüzylldan kalma bir Madonna, Tanrıça’nın unutulmuşluğunu haykırırcasına hüzünlü bakıyor. Selamlıyorum. Müzeden ayrılma vakti. Herkese teşekkür ederek çıkıyorum.


Artık şehri gezme vakti. Hemen Sur içine girmek gerek. Şeyhmuz Bey’in söylediği yerleri görmeliyim. Fazla film seyretmekten olsa gerek, içeride pazarda eski ve orijinal bir şeye rastlamak umudu  coşkulandırıyor. Tabii bu eski çarşıda İstanbul’da Eminönü civarında bulabileceğiniz her şey karşınıza çıkıyor. Sonunda! Bir köşede eski bir tılsım buluyorum. Eskici 350.000.000 TL isteyince düş yerini gerçeğe bırakıyor.

Pazarın arasında Ulu Cami ile karşılaşıyorum. Ulu Cami, belki de Anadolu’nun en eski camisi. Diyarbakır Müslümanlar tarafından 639 yılında alındığı zaman burada Mar Toma kilisesi olduğu söyleniyor. Zamanla bu kilise Camiye çevrilmiş. Ama mimarisi eski geçmişini ele veriyor. Ulu Cami, hemen büyüsüne kaptırıyor. Girişteki Boğa’yı öldüren Aslan kabartması bana Joseph Campbell’i anımsatıyor. İlginç yorumları vardı üstadın. İçeride geçmişin derinliklerine ait anıları anlatmaya çalışan sütunlarla karşılaşıyorum. Acaba hangi usta ne amaçla yaptı ve bugünlere geldi bu sutunlar. Taş işçiliğinin, inancın coşkusuyla kabarması , taşması her bir köşe. İslam’ın en eski camilerinden biri olan bu yapı aslında her bir uygarlığın izlerini taşıyor. Cami etrafındaki dar sokaklarda kaybolmak ise geçmişe yapılan farklık bir yolculuk. Adım başı cep telefonu dükkanı olmasa, kendimi çok farklık bir yerde hissedeceğim.


Buradan ayrılınca bir sonraki durak “dört ayaklı minare olmalı”. Akkoyunlulardan kalma Şeyh Muahttar Camii’nin minaresi dört sütun üzerinde duruyor. Acaba hangi inançla yapılmıştı bu sutunlar. Hangi inançla yapıldığını bilemiyorum ama bir zabıta memurundan,  sütunların arasından, minarenin altından, yedi defa geçersem dileğimin olacağını öğreniyorum. Gözüm bu eşsiz yapıda takılı kalıyor. İnanılmaz güzellikteki bu cami  de geçmişin mistik esintilerini taşıyor.

Bir tabela var. Mor Petyün Keldani kilisesi. Burayı da görmek gerer. Daracık sokaklardan geçip kiliseyi buluyorum. Güzel bir avludan girince, eski kilise hemen konuk ediyor. Kapıda Yönetim kurulundan Zeki Kasar karşılıyor. Diğerlerini soruyor. Anlıyorum beni karşılamak için kapıya gelmemiş. “Diğerlerini bilmiyorum ama ben geldim” diyorum. Verheugen’in ziyareti yaramış anlaşılan. Çok hoş bir sohbet yapıyoruz. Keldani kilisesi ve Keldani topluluğu benim özel ilgi alanım. Bu kültür süratle yok oluyor. Aklıma Metropolit Monseigneur Pol Karataş geliyor. Tanıdığım en zeki ve hoş insanlardan biri. Hasta haline rağmen araştırmalarımda yardımcı olmuştu. Ben de o cemaatten olmamama rağmen bu kültür kaybolmasın diye yardım edeceğime söz vermiştim. Hemen Monseigneur’ü soruyorum. Hâlâ hasta. Çok üzülüyorum. Tanrısı şifasını versin.


Kilisenin girişinde 18.yy yazıyor. Olamaz. Çok daha eski. Hiç yanılmam. Zeki Kasar beni bu durumdan kurtarıyor ve kilisenin gerçekten de çok daha eskilere dayandığını anlatıyor. Keldani cemaati gibi tükenmeye yüz tutmuş bir kilise. O görkemli yapı , kahredici bir boşluk içinde. Daha sonra bir arkadaşımı arayınca acı gerçeği öğreneceğim. Kilise soyulmuş. Hiç bir kutsal eşya bırakılmamış. Söz veriyorum. İstanbul’a dönünce bir şeyler göndereceğim.

 

Meryem Ana kilisesi ise bambaşka bir tarih ve güzellik. Aynı adla bir kilise daha Ergani yolu üzerinde var. Şoför, oranın altın arayanlar tarafından harap edildiğini söylemişti. Merkezdeki bu Meryem Ana kilisesi en eskilerden biri.


Camiler ve kiliseler içiçe. Olağanüstü bir Cami’den ayrılıp , hermen bir kilise bulabiliyorsunuz. Anadolu’nun kaybolan geçmişi bu. Yeni misyonerlerin oyunlarından ne kadar uzak bir geçmiş.


Çarşıya dalıyorum yeniden. El işlemesi şallar, eski saatler . Biraz rahatlıyorum. Kaçak sigara ve çayların arasında bunları bulmak çok güzel.

 

Surların çıkışına geldim yeniden. Muhteşem surlar. Gelen bütün uygarlıklardan bir anı var. Şeyhmuz Diken’in kitabından öğreniyorum ki 1927-1931 yılları arasında valilik yapan Nizamettin ve Faiz Ergun beyler saçma sapan bahanelerle bu surların büyük bölümünü yıkmışlar. Bir Fransız profesör Ankara’ya bildirmiş de surların kalan kısmı kurtulmuş. Ne acı değil mi?

 

Sur içinden çıkınca günümüze dönüveriyorum. Her yerde “Citizen Verheugen. Welcome “ türünden yazılar var. Nereye geldiğini biliyor adam tabii. Bu ancak komplo teorisi yazısı olur. Hele sabah bir polis ve bir bekçinin öldürüldüğünü öğrendikten sonra. Bunu düşünmemeyi yeğliyorum. En azından başkanının siyasi tutumu tartışmalı belediyenin yaptığı şehircilik ve kültür hizmetlerini takdir ediyorum. Hele başkan danışmanını tanıdıktan sonra.

 

Bir de Diyar Galleria var tabii. Diyarbakır’a özgü özelliği olmayan bir yer. İçeri girince bir anda İstanbul’da olduğumu zannediyorum. Gözüme üst katta bir kitapçı çarpıyor. Çok hoş kitaplar var. Özellikle de Belediye’nin yayınları. Bir kere daha tebrik etmek gerek. Çok hoş bir sohbet yapıyoruz burada.

 

Eskiden yeniye gelerek Diyarbakır’dan ayrılıyorum. Ayrılmadan da bu yazıyı bir Net Café’den yazarak.

 

Bekle Diyarbakır yeniden geleceğim.