Club Med’de 80’li yılların ortalarında tanıştığım bir gurup Belçikalı arkadaş sayesinde ilk kez 1987 yılında, daha sonra birkaç kez ve sırf bu sene iş için altı defa gitme şansına sahip olduğum ve sevdiğim bir ülkedir Belçika.

İngilizce ‘Belguim’ Fransızca ‘La Belgique’ Türkçede  ‘Belçika’ dediğimiz bu ülke; takvimler 1947 Mart’ını gösterdiğinde Lüksemburg ve Hollanda‘yla iktisat ve gümrük birliği kurup Benelüks‘ü oluşturmuş.

Belçika; 2007yılısayımına göre 10.584.534nüfuslu ve üç resmi dilin konuşulduğu, üç bölgeli bir devlet yapısına sahip 30,528 km²’lik bir alanı kaplayan Avrupa’nın en küçük ülkelerinden birisi. Ülkede konuşulan resmi diller nufusa göre orantılandığında; %60 Flamanca, %1 Almanca ve %39 Fransızca.

Belçika‘nın batısında Kuzey Denizi, kuzeydoğusunda Hollanda, doğusunda Almanya, güneyinde Lüksemburg, güneybatısında Fransayeralmakta.  Fransızlar ülkenin coğrafi yapısının genelde dümdüz olması nedeniyle Belçika’ya ‘Le plat pays’ yani ‘düz ülke’ diyor.

Belçika‘nın uzunluğu 1445kilometre olan sınırları çok girintili ve çıkıntılı ve kıyı uzunluğu ise sadece 67kilometre.

Ülkenin tarihine gelince; milattan önce 1. yüzyılda Romalılar bölgedeki yerli kabileleri mağlup edip ve bölgede Gallia Belgica ilini kurmuş. Kavimler Göçü sonrasında bölgenin yönetimi Franklar tarafından 5. ve 8. yüzyıllar arasında bugünkü Fransa ve Almanya arasında bulunan bölgede hüküm sürmüş Frank hanedanı olan ve Magdalalı Meryem‘in soyundan geldiğine inanılan Merovenj Hanedanı‘na devredilmiş.

8. yüzyıl boyunca Franklar’ın yönetimini, Karolenj İmparatorluğu devralmış. Karolenj İmparatorluğu 8. ve 9. yüzyıllarda Cermen kökenli Karolenj Hanedanı üyesi krallar tarafından yönetilmiş. Hanedanın en tanınmış üyesi olan Şarlman döneminde Karolenj İmparatorluğu’nun sınırları günümüzdeki Fransa, Almanya, Kuzey İtalya, Hollanda, Belçika ve İsviçre dahil Batı ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümünü kapsamış. Karolenj İmparatorluğu daha sonra kurulacak olan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu‘nun başlangıcı sayılmış.

843’teki Verdun Antlaşması’yla bölge Orta ve Batı Frank Krallıkları arasında paylaşılmış ve sonucunda Orta Çağ boyunca Fransa Krallığı ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu dönemlerinde toprak ağaları vassallar olarak az çok bağımsızlıklarını kazanmışlar. Bu vassallıkların çoğu 14. ve 15. yüzyıllarda Burjundi Hollanda olarak birleşmiş.

1568-1648 yıllarında meydana gelen Seksen Yıl Savaşı Alçak Ülkeler’i, Birleşik İller ki Latincesi; Belgica Foederata olan, ‘Federasyon Hollandası’ ve Güney Hollanda Belgica Regia, ‘Krallık Hollandası’ olarak ayırmış. Bugünkü modern Belçika‘nın büyük bölümünü içeren Güney Hollanda, ard arda Habsburg İspanyası ve Habsburg Avusturyası tarafından idare edilmiş ve 17. ve 18. yüzyıllar boyunca çoğu Fransa-İspanya ve Fransa-Avusturya savaşına evsahipliği yapmış.

Fransız Devrimi Savaşları’ndaki mücadeleyi takiben, Alçak Ülkeler –Prince-Bishopric of Liège gibi sözde Habsburg kurallarının asla bulunmadığı bölgeleri de içeren- I. Fransız Cumhuriyeti tarafından bölgedeki Avusturya egemenliği kırılarak ilhak edilmiş. 1815’te I. Fransa İmparatorluğu’nun dağılmasıyla, Alçak Ülkeler Birleşik Hollanda Krallığı adı altında yeniden birleşmiş.

Belçika‘ya ilk yerleşen Belgealar, V.asra kadar Roma İmparatorluğu’nun idaresi altında kalmışlar. V.yy’da Frankların istilası olmuş. Daha sonra ülke Charles ‘Şarlken’in Batı İmparatorluğu’na dahil olmuş. 1477’den sonra, Şarlken‘in yeğeni Maximilian‘ın eline geçmiş. Bundan sonra 300 yıl kadar Belçika yabancılar tarafından idare edilmiş. 1713’te Avusturya İmparatorluğu’nun eline geçmiş ve ‘Avusturya Hollandası’ diye anılmış.

Fransa 1813’te Belçika‘yı işgal etmiş. 1815’te Napolyon yenilince, Belçika Hollandalıların idaresine girmiş. 1830’da Belçikalılar birleşerek Fransa ve İngiltere’nin garantisi altında bağımsız bir devlet kurmuşlar. 4 Haziran 1831 tarihinde bir krallık haline gelen Belçika, Afrika’da sömürgecilik hareketlerinde bulunmuş. Sömürgelerinden en son Kongo, 3 Haziran 1960’da bağımsızlığını kazanmış. Belçika, I. ve II.Dünya Savaşı’na katılmış ve her iki savaşta da Almanya tarafından işgal edilmiş, Almanya’nın yenik düşmesi üzerine özgürlüğüne kavuşmuş.

Belçika; Birleşmiş Milletler’e, NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne üye.

Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin pek çoğuna tur götürdüğümden haliyle tarihlerini inceleme imkânım oldu. Hepsi geçmişte defalarca birbirini işgal etmiş, kılıçtan geçirmiş, topa tutmuş kan dökmüş!.. O yüzdendir ki, bu birlik bana hiç samimi ve inandırıcı gelmiyor…

Her an dağılabilecek Avrupa Birliği’ni bir rüya, bir çıkış yolu gibi gösterenlere savunanlara benden selâm olsun!..

Neyse Belçika‘yı anlatmaya devam edeyim… Ülkede yaşayan insanlar ırk ve din bakımından iki gruba ayrılıyor. Ülkenin kuzeyinde oturanlara Flaman, güneyinde oturanlara ise Wallon deniyor. Flamanlar Flamanca, Wallonlar Fransızca konuşuyor. Bazı kesimlerde Almanca da konuşulmakta. Resmi muameleler ve neşriyat ise Fransızca ve Flamanca. Nüfusun büyük bir çoğunluğu Brüksel‘de oturuyor. Brüksel’de yaşayanların çoğunluğunu Wallonlar oluşturuyor. Flamanlar, Germenırkından. Wallonlar ise Romalılarırkından gelmekte.

Belçika‘da 20. yüzyılın ikinci yarısına bir yandan Felemenkler ve Frankofonlar arasındaki çatışma diğer yandan Flaman ve Valon Bölgeleri arasındaki eşit olmayan ekonomik gelişme damgasını vurmuş. Hala devam eden çatışmalar ülkede üniter devlet yapısından federal devlete doğru bir dizi reformun yapılmasına neden olmuş.

Belçikalı arkadaşlarımın içinde her iki kesimden de kişiler var. Kimi dinleseniz; “Biz haklıyız” diyor haliyle. Ama sanki Flamanlar daha hırslı ve iddialı gibiler… En azından benim gözlemlerim, ülkede yaşayanların hemen hepsinin her iki dili de pekala bilmelerine rağmen Flamanların hakim olduğu Gent, Bruge gibi şehirlerde Fransızca konuşana cevap vermek istemedikleri yönünde. “Ben Wallon değilim, turistim!..” derseniz ancak lutfedip Fransızca konuşuyorlar.

Özellikle 2010 yazında yapılan genel seçimlerden ayrılıkçı radikal partinin zaferle çıkması Wallon arkadaşlarımı çok üzdü. Bu tip olumsuz sonuçların doğuracağı gidişat hiç temenni etmem ama, gelecekte Belçika’da hoş olmayan gelişmelerin olacağına işaret ediyor…

Din serbestliği olan ülkede halkın çoğunluğuKatolik, bir kısmı da Protestan. Nüfusun çoğu şehirlerde yaşıyor. Avrupa’da nüfusun en az artış gösterdiği ülkelerden biri Belçika.

Belçikalılar genelde basit sade bir hayatı seviyor. Halk festival, bisiklet yarışı, spor ve sinema gibi eğlencelere düşkün. Avrupa‘da hayat standardı en yüksek ülkelerden. Aile ve dini bağlar çok kuvvetli.

Bu yaz aylarındaki Brüksel ziyaretlerimden birinde ilk kez Belçika’da hiç alışkın olmadığım marjinal görüntülere rastladım. Zira Grande Place yakınlarındaki sokaklarda eşcinseller festivali vardı ve inanılmaz yüksek volümlü bir müziğin eşliğinde gaylar, lezbiyenler uluorta öpüşüp koklaşmaktaydı!..

Belçika‘da 14 yaşına kadar eğitim zorunlu. Gençlerin eğitiminde kilisenin önemli bir yeri var. Okullarda genellikleFlamanca ve Fransızcabirlikte öğretiliyor. Çeşitli branşlarda, birçok şehirde üniversiteler kurulmuş. Belçika atletizm, futbol, bisiklet, basketbol başta olmak üzere sporun çeşitli dallarında kendini gösteren bir ülke.

Belçika, Meşrutiyetle idare edilen bir krallık. Hükümet, 1831’de kabul edilen anayasa esaslarına göre kurulmakta. Kral, ordu kuvvetlerinin başı. Parlamentonun görüşü doğrultusunda savaş ve barışı ilân edebiliyor. Aynı zamanda ünvanları ve genel affı tasdik ediyor. Parlamento; her ikisinin de yetkileri ve gücü eşit olan senato ve millet meclisinden meydana gelmekte. 1921 Anayasasında yapılan değişikliğe göre bazı senatörler direkt olarak 4 yıllığına, kalanı da endirekt olarak seçiliyor. Senatoda 175 üye bulunmakta. Millet Meclisi’nin 212 üyesi 4 yıllığına direkt olarak seçilmekte. 

Ülke, idari bakımdan dokuz ile ayrılmış. Şehirler seçimle başa gelen idareciler tarafından yönetilmekte. Konseylerin yetkileri sınırlı ve eyaletler gibi içişlerinde bağımsız değil.

Belçikalı dostlarım sayesinde Gent, Namur, Dinant gibi önemli şehirleri görmüş olmama rağmen henüz gitme fırsatı bulamadığım ve çok merak ettiğim; Belçika’nın Anvers şehri dünya elmas merkezi. Bir diğer önemli şehir de Liége.

Belçika‘nın ithal ettiği ürünlerin başında; gıda, makine, işlenmemiş elmas, petrol ve petrol ürünleri, kimyasallar, giyim ve aksesuar ve tekstil ürünleri geliyor. İhracatına gelince; otomobil, gıda ürünleri, demir ve çelik, işlenmiş elmas, tekstil, plastik, petrol ürünleri ve demirdışı metaller başta gelmekte.

Ülke bisküvi, gofret, çikolata, bira ve dantelleriyle ünlü. Yemekler gayet leziz, bilhassa değişik soslarla tencerede veya özel bir metal kapta fırınlanarak pişirilen midye yemekleri ve 200’ü aşkın pişirme şekli olan patatesi mutlaka yemenizi tavsiye ederim.

Brüksel; Belçika‘nın başşehri ve Avrupa’nın önemli merkezlerinden. Yabancıların ve işçilerin ülkede en yoğun bulunduğu şehir, tarihi yerleriyle meşhur. NATO ve Avrupa Birliği’nin idari merkezi Brüksel‘de.

Belçika‘nın 3 Federal Bölgesinden biri olan Brüksel Bölgesi’nin başkenti. Birkaç yüzyıl önce bataklığın kurutulması sonucu ortaya çıkmış adı bataklığın içindeki yerleşim yeri anlamına geliyor.

Brüksel büyükşehrine bağlı 19 belediyenin toplam nüfusu 1.050.000. Büyükşehrin bir parçası haline gelmiş civar belediyelerin nüfusu ve gün içinde işleri için Brüksel‘e gelenlerin miktarı da göz önüne alındığında, toplam nüfus birkaç milyona çıkmakta.

15.yy.dan başlayarak fiilen başkent görevi gören Brüksel, 1830’da resmen Belçika Krallığı‘nın başkenti olmuş. 1971’deki anayasa değişikliğiyle ülke yönetimsel olarak üç ayrı bölgeye ayrılmış. Flamanca konuşulan Flandre, Fransızca konuşulan Valon Bölgesi ve her iki dilin de konuşulduğu başkent Brüksel.

Avrupa Birliği’nin 3 ana kurumu olan AB Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu içinde ilk ikisinin resmi organlarının büyük çoğunluğu Brüksel‘de bulunmakta. Sonuncusu Avrupa Parlamentosu ise Strazburg ile dönüşümlü olarak Brüksel‘de çalışmalarını yürütmekte. Bunlara bağlı ve ilgili irili ufaklı yüzlerce kuruluş da dikkate alındığında Brüksel, bu sebeplerden, AB veya Avrupa başkenti olarak gösteriliyor. Ayrıca NATO Merkez Karargahı da Brüksel‘de.

Nüfusun 80%inin ana dili Fransızca. Brüksel kökenli veya Brüksel‘e Flaman bölgesinden gelmiş ve Hollanda dilinin bir lehçesi olan Flamanca konuşan 20%’lik azınlık da bulunmakta. Brüksel‘de ülkenin iki resmi dili Fransızca ve Flamanca kullanılıyor. Bu hukuken eşit ve her alanda zorunlu.

Belçika vatandaşlığını edinmek diğer AB ülkelerine kıyasla çok daha kolay olduğu için 1960’lardan itibaren kayda değer bir yabancı kökenli nüfus Brüksel‘e yerleşmiş. Başlangıçta genellikle vasıfsız göçmen işçi olarak gelen bu kuşak ve ardından ikinci ve üçüncü nesiller içinde, başta Fas’lı Araplar, ardından, aşağı yukarı denk sayıda, çoğu Afyon Emirdağ kökenli Türkler ve eski bir Belçika sömürgesi olan Kongo’lu Afrikalılar, köken sıralamasında ilk üçü oluşturmakta. 1970‘lerden itibaren özellikle Avrupa Birliği resmi kurumlarının sağladığı iş imkânları nedeniyle yabancı kökenli nüfusa, AB ülkeleri kökenli ve daha kalifiye bir topluluk da eklenmiş ve sayıları halen artmaya devam etmekte.

Brüksel nüfusuna bu yollarla dahil olmuş yabancı kökenliler toplam nüfusun %28.5’ini oluşturmakta. İstanbul ile benzerlikler arzeden bu süreç sonrasında ‘son 30-40 yılda Batı Avrupa’da nüfus, kültür ve mimari yapısı Brüksel kadar değişmiş kent yoktur’ deniliyor. Bu süreç içinde bir gettolaşma da doğmuş, yerli Brükselliler belli semtlerde ağırlıklarını muhafaza edip, buralara adeta çekilirken, Faslı, Türk ve zenci Afrikalı semtleri ve bir Avrupa Birliği kurumları çalışanları mahallesi oluşmuş.

Eskiden kent merkezinde oturan varlıklı aileler, uluslararası kuruluşların temsilcileri, yabancı şirket çalışanları, günümüzde bahçe içindeki lüks villalardan oluşmuş dış semtlerde yaşamakta.

Avrupa‘nın çeşitli yerlerinden aldığı göçlerle ülkenin nüfusu on milyona yaklaşmış Belçika’nın. Bu nedenle bugün bazı ilkokullarda yabancı kökenli çocukların sayısı Belçikalılardan fazla. Özellikle Akdeniz ülkelerinden gelen konuk işçiler ile göçmenler, kentin bazı bölgelerinde çoğunluğu oluşturur hale gelmiş. Türklerin yoğun olduğu semt Schaerbeek buna tipik bir örnek.

Brüksel’e tur kapsamında gittikçe şöförlere rica edip merkeze pekte uzak olmayan bu semtten otobüsü geçirtmek suretiyle guruptakilere ülkemizden binlerce kilometre ötede Türkiye’yi hatırlatan bir hoşluk yaşatmaya çalışıyorum…

Oldukça büyük bir alanı kaplayan bu mahallede ülkemizdeki yabancı özentiliğine inat tamamen Türkçe isimlerden oluşan koskoca tabelalar asmış bir dolu kebapçı, dürümcü, pideci, türkü evleri, düğün salonları, seyahat acentaları, emlakçılar, terzi dükkanları ve hatta spor kulüplerinin taraftar dernekleri dahi var!.. Bu arada Güllüoğlu’da açtığı bir şubeyle semtteki yerini almış.

Seneler önce Ramazan ayına denk gelen bir ziyaretimde arkadaşım Thierry; “Dur seni Türk mahallesinden geçirtiyim” dediğinde iftar vaktine oldukça yakın zaman diliminde ellerinde börek tepsileriyle acele acele koşuşturanları görmüş ve pek duygulanmıştım. ‘Ağız yediğini, sırt giydiğini ister’ deyişindeki gibi, bizim milletimiz gittiği her yere mutlaka yeme içme kültürünü götürüyor.

Belçikalılarda gayet damak zevki gelişmiş ve keyifli yemek yiyen bir millet ama biz hangi ülkeye gidersek gidelim mutlaka dünyaya nam salmış mutfağımıza özgü yemekleri ve yufka, kadayıf, pide, tarhana, erişte, bulgur, sucuk, pastırma gibi gıda maddelerini tüketiyoruz. Tura katılanlar arasında yeni tatlara açık olan, gittiği ülkenin özgün tatlarını denemek isteyende çıkıyor ara sıra.

Kurulması 6.yy. başlarına dek uzanan Brüksel; ismini bölgede bulunan bataklıklardan almış. Buraya yerleşen zanaatçılar ve tüccarlar bölgeye ‘bataklıklar içindeki yerleşim’ anlamına gelen Bruocsella adını vermişler ve isim değişerek günümüze dek gelmiş.

Brüksel‘in sadece ismi değil, doğal yapısı da zaman içinde değişime uğramış. Eskiden bölgede bulunan göllerin çoğu doldurulmuş, akarsuların üstü kapatılarak boşaltım kanallarına dönüştürülmüş, ormanlar kesilmiş, tarlalar ve bağlar parsellenmiş. Kısacası; Avrupa Birliği’nin başkenti, sadece bir kaç yüzyıl önce bir doğa yıkımına sahne olmuş!..

Brüksel’deki en gözalıcı mekânlardan biri Galeries Saint-Hubert; Kral I.Léopold’un emriyle 6 Mayıs 1846’da inşasına başlanan 18 metre yükseklikteki tavanı camlarla kaplı Roi ‘Kral’ ve Reine ‘Kraliçe’ olarak adlandırılan iki bölümden oluşan ferah ve çok şık bir pasaj. Buradan geçerek adı ‘büyük meydan’ anlamına gelen Grand Place’a kolayca ulaşılıyor. Bu uzun ve çok şık pasaj butikleri, mağazaları, restoran ve kafeleriyle Brüksellilerin en gözde buluşma mekânlarından.

Pasajın iki bölümü arasında kalan ve dikey olarak kesen sokak trafiğe kapalı ve bizdeki tıpkı Beyoğlu Balık Pazarı içindeki meyhaneler sokağı gibi restorandan, meyhaneden geçilmiyor.

Pasajdan çıktıktan 5-10 metre kadar kısa bir mesafede ulaşılan Grande Place; 110×68 metre boyutuyla dikdörtgen biçimli, restoranları, kafeleri, alışveriş merkezleri ve ortaçağdan kalma göz alıcı yapılarıyla şehrin can damarı mekânı. Bahar aylarında burada kurulan devasa çiçek halısı ‘Flower Carpet’ yada ‘Tapis de Fleures’ burayı daha da ilgi çekici kılıyor.

Bu meydanda Noel zamanı kurulan buz pateni pistinde gençler ve çocuklar belediyeden kiraladıkları veya kendi getirdikleri patenlerle kayarak çok hoş bir görünüm veriyorlar. Ayrıca meydanın ortasına dikilen devasa çam ağacı ve süslemeler ayrı bir renk katıyor.

Zaman zaman Brüksel’e gittikçe, meydanın ortasına kurulan sahnede verilen halka açık konserlere denk geliyoruz. Zaten muhteşem olan bu tarihi mekânı bu tip etkinlikler daha da renklendirip çekici kılıyor.

Dört bir yanından giriş çıkış yapılan alanda bitişik nizamda yapılmış onlarca bina bulunmakta. Bu binalardan biri Belediye Sarayı ‘Hôtel de Ville’, karşısında Krallar Evi ‘Maison du Roi’yer alıyor. Diğerleri; Bölge Yönetim Binası, Bira Müzesi, Karl Max’ın yaşadığı ve komünist manifestoyu yazıp yayınladığı üstünde kaz heykeli olan binalar da burada. Çoğu meslek loncaları için kurulmuş bu binalar adeta sarayları anımsatıyor. Ayrıca ‘La Maison des Boulangers’ Fırıncılar Evi, Victor Hugo’nun 1852’de oturduğu ‘Ressamlar Evi’ hep bu muhteşem alanda yeralmakta.

Meydanın nerdeyse bir yanını boydan boya kaplayan Flaman Gotik tarzındaki belediye binası Fransızca deyişle ‘Hôtel de Ville’, özenle inşa edilmiş. ‘Hotel de Ville’in yapımına 1402’de başlanmış, 1480’de tamamlanmış. Burgonya Dükü’nün mimarı Jan van Ruysbroek tarafından tasarlanan 91 metrelik kule 1450’lerden kalma ve binanın önünde 19.yy.da orijinallerinin yerine konan 100’den fazla heykel var.

Bazen belediye nikahı için normalde trafiğe kapalı olan bu alana limusinle ve nedimeleriyle gelen çiftleri görmek biz turistler için hoşluk oluyor.

Belediye Sarayı’nın tam karşısında bulunan ‘Maison du Roi’ adına rağmen hiçbir zaman Kralın evi olmamış, daha ziyade sömürge ülkelerin İspanyol yöneticilerinin atadığı valiler burada ikâmet etmiş. 1873 ve 1895’de yenilenen bina bugün Brüksel’in tarihini anlatan bir müze olarak kullanılmakta. Hatta kentin sembolü ‘Manneken Pis’e hediye edilen 300’ü aşkın kostümde burada sergilenmekte.

Kraliyet Sarayı ve şehrin zengin tüccarlarının süslü sütunlu, damlı, heykelli, büstlü yüksek evleriyle Grande Place bir opera sahnesi dekorunu andırıyor ve görenlerde hayranlık uyandırıyor.

Bir dönem Brüksel’de yaşayan Victor Hugo burayı “Dünyanın en güzel meydanı” olarak tanımlamış ve pek çok kişi onun bu görüşüne katılmış. Neredeyse senenin her ayında burada bulunmuş ve her halini görmüş biri olarak bu görüşe can-ı gönülden katılıyorum.

Eskiden bu alanda Burgonya asaletini gözler önüne seren mızrak dövüşleri de yapılmış.

1695’te Fransızlar şehri 36 saat boyunca topa tuttuğunda büyük zarar gören evleri, zenginler şaşaalı barok tarzda yeniden yaptırtmak için kesenin ağzını açmış. 7 numaralı evde Le Renard ‘Tilki’, 26 numarada Le Pigeon ‘Güvercin’  Victor Hugo, 10 numarada ‘L’abre d’or’ Altın ağaç gibi altınla bezeli semboller var.

Brüksel; danteli, goblenleri, antikaları, 450’den fazla çeşitli biralarıyla, leziz wafell’ları, bisküvi ve çikolatalarıyla ayrıca ünlü. Bira çeşitleri içinde; meyveli, açık sarı, hafif, kahve rengi, amber, kırmızı, beyaz, Manastırlarda rahipler tarafından yapılan bir manastır birası olan trappist, doğal mayalanan çeşitleri, alkol oranı %4 ve %12 arasında değişen hatta alkolsüz bira da mevcut. İlginç olan, bu biraların her birinin kendi özel bardağı olması ve barlarda aynı tip bardakla servis yapılması. Bir barın isim hakkı alabilmesi için de en az 50 çeşit bira satması gerekiyor.

Grande Place’dan Brüksel’in diğer sembolü Manneken-Pis’e doğru yürürken, rue Charles Buls’de yani Charles Buls sokağında hemen solda duvar üstündeki 1849-1904 tarihlerinde yaşamış heykeltraş Julien Dillens’in relief eseri var. Bu yapıt dinen önemli ve şehrin koruyucusu gibi kabul edilmekte. Brüksel’e tekrar gelmek isteyenlerin bu eserin koluna dokunması gerektiğine inanılıyor. Temaslar sonucu heykelin kol kısmı pırıl pırıl.

Meydandan Manken Pis’e kadarki birkaçyüzmetre mesafede sağlı sollu gayet gözalıcı goblen, dantel, çikolata ve waffel dükkanları var. Özellikle Waffle, Belçika’dan dünyaya yayılmış bir hamur tatlısı. Dünyada Waffle, Wafel, veya Gaufre olarak adlandırılan bu yiyeceğin pişirici makinası ismini latince ‘gaufrum’dan gelen ‘Gaufre’dan almış.

Waffel’ların mis gibi vanilyalı kokusu tüm sokağı kaplıyor ve hele birazda açsanız kesinlikle baştan çıkartıyor. Üstüne çilek muz gibi mevsim meyvelerinin yanısıra krem şanti, çikolata sosu gibi lezzetleri koyup isteğinize göre hazırlıyorlar. Malzemeye göre fiatı 3 ile 5 euro arasında değişiyor. Bazılarıda sadece pudra şekeri serptirerek doğal bir biçimde yemeyi tercih ediyor…

Mannequin Pis; Grande Place’dan, çokta uzakta olmayan rue de l’Etuve’de yeralan bronzdan küçük bir heykel. 1388’de Jerome Duquesnoy tarafından yapılan 61cm yüksekliğindeki bronz Manken Pis çeşmesi kentin Atomium’dan sonra bir diğer sembolü. Tarihte bir çok defa çalınmış. Şuanki heykel 1619’da yenilenmiş.

Mitolojiye göre birçok farklı hikayesi var. Bunlardan biri tarihte yaşanan büyük yangını bu çocuğun işeyerek söndürdüğü şeklinde. Diğer bir rivayette; şehrin soylularından birinin tek oğlu, şehir şenliklerinde kaybolmuş. Aile sonderece üzülüp endişelenmiş. Herkes çocuğu bulmak için seferber olmuş. Bir kaç gün sonra çocuğunu bir köşede işerken bulan soylu aile, çok sevinip bu durumu simgeleyen bronz heykeli çocuğun bulunduğu yere yaptırtmış. Fransızcada bu çocuğa ‘Petit Julien’ denmekte. Zaman zaman normalde çıplak olan heykele hediye edilen kıyafetler giydirilmekte. 

Brüksel’deki önemli kiliselerden 1854-1874 tarihlerinde inşa edilmiş Saint Catherine Kilisesi, gotik, norman ve rönesans stillerini taşıyor. 1226’da yapımına başlanan çifte çan kuleli St.Michel Katedrali’de ortaçağ mimarisinin bütün özelliklerini yansıtmakta. İçinde 16., 17. ve 19. yüzyıllara ait muhteşem vitraylar bulunmakta. Yüzyıllardır ayakta duran bu tarihi yapı son olarak 1991’de büyük bir restorasyondan geçmiş.

Merkeze uzak ama Kraliyet Sarayına yakın konumdaki Atomium; André Waterkeyn tarafından tasarlanarak 1958’de düzenlenen Dünya Fuarı için 6 aylığına yapılmış ancak bugün Brüksel’in bir diğer sembolü durumunda. 2200 ton ağırlığında, 102 metre yüksekliğinde inşa edilmiş her biri 18 metre çapında olan 9 atomlu alüminyumdan bir yapı. Bir atom çekirdeğinin mikroskobik görüntüsünün 165 milyon kere büyütülmüş hali. Oniki boru yardımıyla birbirine bağlanmış bu 9 atom Belçika’nın dokuz eyaletini simgeliyor. Küreler birbirine çelik çubuklarla bağlanmış ve bu kürelerde restoran, sergi salonu gibi yerler mevcut.

Expo ’58 için ortaya çıkmış orijinal fikirlerden biri de Eyfel kulesinin başaşağı döndürülmüş versiyonuymuş. André Waterkeyn demir atomunun çağı daha iyi sembolize edeceğini düşünmüş ve modern çağı temsil eden atomun yapısını hissederek tasarladığını belirtmiş ve projesi planlandıktan sonra 6 ay içerisinde inşa edilmiş. Yapı fuardan sonra Brüksel‘de modern mimarinin sembolü haline gelmiş.

Belçika’ya ilk gittiğimde bir kalp krizi sonucu kaybettiğimiz Belçikalı dostum Hans Patteet beni Atomium’a götürmüş ve böylece yürüyen merdivenlerle ve asansörle çıkılabilen yapının, panoramik şehir manzarasına nazır içini de görme imkânı bulmuştum.

Şehir turu kapsamında bilet alıp gezmek hayli vaktimizi alacağından, guruba 10-15 dakika kadar fotoğraf çekme molası verdirerek Atomium’u dışarıdan görebilmek mümkün oluyor.

Ta uzaklardan pırıl pırıl görüntüsüyle gözalan Atomium; 2004-2006 yıllarında iki sene süren bir iç ve dış onarımdan geçmiş.

Atomium’un hemen yakınında Avrupa’daki önemli yerlerin maketlerinin sergilendiği epey ziyaretçi çeken Mini Europe ve karşı tarafındaki üstü heykellerle bezeli büyük binada ise sergi, fuar ve kongre merkezi var.

Yine aynı bölgede kocaman bir alan içinde yeralan Kraliyet Sarayı, 1826-1829 arasında inşa edilmiş ve milli bayram sonrasındaki günlerde halka açık. Öncelikle Parc de Bruxelles ‘Brüksel Parkı’ olarak adlandırılan sarayın havuzları, heykeller ve bir dizi büyük güzel park yapılmış.

Brüksel’deki ilginç mekânlardan diğer ikisi Kraliyet Sarayı bahçesinde yeralan Japon evi ile karşılıklı Çin evi. Belçika kralı Çin’i ziyaret eden ilk Avrupa lideriymiş. Bu nedenle jest olarak, Çin bu evi Belçika’ya hediye etmiş.

Futbol meraklılarının mutlaka hatırlayacağı bir olay Atomium’un yanıbaşındakiHeysel Stadında meydana gelmiş. 29 Mayıs 1985’te Brüksel’de oynanacak olan Juventus-Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Final maçı öncesinde Liverpool taraftarlarının İtalyanlara saldırması ve çıkan panik sonucu bir duvarın çökmesi ve seyircilerin tel örgülere sıkışması sebebiyle 38 İtalyan ve 1 Belçikalının öldüğü facia yaşanmış.

Maç öncesi Brüksel sokaklarında özellikle İngiliz holiganların başını çektiği olaylarda pek çok kavga olmuş, maç başlamadan kısa süre öncede, arada güvenlik bariyeri olmadığı için holiganlar İtalyanların bulunduğu bölüme saldırmış. Çıkan arbedede 39 kişi hayatını kaybetmiş.

Bu müessif olay sonucunda, İngiltere’ye ve İngiliz takımlarına uluslararası karşılaşmalardan 5 yıl, Liverpool’a ise 8 yıl men cezası verilmiş.

Olaylar sonrası stadın ismi, eski krallardan biri olan ‘Kral Baudouin’ in adı verilerek değiştirilmiş.

Brüksel’de ‘Musée des Costumes et Dantelles’ yani ‘Elbise ve Dantel’ müzesinde sergilenen kostüm ve işlemelerin tarihi 16. yüzyıl başlarına kadar uzanıyor. Hayli emek, sabır ve çaba isteyen bu eserlerin yapımı hayli zor. Önceden çizilen desen üzerine tek tek iğneler yerleştirilip, sonra minumum 15 makara iplik sağdan sola bu iğnelerin etrafından geçirilerek yapılıyor. Genelde bu danteller vaftiz giysileri ve gelinliklerde kullanılıyor. Geçmişten gelen bu geleneğin örneklerini müzede ve Belçika’nın başta Brüksel ve Bruge olmak üzere hemen her kentinde bolca bulunuyor.

Brüksel’deki pek çok müzeden bir diğer ilginç olanda ‘Musée du Cacao et du Chocolat’ yani Kakao ve Çikolata Müzesi. Bence dünyada bir numara olan İsviçre çikolatalarından çok daha leziz Belçika’nınkiler. Ama kendilerini onlar kadar tanıtmayı ne yazık ki becerememişler.

Belçika’nın en ünlü çikolata markaları zincir mağazalar biçiminde olan Leonidas ve Godiva. Godiva diğer firmalara kıyasla daha pahalı. Bence fazla ödemeye deymez… Başka markaların  pralinlerini tadıp ne kadar enfes olduğunu tespit edip,  bana hak vereceksiniz.

Manneken Pis’i bitter sütlü ve beyaz çikolatadan değişik boyutlarda yapmışlar arzu edenler alsınlar diye.

Belçika’da çay kahve tarzı bir içecek söylediğinizde yanında mutlaka çikolata ve bisküvi ile servis ederler. Bisküviler genelde tereyağlı, tarçınlı, bademli ağızda eriyip dağılan leziz şeyler. En tanınmış marka ise market raflarında dahi kolayca bulabileceğiniz ‘Jules Destrooper’. Blok çikolata sevenlere ise yine marketlerde kolayca bulunan Côte d’Or markasını tavsiye ederim…

Belçikalıların bir dolu leziz markası varken özellikle bisküvi, çikolata, gofret konusunda İsviçre’nin akla gelmesine, Avrupa’nın göbeğinde olmalarına karşın kendilerini yeterince tanıtamamalarına bu kadar mütevazı olmalarına kızıyorum!..

Gezi kapsamında ekstra gidilen Bruge; Avrupa’nın en iyi korunmuş ortaçağ binalarına sahip ve aynı zamanda Belçika’nın en çok turist çeken yeri. Bruge 2000 yılında Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine alınmayı hak etmiş.

Bu şehrin ününü tura katılanlar evvelce duyduklarından hemen hemen Bruge gezisine katılmayan pek çıkmıyor.

Tarihi zenginlikleri bol olan, kanallarıyla ünlü bir şehir Bruge ve Avrupa’nın 2.Venedik’i olarak biliniyor. Ticaret ve turizm hayli gelişmiş. Beyaz Belçika birası, çikolata, bisküvi, wafel ve dantelleriyle ünlü.

Bruge’deki en önemli mekânlar; ortaçağda ticaret merkezi olan Grote Markt ‘Şehir Meydanı’, Provinciaal Hof ‘Şehir İdare Binası’, Tarihi Taş Köprü, San Salvator Kilisesi, Belfort Çan ve Saat Kulesi, Landhuis van het Brugse Vrije ‘Özgürlük Sarayı’, St.Jean ve St.Jaqoub Kiliseleri ve ‘The Church of Our Lady’ Meryem Ana Kilisesi’. Para ile gezilen bu kilise Michelangelo’nun ünlü Madonna ve İsa heykeli ile ünlü.

Hans Memling, Jan van Eyck gibi sanatçılar bir zamanlar bu şehirde yaşamış.

9.yüzyılda Vikingler tarafından bulunan, ismi liman, geminin bağlandığı yer anlamına gelen Brygga’dan gelen Bruge, parke taşlı sokaklarında, taş evleri arasında, kanallar boyunca yürürken kendinizi ortaçağda hissedeceğiniz çok tarihi bir yer.

Bruge küçük bir şehir, ama kesinlikle kendi ruhunu ve farklılığını ortaya koymakta. Ortaçağdan kalma evleriyle, bira çeşitleriyle, çikolataları, dantelleri, faytonları ve insanlarıyla kendine has tarzı olan bir kent.

Şehir Belçika‘nın kuzey bölümünde yer almakta. Özellikle İskandinav ülkeleriyle ticarette önemli bir yeri olmuş, 9. yüzyıldan beri Brugge ismi hep paralarda yer almış. 11. yüzyılda ise Avrupa’nın ticaret merkezi haline gelmiş. Bu dönemlerde yaşanan seller ve coğrafi değişiklikler yüzünden şehrin denizle bağlantısı bir iki kanal dışında kesilmiş. Bugün, şehir merkezi Kuzey Denizi kıyısında bulunmamasına rağmen, denize yakınlığı nedeniyle hala bir liman kenti olarak anılıyor.

Genelde kanal kenarında bulunan tur otobüslerinin park alanında inip oldukça uzun ve zikzaklı bir parkuru gurupla yürüyoruz. Özel otobüslerin kent içinde dolaşımı yasak çünkü!..

Markt Meydanı’na girince hemen sağda 83 metre yükseklikte tarihi saat ve çan kulesi Belfort bulunmakta. Paris için Eyfel Kulesi ne ise Bruge için Belfort Kulesi aynı anlamı taşıyor. Kentin ta uzaklardan görülen sembolü. Kendine güvenenler 366 basamak merdiveni çıkarak şehrin ve çevresinin muhteşem panoramik manzarasına ulaşıyor. Binanın önündeki metal makette ise; görme engellilere dokunarak ve okuyarak fikir edinmeleri için kör alfabesiyle 4 ayrı dilde yazılmış açıklamalar var. Belfort günümüzde şehir müzesi olarak hizmet vermekte.

Meydanın ortasındaki heykelde ise; 1302’de Flemenklerin Frankların istilasına karşı savaşının iki komutanı Jan BreydelvePieter de Connick yeralmakta.

Belfort tarafından devam edince 20-30 metre kadar mesafede yeralan bir diğer ufak alanın sağında çok şık yaldızlı ve bayraklarla süslü ön cephesiyle ‘Belediye Sarayı’ binası var. Saraya bitişik konumda St.Sainte bazilikası bulunmakta. Bu ufak meydanı çevreleyen diğer binalar ya müze ya da idari yapılar.

Belçika‘da her şehrin ya da kasabanın kendi yaptığı bira çeşitleri ve bir de ulusal biraları var. Bruge‘de bu sayı 500’ü geçmekte!.. Meraklıları için ayrıca Bruge‘de yapılan biraların tadılabileceği bir iki fabrika da var. Bunlar Brewery De Halve Maan ve Brewery De Gouden Boom.

Belçikalıların çoğu dört dilde Dutch, Fransızca, Almanca ve İngilizce anlaşabildiklerinden bu dillerden birini bilen iletişim problemi çekmiyor.

Eğer güzel havalarda giderseniz, Venedik’teki gibi kanallar arasında yarım saat kadar süren küçük bir tekne turuyla Bruge‘ü gezmek hoş oluyor. Bu tekne gezileri kentte bulunan birkaç değişik mekândan yapılmakta. Kanallarda tekne turu yaptırmak dört firmanın 5’erden 20 teknesiyle sınırlı. Özel teknelerin dolaşımı yasak ve tur teknesi firmaları tekne sayılarını kendi arzularına göre arttıramamakta.

Geçtiğimiz yıllarda bolca gittiğim Paris turlarında Brüksel’e ekstra tur önerileri nedense hiç ilgi görmezdi ama birkaç senedir gezginler Avrupa’nın bu güzel ülkesinde başta Brüksel ve Bruge olmak üzere görülmeye gezilmeye değer pek çok yer olduğunu nihayet keşfettiler.

Pek çokları gibi Atlantik ötesindeki başta Amerika olmak üzere tarihi ve kültürel açıdan hiçbir derinliği olmayan ülkelere gitmektense Avrupa’daki ülkelere tekrar tekrar ziyaret etmekten ve her defasında yeni yerler keşfetmekten dolayı çok mutluyum.

 

Sekiz gün süren Benelux-Paris gezisi özellikle ilk kez yurtdışı seyahati yapanlar için Almanya, Belçika, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda gibi beş Avrupa ülkesinde pek çok güzel şehri kapsaması ve dopdolu programıyla ideal.

Tek başıma gittiğimde Belçika’lı dostlarım sayesinde görme imkânı bulduğum üç şehirden biri Namur; Belçika‘da yaklaşık 110 bin kişi nufuslu Fransızca konuşulan bir şehir. Namur Valonya başkenti ve idari merkezi. Namur önemli bir ticaret ve sanayi merkezi ve ayrıca önemli bir demiryolu kavşağı.

İkincisi Dinant; Belçika‘nın Valon Bölgesi’nin şehirlerinden biri. Dinant Belediyesi aynı zamanda birçok daha küçük beldenin yönetim merkezi.

Şehrin nüfusu 2006 itibariyle yaklaşık olarak 13.000. Genel olarak Fransızca konuşulan şehirde kişi başına düşen ortalama gelir 10.500 Euro civarında.

Şehrin en ünlü binası Notre-Dame Kilisesi. Şu andaki kilise 1227 yılında Gotik mimari usülde inşa edilmiş. Bu kilise daha önce Romalılar tarafından yapılmış ancak daha sonra yıkılmış olan eski bir kilisenin kalıntıları üzerine kurulmuş. Kilisenin arkasındaki kaya blokta yükselen Citadel ‘Kale’ de şehrin görülmesi gereken yerlerinden.

Saksafon’u icat eden Adolphe Sax ile Nobel Barış Ödülü sahibi papaz Georges Pire Dinant‘ta doğmuş ve hayatlarının bir kısmını burada geçirmiş ünlü kişilerden.

Üçüncüsü Gent; Belçika’nın ortaçağ boyunca Kuzey Avrupa’daki en büyük ve önemli şehirlerinden biri olmuş. 237.250 nufusuyla ülkenin ikinci büyük belediyesine sahip. Kalesiyle, katedraliyle ve her yıl düzenlenen festivaliyle ünlü.

Bir kezde arkadaşım Sophie sayesinde Belçika’nın ünlü sayfiye beldesi Knokke’ye 2000 yazında gitmek nasip olmuştu. Burası Belçika‘nın Flemenkce konuşma topluluğu içinde Flaman Bölgesi’nde Batı Flandra ilinde Bruges arondismanında bulunan bir sahil kenti ve Knokke-Heist olarak geçiyor. Knokke-Heist nufusu 2009 başı itibariyle 33.897 kişi olan Belçika‘nın kuzey batı kesiminde Hollanda sınırında bazı kasaba ve köylerden oluşan bir belediye.

Knokke-Heist Belçika‘nın zengin bir tatil beldesi ve yaz sezonunda büyük tatilci kitlesi çekmekte. Knokke‘de uzun kumlu plajlar ve bir yanı apartmanlar ve zemin katlarında bulunan kafeler ve restoranlarla sıralanmış ‘Het Zoute/Le Zoute’ adı verilen bizim Bağdat caddesini andıran şık bir sahil yolu ve bu sahilde çok sayıda yazlık konak ve villalar bulunmakta. Knokke‘de 1886’dan beri her yıl Temmuz’da bir hafta süren parasız ‘Kneistival’ adlı bir müzik festivali yapılmakta.

2000 yılı Temmuz ayında yaptığımız ziyarette, havalar Avrupa genelinde öylesine soğuktu ki 17-19 dereceden yukarı çıkamamıştı. Bizede denize bakıp bakıp iç geçirmek düşmüştü!..

Bir kez evimde misafir etme şansını yakaladığım dostlarımı, gittikçe fırsat yaratıp Brüksel’de mutlaka görmeye çalıştığım bu ülkeyi tekrar tekrar ziyaret etmekten leziz midye yemekleri, çikolata, bisküvi ve vafel yemekten mutluluk duyuyorum.

Bir dolu tarihi ve coğrafi güzelliğin yanı sıra pek çok spesyaliteleri olan, buna karşın adından genelde pek söz edilmeyen bu mütevazı ülkenin geçtiğimiz yıllarda dünya gündemine ortaya çıkan bir skandal ve ensest ilişkiler ile oturması beni üzmüştü.

Belçika’nın en sevmediğim yanı ise terör örgütüne destek olması ve Türkiye’de insan katledenlere kucak açması!..

Not: Bu yazıyı hazırlarken bazı tarihi ve coğrafi bilgiler için Vikipedi Özgür Ansiklopedi’den yararlanılmıştır.

Şiyma Aksekili