Ben 18 Kasım 1976 tarihinde Mersin’de Akdeniz Hastanesi’nde doğmuşum. Annemi doğurtan doktor, annem doğum sancıları içinde bağırırken “Civciv çıkacak kuş çıkacak” diye şarkı söylüyormuş benim doğumum sırasında. Zaten Dünya’ya böyle bir doktorun yardımıyla gelen adamın da hali ortada… Dünya’da o kadar ülke, o ülkelerde o kadar bölge varken ben neden Mersin’i seçmişim bilmiyorum, ama çok iyi bir tercih yaptığımı biliyorum. Mersin… Muhteşem bir doğa içine kurulmuş, metrekareye düşen Doğu’dan göçmüş gelmiş oranı Türkiye’nin ilk sıralarında yer alabilecek kadar çok, ama ayrıca bir o kadar da kültürlü bir kent.

Kültür deyince çeşitli kavramlar aklımıza gelebilir. İşte sanatsal faaliyetler, okur yazar oranı vs. Mersin’in de bunlardan da bol bol var ama esas daha başka kültürlerden bahsediyorum ben size, mesela en başta geleni yeme içme kültürü…

Mersinliler fazla yaşamaz!!! Yaşasa bile başta kalp olmak üzere bir sürü sağlık problemini beraberinde taşır. Ayrıca bayağı da besili olurlar (beni tanıyanlarınız bilir). Bunun nedeni Türkiye’nin yeme içme kültürü bakımından en zengin illerinden birisi oluşudur. Mersin deyince aklınıza hemen tantuni gelir bilirim. Evet, tantuni Mersinliler’in başlıca besin kaynaklarından biridir. Doğadaki yiyecek zincirinin ortalarında yer alan koyunlar veya danalar bir güzel kesilir ve etleri el ile ince ince kıyma haline getirilir. Daha sonra özel bir tavada kavrulur. Doğadaki yiyecek zincirinin daha altlarında yer alan domatesler, soğanlar ve maydonozlar kendilerini bizim zevkimiz için feda ederek bu güzel yemeğe salata gibi katılırlar. Sadece Mersin’de gördüğüm ‘açık ekmek’e sarılan etler ve salata bir güzel yenir. Yanına da şalgam veya ayran iyi gider. Akıllı ve daha fazla yaşamak isteyen Mersinliler Tantuni’yi biftek olarak isterler. Böylece et yağsız gelir. Yoksa normal tantuni bayağı yağlıdır ve hatta abartan bazı tantuniciler, olaya içyağı veya kuyruk yağını da ekleyerek doğal seleksiyona katkıda bulunup Mersin’in nüfusunu birer birer azaltırlar.

Herkes tantuniyi bilir ama Mersinliler’in ana besin kaynaklarından biri de ciğer kebaptır. Şimdi aranızda Mersinli olanlarınız hemen “Apo’dan bahsedecek” diyorsunuz biliyorum. Evet! Her Mersinli’nin gönlünde bir ciğerci dükkanı sahibi olmak yatar. Dalga geçmiyorum, hatta Ankara’dan Mersin’e ailesinin yanına gelmiş hemen hemen her üniversite öğrencisi de “Kızılay’ın ortasına şöyle bir dükkan açsak, ne güzel para kırarız” geyiği yapmış veya açmanın yollarını aramıştır. Gerçi bu niyetle Ankara’ya dükkan açanların hepsi battı. Zaten Ankaralılar ağızlarının tadını bilseler kıymalı pide yemeyi bırakırlar. Ne lan bu, memlekette başka yiyecek şey yokmuş gibi her taraf pideci ve dönerci. Mersin’de nerdeyse kimse pide yemez, döneri de az yerler. Gelin Ciğerci Apo’ya da görün. Adam küçük bir dükkanda başladı, şimdi nerdeyse Gümrük Meydanı’nın yarısı onun. Kardeşi Bahattin de onun yanına açtı ki resmen impartorluk, hatta abartıp iki dükkanın yanına bir de kocaman fıstıklı künefe salonu açtılar. Adamlar resmen kompleks yarattı.

Ciğer yemeyi herkes beceremez. Mesela şu anda bu yazıyı okuyan kişilerin %90’ının al ve Apo’ya götür; sonra bir servis açtır; bööle yüzünüze bakarlar bunu nasıl yiyeceğiz diye. (Hayır, ben de ilk sefer de bööle bakmıştım da ordan biliyom). Ciğer servis istediğinizde önce bir tabak içinde yeşillik gelir ve kocaman şişe su. Evet! kocaman bir şişe su, hem de bedava; hem de lezzetli. Çünkü Mersin’in suyu rahatça içilir, ayrıca Mersin’de hiç bir yer başparmağıma gusül abdesti aldıracak kadar suya da 1 YTL istemezler. Haaa sağlık yada hijyen düşkünleri itiraz edebilirler buna, ama ben daha hiçbir Mersinli’nin sudan hastalık kaptığını görmedim. Hem o hijyen düşkünleri için bir çift lafım var. Sakınan göze çöp batar, arkadaş!!! Ben, Mersin’de her türlü antihijyenik faaliyette bulundum, toza toprağa girdim, yemek yedim; daha bugüne kadar sadece bir defa zehirlendim; o da Ankara’da bir pastaneden yediğim aşureden. Hem bu kadar titiz olmayınca; insan daha dayanıklı oluyor. Benim yan komşum inanılmaz titizdir bu konuda ve nerdeyse kimseyle öpüşmez bile. (Gerçi ben ona gıcıklık olsun diye onu her gördüğümde şapur şupur öperim, o da iki saat kolonyalanır) Oğlunun geçirmediği hastalık kalmadı. 28 yaşındaki adam kızamık oldu yaf, hatta bu hastalıklar yüzünden 4 senelik okulu 8 senede bitirdi. Kıssadan hisseyi almışsınızdır umarım.

 

Ciğerler gelmeden önce size kesilmiş açık ekmekler gelir, sonra da muhteşem bir ezme salata. Eğer siz Ankaralı değilseniz, hemen dalarsınız salataya ve daha ciğerler gelmeden bitirsiniz, sonra da takviye istersiniz. Size kocaman bir salata getirirler yine ve ekstra para istemezler. Evet, Ankaralı kardeşlerim; o salatadan bol bol yiyebilirsiniz, çünkü orası Kebap 49 değildir. O gıcık Kebap 49’dan birgün kazayla pidenin yanında getirdikleri salatadan istemiştim ve salata diye 3 marul, 1 turşu, biraz mısır getirip benden ekstra para almışlardı. Bol bol da küfür yemişlerdi. Meğer o salata menülerindeki ekstra salataymış. 3 marul, 1 turşu, biraz mısır… Ankaralı olmak cidden zor. Neyse siz salatayla kendinizden geçmişken mis gibi ciğer kebaplar gelir. Ben, normalde annemin evde yaptığı ciğeri yiyemem, çünkü tadı bir gariptir. Ama bu kebaptaki ciğerin tadını asla anlatamam, en sevmeyen adama bile yedirir kendini. O ekmeği önüne koyarsın, sonra içine salatayı yerleştirirsin, sonra nane-maydonoz eklersin, içine şişine çekersin, üzerine baharatı ve limonu ve bir güzel sararsın ve hart diye ısırırsın ve o dürümden ısırığın basıncıyla domatesin suyu aynen üstünüze fışkırır ve üstünüz leke olur. Bunun adı “ben ciğer yedim” lekesidir. O leke öyle kutsal bir lekedir ki ciğerciden şiş göbek ve leş gibi soğan kokarak Mersin’in sokaklarına çıktığınızda tüm Mersinliler sizin ciğerciden geldiğinizi bilirler. İçlerinden “o ciğer yemiş” derler ve “hadi bakalım sıra bende” diyerek üzerlerini leke yapmaya giderler. Ayrıca dikkatinizi çekerim. Domatesin suyu dedim. Çünkü Mersin’in domatesleri suludur. Ööle Ankara Beğendik’te satılanlar gibi donuk ve suyunu çekmiş değil. Hele bir de Şok veya Endi’de öyle domatesler satıyorlar ki yani resmen çöpe atılması gereken malları millete iteliyorlar.

Ciğerci demişken garsonlardan da bahsetmek lazım. Kapıdan girer girmez çevrenizde pervane olurlar. Bu mecaz anlamında değil, işleri o kadar yoğundur ki garsonlar dükkanın içinde koşarak hizmet verirler. (Hem arada sırada çarpışırlar falan, matrak olur). Siz birşey isteyince hemen yaparlar ve ekstra para yada bahşiş de almazlar. Ööle Ankara’nın soğuk garsonları gibi “ne istiyon lan, burayı lokanta mı zannettin” bakışı atmazlar. Gerçi görünüş itibariyle hepsi birbirine benzer. Hepsi Doğu’dan göç etmiş ve küçük yaşta Apo’nun yanında işe başlamışlardır. Hepsinin aklında böyle bir dükkan açmak vardır. Zaten bu Ciğerciler amip gibi ürerler. Mersin’in caddelerinde rastlayabileceğiniz Ciğerci Ali, Cengiz, Bahattin, Osman gibi isimler, hep bu bölünme sonucu ortaya çıkmışlardır. (ve üniversite profesöründen daha fazla para kazanırlar)

Ciğeri yedik mi yedik, şalgamı içtik mi içtik, bitti mi? aslaaaa… Daha işin künefesi var canımmmm. Dedim ya Apo bir yeme içme kompleksi diye ciğerci kısmından çıkıp dooru künefeciye. Gerçi künefe Mersin’e özgü değil, ama bunu gerçekten çok iyi yapıyorlar. Apo’nun künefesi hem hafif, hem çok lezzetli. Aslında Mersin’in en meşhur künefecisi İsmail Usta’dır ama o biraz ağır bence.

Bu kadar yemeği yedikten sonra nasıl eriteceksiniz? Sodaları yuvarladıktan sonra dooru deniz kenarına. Yürü yürüyebildiğin kadar kendini kaptırırsan Mezitli’ye kadar gidersin. (10 km falan Mersin’e). Deniz kokmaz ve özellikle akşama doğru muhteşem görünür. Gerçi bu yürüyüş sırasında bu doğal manzaraya güzel kızlar da eşlik etse fena olmaz, ama maalesef Mersin bence bu konuda çok zengin değildir.

Dilden bahsettim de Mersin’in resmi dili Türkçe değildir. Ama ben bunu başka bir yazıda anlatmak istiyorum. Çünkü madem yemekten bahsettik cezeryeden bahsetmeden bu maili kapatırsam, allah beni Ankara domateslerine benzetir. 

Cezeryeyi çoğunuz bilirsiniz. Genelde Mersin’den gelen eş dost akraba falan varsa getirirler size. Havuçtan yapılır. Üzerinde bol bol hindistan cevizi olduğu için genellikle döke döke yersiniz ve dişlerinizin arasına çok girer. Benim cezerye ile tanışmam üniversite sayesinde oldu. Daha önceleri yemezdim, çünkü genelde Mersinliler yiyelim diye evlerine cezerye almazlar pek. Cezerye dediğim gibi diğer illerdeki vatandaşlarımıza nasip olur hep. Ben de getirip götürürken “ulan o kadar getiriyoruz bari tadalım” deyip olaya girmişimdir. Cezerye deyince genellikle yüzler şöyle bir gevşer, hin gülüşler belirir yüzlerde. Yiyen birini gördüğünüzde bekarsa “düz duvara tırmanma”, evliyse “yenge ayvayı yedi” esprileri yapılır hep. Bu, cezeryenin afrodizyak etkisi olduğu düşüncesinden ileri gelir. Ama açıkcası bu doğru mu bilmiyorum. Çünkü Mersin, havasından mıdır, yediklerinizden midir bilinmez, doğal olarak afrodizyak bir kenttir zaten. Ankara’dan Mersin’e gelip otobüsten iner inmez hissederim bu enerjiyi. Haa unutmadan bir de Mersin’de acaip bir küfretme enerjisi de vardır. Yaw gülmeyin arkadaşlar, inanın ben Tarsus’u geçer geçmez alıyom bu enerjiyi ve bulunduğum süre içinde normalin iki katı küfrediyorum. Zaten kimse de bunu yadırgamaz pek. Siz Kızılay’ın ortasında küfredin, millet size “ayıp ayıp” der gibi bakar; Mersinliler ise “küfretme lan kodumun çocuğu” diye karşılık verirler. 🙂 Gerçi şimdi Mersin’in her tarafı böyle mi? Hayır! Çamlıbel, Pozcu gibi semtlerde biraz daha azdır bu olaylar ama esas eğlence Çarşı ve Yenimahalle gibi semtlerdedir. Benim Mersin’de hiç canım sıkılmaz mesela. Sıkıldım mı evimin balkonuna çıkarım, milleti izlerim. Zaten bizim oturduğumuz Beşyol çok hareketli ve tüm cinslerin toplandığı bir semttir. Hiç kimse olmasa bile evin içinde babam var ve o başlıbaşına bir fenomendir. Yahu birgün eve geldim, baktım kardeşimle babam caddede parketmiş arabaların altına bakıp bakıp koşuyorlar. “Napıyorsunuz” dedim. Karşı marketin sahibi yanıtladı: “Sizinkiler kuş kovalıyorlar” dedi. Kalakaldım. Meğer babam evdeki kuşları beslemekten sıkılmış ve kafeslerinin kapaklarını açmış. “Bizi sevenler kalsın, diğerleri gitsin” diye ööle açık bırakmış. Tabii sevgi kavramını öğrenmeleri için bayağı bir tekamül etmeleri gereken kuşlar ne bilsinler, pırr kaçmışlar. (Ama 2 tanesi cidden kaçmamıştı). Kardeşim gelip olayı görünce babamı kolundan tuttuğu gibi caddeye indirmiş ve beraber kuşların peşine düşmüşler. Kuş dediğimde de sanmayasınız ki kanarya yada güvercin; hint bülbülü. Kuşlar aleminin çitası gibi mübarek. Bizim aşağıdaki taksici Bayram Abi’nin arabasıyla (ki Murat 124’tür) anca yakalarsın. Bu arada gelecek yazılarımda “Mersin’de ulaşım” konusunu işlerken Bayram Abi’den bol bol bahsedeceğim.

Hmm, yemeklerden bahsedecek daha çok şey var aslında ama ben yoruldum. Gelecek yazılarım da size batırıktan, mamur’dan falan bahsederim. Şimdilik bu kadar.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...