2000 yılının soğuk bir Mart ayı.. Almanya’ nın Dresden kentinde Friedrichsstadt Hastanesinde popomda yaklaşık 20 dikişle yatar halde gelen hemşirelerle aynı filmlerdeki gibi fingirdeşirken, “Yahu, keşke yanımda bir hatun olsaydı da nazımı çekseydi” diye serzenirdim. :)) Tabii ki bu işin şakası.. Bana göre Avrupa’nın en romantik kentlerinden biri olan Dresden’de geçirdiğim zaman zarfında, özellikle Elbe Nehriyle ikiye bölünmüş kentin bir yakasını diğerine bağlayan eski köprülerin üzerinden yürürken hüzünlenir, el ele yürüyen çiftlere  gıpta eder, sık sık “Bir dahaki sefere buraya sevgilimle gelmezsem …” şeklinde başlayıp uzantısı yoruma açık cümleler kurardım. Ama nasıl? Zaman lazım, para lazım, bu seyahati unutulmazlaştıracak partner lazım; lazım oğlu lazım!
 

Geçen 2 yıl ve yalnız 3 seyahatten sonra nihayet 2002 yılında bu imkan belirdi. O sıralar 4 aylık bir birlikteliğim vardı ve özellikle sıkça yaptığımız yurtiçi seyahatlerinde de oldukça iyi anlaşıyorduk. Kasım ayında gene Dresden’e gitmem gerekiyordu. Sınırları içerisinde bir Rüzgar Enerjisi Santrali inşa etmeyi planladığımız Akyeniköy Belediyesinden bir heyete eşlik edecek, onlarla Saksonya bölgesinde henüz kurduğumuz büyük bir rüzgar parkının açılışına katılacak ve heyeti Türkiye’ ye uğurladıktan sonra Akyeniköy Rüzgar Santralinin proje çalışması için 10 gün kadar daha Dresden’de kalacaktım. Konuyu kız arkadaşıma açtım ve ona belediye heyetini Türkiye’de uğurladığım gün onunla Berlin’de buluşmayı önerdim. Planımız 10 gün boyunca Almanya’ da kalıp becerebildiğimizce ülkeyi gezmek, denk getirirsek de bir hafta sonu Almanya’ya yakın ülkelerden birine gitmekti.
 

Macera, benim 25 Kasım tarihinde Frankfurt uçağına binmemle başladı. 29 Kasımda ise Berlin’de belediye heyetini uğurladığım akşam İzmir’den gelen Aslı ile buluştuk. Hafta sonunu Berlin’de geçirdikten sonra pazar akşamı Dresden’e gelip 3 katlı bir evin kiralık olan üçüncü katında tuttuğum bir oda, bir mutfak ve bir banyodan mütevellit meskenimize yerleştik.
 

Başlangıç oldukça düş kırıcı idi. Her gün sabah 6 da kalkıp işe gidiyor, akşam saat 6’da bitkin bir şekilde eve dönüyordum. Hava sıcaklığı –11 ile –20 arasında gidip geliyor, aksi gibi ben de bir türlü Dresden’de geçirdiğim gün başına bana ödenen harcırahımı alamıyordum. Günlerimiz benim iş çıkışımda buluşmak, Dresden’i dolaşmak ve her tarafımız donmuş bir şekilde akşam en geç saat 9 da eve dönmekle geçiyordu. Tam bu esnada ablam arayıp eniştemle birlikte bir süreliğine Milano’ da ki evlerine geleceklerini, arzu edersek bizim de  onlara katılabileceğimizi söyleyince, patronla konuşmaya karar verdim. Sonuç müthişti. Orada kalacağım her gün için bana ödenecek olan harcırahın tamamı, önümüzdeki ayın maaşı, avans ve 13 Aralık Cuma’ dan itibaren 15 gün izin. Hemen internete girdim ve Milano yolculuğumuzun planını yapmaya koyuldum. Sonuç: hayal kırıklığı. Tren bilet fiyatları astronomik. İşte Interrail tam bu noktada imdadıma yetişti.
 

 

Interrail aslında tüm Avrupa demiryollarını kapsayan bir bilet. Norveç’ten Fas’a, Türkiye ve Rusya da dahil tüm Avrupa’yı 1 aya kadar varan sürede ister global, ister zonal tarifede alınan o tek bir Interrail biletiyle ücretsiz olarak gezmek mümkün. Sadece trende rezervasyon yapılması mecburiyeti halinde, yataklı vagonda seyahat etmek istendiğinde ve hızlı trenlerde bazı cüzi ücretler ödenmesi söz konusu. Toplam 8 bölge ve 34 ülkeyi kapsayan Interrail bileti, 1 Bölge/16Gün için (fiyatlar 25 yaşa kadar –  25 yaş üstü olaraktan)  210€  – 299€, 2 Bölge/22 Gün için 289€ – 409€, Global (tüm bölgeler) / 30 gün için ise 399€ – 559€ olarak belirlenmiş.
 

Bölgeler ve içerdiği ülkeler ise; A Bölgesi: İngiltere, İskoçya, İrlanda Cumhuriyeti, Kuzey İrlanda ve Galler; B bölgesi: İsveç, Norveç ve Finlandiya, C Bölgesi: Danimarka, Almanya, İsviçre, Avusturya ve  Liechtenstein; D Bölgesi: Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve Hırvatistan, E Bölgesi: Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksembourg ve Andora; F Bölgesi: İspanya, Belçika ve Fas, G Bölgesi: İtalya, Slovenya, Yunanistan ve Türkiye; H Bölgesi ise Bulgaristan, Yugoslavya, Makedonya ve Bosna – Hersek olacak şekilde düzenlenmiş. Biletler, Interrail organizasyonuna dahil tüm ülkelerin tren istasyonlarında ve tren bileti satılan acentalarda bulunabiliyor. 
 

Biz tüm ülkeleri kapsayacak şekilde 1 aylık interrail biletimizi aldık ve bulabildiğimiz ilk trene atladık! İlk hedef: Milano! (06/12/2002)

 

Oldukça uzun ve maceralı bir yolculuktu. İlk deneyimim, trene binmeden evvel hangi ülkelerden geçildiğini kontrol etme gerekliliği idrak etmem oldu. Arkadaşımda yeşil pasaport vardı ki yeşil pasaport vizesiz İngiltere hariç tüm Avrupa ülkelerinde geçerli. Bende ise Schengen vizesi var ve Schengen Vize protokolüne uymayan ülkelerde geçersiz. Dresden – Milano arasında tren bir ‘Non Schengen’ ülkesi olan İsviçre’ den geçti ve büyük bir sorun yaşadım. Gece yolculuklarında tren bir ülkeden diğer bir ülkeye geçtikten sonra durduğu ilk istasyonda, pasaport polisleri trene biniyorlar ve pasaportları kontrol ediyorlar. Gece vagonda uyurken birden vagonun kapısı açılıyor ve karşınızda size acımasızca gözlerini dikmiş, sert bir ses tonuyla “Passport” diyen polisle karşılaşıyorsunuz. Polise nerede olduğumuzu Almanca sorduğumda aldığım “İsviçre” cevabı, kafamda eşzamanlı olarak “İşte şimdi yan bastım” cümlesini doğurdu. Neyse ki sağlam bir fırça yiyerek olayı atlattım. Normal şartlar altında hem para cezası uyguluyorlar, hem de geri yolluyorlarmış. Mutlaka yolculuktan evvel transit vizesi almak gerekiyormuş, aman dikkat…

 

Bu vahim olayı atlattıktan sonra gözlerimizi görkemli Milano İstasyonunda açtık. Ablamın eşi sevgili Savaş bizi karşılamaya gelmiş. Milano’nun en civcivli caddesi Corso Buenos Aires’e yakın bir yerdeki evlerine vardığımızda bizi dumanı tüten çaylarla mükellef bir kahvaltı sofrası karşıladı. 12 saatlik yoldan sonra gerçekten çok makbule geçti. Savaş’tan Milano Şehir haritasını ve gezilesi yerler üzerine muhtelif tüyoları aldıktan sonra, Milano’da bir gece geçirip ertesi gün Venedik’e geçmeyi, oradan da eşyalarımızı toplayıp seyahat planı yapmak için Dresden’e dönmeye karar verdik. Nasıl olsa İnterrail biletimiz var!

Kahvaltıdan hemen sonra şehre aktık ve soluğu Milano’nun en görülesi mıntıkası olan Duomo Meydanında aldık. Hayatımda ilk defa, oldukça soğuk havaya rağmen kımıldamadan duran, birkaç Euro verdiğinizde harekete geçip muhtelif atraksiyonlar yapan, mumya, robot, örümcek adam vs kılıklarında insanlar gördüm ve gerçekten eğlenceliydi.. Ve nihayet akşam oldu: Pizza, pizza, pizza.. Gittiğimiz restoranda 70 çeşit pizza vardı. Sadece öğün saatlerinde hizmet veren restorandaki insanlar için yemek yemek adeta bir ritüeldi. Gece, ismiyle bizim meşhur Tecavüzcü Coşkun’u bize tebessümle hatırlatan Hotel “Teco”daki odamızda uyumadan evvel, heyecanlı ve hep kavga edermişçesine konuşan; yakışıklı erkekleri ve oldukça bakımlı kadınlarıyla insanlarını, fazla kalmamış olsa da eskiden bu güne ayakta kalmasını bilmiş muhteşem mimarisini, Duomo Meydanında bir pasajda görüp hayran olduğumuz Murano Kristalleriyle süslenmiş Noel ağacını, Türkiye’deki magazin gazetelerini doğrulayan ihtişama sahip şık mağazaları ve tadına doyamadığımız pizza ve tiramisuyla Milano’yu düşündük.
 

07/12/2002: İşte yeni bir sabah ve gene çok heyecanlıyız. Hemen kahvaltımızı yaptık ve İstasyona gittik. İstikamet: Venedik. İnterrail biletinin yanında, nereden nereye gittiğinizi yazmanız gereken bir defter veriyorlar. Kondüktör, orada yazılı olan istikameti kontrol edip damgasını oraya basıyor ve ben bilete Milano – Venezia yazarken hala inanamıyorum! Trene binerken Milan taraftarlarıyla karşılaştık. “Milan’ım söyle canım ne istersen iste benden” tarzı bir şey olduğunu düşündüm tezahüratlarla trene hücum eden kalabalığa biz de coşkuyla katıldık. Ve nihayet Venedik’teyiz. Hemen iner inmez dönüş işini organize etmek lazım. Daha sonra da her yeni gittiğimiz şehirde uygulamaya karar verdiğimiz üzere, her tren istasyonunda bulunan “Tourist Info”ya gittik, gidilesi elzem yerleri öğrenip şehir haritasını aldık. Yurtdışına muayyen turlarla gitmeyen herkese bunu tavsiye ederim. Haritalar oldukça okunaklı ve pratik. Venedik, gerçekten de romantik bir şehir. Arabaların geçtiği caddeler yerine burada kanallar var. Daracık sokaklar birbirine o kadar benziyor ki insan çok çabuk kaybolabilir. İlk hedefimiz, meşhur St. Marco Meydanı. Hava çok soğuk olduğu için gondol muhabbetine giremedik ama her yerini karış karış gezdik. Ne yazık ki akşam saat 8’de Dresden trenini yakalamamız gerektiğinden “Sebastian” adını taktığım ve ahbap olduğumuz bir garsonun hizmet ettiği bir restoranda pizzamızı yiyip şarabımızı içtikten sonra istasyonun yolunu tuttuk ve kaybolduk! Devamlı aynı yerde dönüp dolaşıyoruz ve sokaklarda kimse yok. Nihayet 2 kişiye rastlayıp meramımızı anlatıyoruz. Biraz Galatasaray, biraz Fatih Terim derken tarifi alıp ucu ucuna trene yetişiyoruz. Şanslıyız, hızlı trene denk geldik; şanssızız, çok fazla aktarma yapmak zorundayız. Çok yorgunuz ve kendimize de güvenemiyoruz. Neyse ki tren kalkmadan evvel istasyonda trenin ayrıntılı, hangi saatte hangi istasyonda olacağını da içeren bir tablo buldum ve cep telefonumun saatini kurdum. Böylelikle, aktarma yapacağımız istasyonlara gelmeden 10 – 15 dakika evvel uyanıp kendimizi toplama imkanını bulmuş oluyor, hem de yaban ellerde gözümüzü olmadık yerlerde açma riskinden de sakınmış oluyoruz!
 

Dresden’e yaklaştığımızda bizi bir sürpriz daha bekliyor. Tren, Dresden şehir merkezine kadar değil, şehre 45 dakika kadar uzaklıkta seramikleriyle ünlü Meissen kentinde duruyor. Oradan Dresden’e otobüsle gitmemiz gerekiyormuş. Otobüse bindiğimizde para toplayan şoföre Interrail biletlerimizi gösterip otobüse biniyoruz. Şimdi artık plan yapma, Avrupa’ya akma zamanı!

 

Dresden’de bir hafta içi daha geçirdik. Yolculuğumuz Münih’ten başlayacaktı. Çok sevdiğimiz DJ Paul van Dyke, Münih’te bir mekanda pikapların başına geçecekmiş, biz de “yerinde görelim” diye şımardık. 🙂 Yolculuğumuzun son noktasını da Amsterdam olarak belirledik, zira 22 Aralık’ta “The Innercity” adı altında 50 bin kişilik yaklaşık 60 DJ’in çaldığı bir parti olduğunu öğrendik! Geriye sadece Münih ve Amsterdam arasına birkaç gezilesi şehir sıkıştırmak kalmıştı ve biz de öyle yaptık! Beraberimizdeki, her uğradığımız şehirde aldığımız şaraplarla daha da ağırlaşan ve sırtta taşınma imkanı olmayan bavullarımız, tren saatlerinden gittiğimiz yerdeki kalacağımız yerlere kadar tüm ayrıntıları belirlemeye itti beni. Alman demiryollarına ait www.bahn.de sitesinde yaptığım, hangi şehirden hangi şehre kolaylıkla  seyahat edebilirizden mütevellit bir çalışma sonu rotamız, Münih – Viyana – Paris – Barselona – Amsterdam – Dusseldorf – İstanbul olarak belirlendi. Bu internet sitesi o kadar iyi hazırlanmış ki, tüm rota boyunca trenin hangi istasyonun hangi peronundan saat kaçta kalkıp nerelerde aktarma yapılması gerektiğine kadar bütün detayları öğrendik ve bu bilgiler hiç şaşmadı. Gene de eğer planlı bir yolculuk yapılıyorsa, herhangi bir olası değişikliğe karşı vardığınız şehirde trenden iner inmez bir sonraki adımınız için bineceğiniz trenin detaylarını sıcağı sıcağına belirlemekte fayda var. Özellikle bizim gibi, Noel tatiline denk gelen ve tüm trenlerin “back packers” adı verilen Interrail seyahatçileriyle dolu olduğu zamanlarda.

 

14/12/2002, Sabaha karşı 04:00, Münih’teyiz. Arkadaşımı bavulların başında bırakıp Münih’te geceleyebilecek istasyon civarında bir otel aramaya çıktım. Her nasılsa istasyon civarlarında kalacak bir yer bulunuyor. Bir taksi şoförünün yardımıyla geceliği adam başı kahvaltı dahil 7€ olan temiz ve ağzına kadar back packers dolu bir hostel bulup yerleştik ve ilk bomba patladı!
 

Kahvaltı için bize verilen fişleri alıp kahvaltı salona gittik ve kahvaltı etmeye başladık. Daha sonra tekrar çay almak için sıraya girdim. Çayımı tam aldığımda Afrikalı olduğunu düşündüğüm biri yanıma yanaştı ve aramızda şu diyalog geçti:

A: Coffe?

Ben: No.

A: Tea

Ben: (Elimdeki bardağı göstererekten) No, thanks.

A: Can I drink a cup of tea?

Ben: Could be..

A: (Tepine tepine bağırarak): I want a cup of coffee!

Ben: Go ahead!..

Meğerse adam beni oranın çaycısı sanmış 🙂
 

Kahvaltıdan sonra Dresden’de internetten araştırdığım ve çıktısını aldığım, Münih’ten sonra gideceğimiz şehirlerde kalabileceğimiz hostellerin listesini aldım ve sırayla arayarak rezervasyon yaptırdım ve oraya nasıl gidileceğini tarif ettirdim. Doğrusu bunun oldukça faydasını gördük. Özellikle tatil dönemlerinde interrail yapanların tercih ettiği hostellerde yer bulmak oldukça zor oluyor ve insan sokakta kalma veya pahalı otellerde konaklama mecburiyetinde kalabilir. Tüm rezervasyonları organize ettikten sonra hemen şehre aktık. İlk hedefimiz tabii ki “Tourist Info”. Şehrin haritasını aldık almasına ama nedense içimizden şehri gezmek pek gelmiyor. Sanırım Almanya’ya doymuşuz artık. Biraz temiz hava alalım kisvesi altında haritada yemyeşil gösterilen Grünerwald’a gitmeye karar verdik. Harika bir tabiat yürüyüşü sonrasında şehre geri dönüp akşamki Paul van Dyke aksiyonunun yapılacağı Kunstpark denen mekanı keşfe çıktık.
 

Kunstpark açıkçası her ikimizi de çok etkiledi. Gündüz bit pazarı olarak kullanılan koca bir açık alan ve içinde neredeyse yüze yakın mekan var. Canlı müzikten DJ performansına, Rock’tan Hip Hop’a, Latin Şovlar’dan Tekno’ya her zevke hitap eden mekan var. Münih insanları, ayrı tarzları seçseler de hep beraber eğlenmeye gidiyorlar. Hava mucizevi bir şekilde çok güzel ve şehri gezmeye devam ediyoruz. Muazzam mağazalar var ve bazıları girişte şampanya ikram ediyorlar. Acaba biz de girsek etinden sütünden faydalanır mıyız umudumuz ise, mağaza kapısında bekleyen vampir kılığına girmiş bir elemanın bize “hayırdır gençler, bir durum mu var” var bakışından dolayı sona eriyor..
 

Biraz daha yürüdükten sonra bir yerlerden müzik sesi işittik ve oraya yöneldik. Ayaklar ve kulaklarımız, bizi Münih Belediye binasına götürdü ve meydanda toplanmış binlerce insanla sarılarak bir orkestra tarafından çalınan Noel Şarkılarını dinleyerek kendimizden geçtik. Münih’teki son gecemiz ise Paul van Dyke’ın muhteşem DJ performansıyla sabaha kadar dans ederek geçti.

 

15.12.2002, 8 saatlik bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde nihayet Viyana’dayız. Bavulları çekiştire çekiştire buz gibi bir havada yürüyor ve Wombat’s isimli hostelimizi arıyoruz. Yaklaşık 40 dakikalık bir uğraşla esasında istasyondan 7- 8 dakika mesafede olan hostele sinir içerisinde vardık. Tüm bu hışmımız, hostelin işletmecisi Sebastian’ la tanışınca duruldu. Olağanüstü misafirperver ve komik bir çocuk olan Sebastian’la biraz geyik yaptıktan sonra odaya yerleştik ve zil çalan karnımıza kulak vermeye karar verdik. Sebastian bize hostel tarafından basılmış olan “Wien for alliens” diye komik bir harita verdi. Buranın da en cafcaflı caddesi Maria Hilfer Strasse imiş. Bize de o direk caddeye akmak düştü. Almanya’dan sonra Avusturya bize oldukça renkli ve canlı geldi. Almanya’ da saat 8’den sonra genelde dükkanlar kapanır ve insanlar evlerine çekilirken, burada her yer ışıl ışıl ve insanlar çok neşeli. Biz bu sosyolojik saptamaları yapa duralım, ayaklarımız bizi Maria Hilfer Caddesini kesen Burg Ring diye bir bulvarda dışarıdan oldukça şık görünen bir mekana getirdi. Epeyce yorgun olduğumuz için biraz oturup şarap içmek istedik. Garsona, tamamen Avusturya’ya özgü bir şarap getirmesini rica ettik ve sanki 40 yıldır oraya gelirmişçesine rahat koltuklara yayılıp garsonun bize getirdiği Zweigelt isimli, hayatımda tattığım en enfes şarabı yudumlamaya başladık. Neden sonra lavaboya gitmek istedim. Tuvalet mekanın içinde değilmiş, aynı apartman boşluğu gibi bir yere çıkıp 1 kat alttaki lavaboya indim. İşim bittikten sonra aşağı katları merak ettim. Zemin kata geldiğimde karşıma bir kapı çıktı. O kapıyı açtığımda ise muazzam bir partiyle karşılaştım. Kalabalık bir insan topluluğu kiminin elinde bira kiminin marihuana, bir DJ müzik yapıyor ve herkes dans ediyor. Hemen yukarı çıktım ve arkadaşımı çağırdım. Aşağı tekrar indiğimizde, öncelikle bunun bir kızın doğum günü olduğunu idrak ettik. Daha sonra direk bir köşede masa üzerinde yığılmış, herkesin kendi getirdiği yiyecek dolu tepsilere yönelip karnımızı iyice doyurduk! Ardından kendimizi, partinin kollarına bıraktık. Ne zaman ki hakkımızda “Bu tipler de kim, acaba kimin arkadaşları” şeklinde spekülasyonlar duymaya başladık -ki artık partinin sonu gelmişti ve ben de gidenleri uğurlayan insanların arasında gidenleri uğurluyordum- oradan uzamaya karar verdik. Yukarı çıkıp şarabımızı bitirdik ve belli belirsiz yağan yılın ilk karı eşliğinde hostelin yolunu tuttuk..
 

Sabah bizi bembeyaz bir Viyana karşıladı. Bütün gece yağan kar, şehre muhteşem bir elbise olmuş. Karlara bata çıka şehri gezmek bizi epeyce yordu. Eh, buraya kadar gelmişken  Wiener Schnitzel’i de yerinde yiyelim deyip bir restorana girdik. Garsonun getirdiği gene Avusturya’ya özgü Blaufraenkirsch şarabını zevkle yudumladıktan sonra bir klasik müzik konseri ilanı görüp oraya gitmeye karar verdik. Barok tarzı mimariye sahip harika bir bina ve muhteşem bir akustik eşliğinde izlediğimiz konser, ne yazık ki Viyana’ da ki son aktivitemizdi.
 

17/12/2002: Trende karşımızda oturan Viyanalı kadının nereye gidiyorsunuz sorusuna verdiğimiz cevap üzerine kadının bize iç geçirerek “Ah, Paris… Paris’e benden kalpten selamlar” demesi bizi iyice havaya soktu. Her ikimiz için de bir rüya olan şey gerçekleşmişti. Paris’teydik! Bavullarımızı çekiştirerek hemen Gar de Nord İstasyonunun altındaki metroya indik. Her ne kadar karmaşık görünse de, her durakta üzerinde tüm istasyonların ışıklı bir şekilde işlenmiş olduğu tabelalar var ve siz hangi durağa gitmek istediğinizi yazdığınızda seyahat planınız tüm detaylarıyla ortaya çıkıyor. Nitekim biz de 2 kez aktarma yaparak Commerce durağımıza ulaşıp “The Three Ducks” isimli hostelimizi bulduk. Her ne kadar tüm yol boyunca, en son sabah kahvaltısı yaptığımız yerdeki açık büfelerde hazırladığımız ve bütçemizi gerçekten oldukça rahatlatan sandviçlerden yemiş olsak da, Paris’ e gelmişken biraz şımarmayı tercih edip bir restorana girdik. Zamanımızı iyi değerlendirmemiz gerekiyordu zira Paris’te sadece 2 gün ve bir gecemiz vardı. Hostelden edindiğiz şehir haritası üzerinde biraz çalıştıktan sonra her zamanki gibi şehre aktık!
 

Kaldığımız yer Eiffel kulesine yürüyerek 15 dakika mesafedeydi. Biz de önceliği oraya verdik. Uzaktan ilk gördüğümüzde her ikimize de “Eee, bu muymuş yani o meşhur Eiffel?” dedirten kule, yaklaştıkça ne kadar muazzam bir şey olduğunu bize ispatladı. Binlerce Japon Turistin arasına katılıp kuleye tırmandık ve manzaranın keyfini çıkardık. Aşağı indikten sonra Sen nehrinin ortasından geçen, üzeri ağaçlardan dökülen yapraklarla dolu yolda elimizdeki çikolatalı tatlıları üzerimize döke saça yürüyüp Özgürlük Anıtına gittik. Gidilmesi gereken yer o kadar çok ve zamanımız o kadar az ki, sadece Eiffel Civarındaki eserlerle yetinmek zorunda kaldık. Ertesi günümüzü ise tamamen Louvre Müzesine ayırdık. Paris’li bir arkadaşıma zamanında “Bana Paris’i anlatsana” diye sormuş ve karşılığında “Fransa ikiye ayrılır. Paris ve gerisi” cevabını vermişti. Bu büyük aşktan ayrılırken, ikimizin de dudaklarında acı bir tebessüm vardı. Yolumuz zorlu ve uzundu. Güçlükle 16 saat ve 4 aktarma ile ulaşabilecek şekilde Barselona için yer bulabildik..
 

Tren o kadar çok Interrail yapan insanlarla doluydu ve hepsi öylesine bir coşku içindelerdi ki, buna seyirci kalmamaya karar verdik. Gözümüze birini kestirdik ve konuşmaya başladık. Ne tesadüf ki çocuk birkaç yıldır Amsterdam’ da yaşayan bir Barselonalı çıktı! Anlattığına göre Barselonalılar kendilerine İspanyol denmesinden hoşlanmazlarmış. Mutlaka Katalan dememiz gerekiyormuş. Pek İngilizce bilmezlermiş, bilseler de konuşmazlarmış. Çocuk bize Barselona’nın biraz karışık bir kent olduğunu, mümkünse kaybolmamamızı, aksi taktirde birine bir yer sormaya kalktığımızda yardım etme tutkusuyla insanların bizim anlayıp anlamadığımıza bakmadan durmaksızın Katalanca konuşup yer tarif edeceklerini söyledi. Biraz daha lafladıktan sonra uykuya yenik düştük.
 

19/12/2002: Fransa’ da ki son aktarma noktası, La Tour de Carol. İspanya topraklarına girmek üzereyiz. Oldukça konforsuz bir trene bindik ve uyumaya devam ettik. Son aktarma noktasında ise bizi oldukça tatsız bir sürpriz bekliyor.. İçinde Türkiye’ye dönüş için gereken uçak bileti parası, “Ne olur ne olmaz” kisvesi altında ayırdığımız bir miktar para, Discman ve yüzlerce CD’nin olduğu çantamızın çalındığını fark ettik. Bu bize, trenlerde ne kadar dikkatli olmamız gerektiği hususunda acı bir ders oldu. Barselona tren istasyonunda bir şikayet dilekçesi doldurduk ve bütçemiz ağır hasar almış bir şekilde, moralsiz hostelin yolunu tuttuk.. Allahtan karşımıza gene dünya tatlısı bir işletmeci çıktı. Bizi coşkuyla karşıladı, elimize birer kahve tutuşturdu ve odamıza yerleştirdi. Biraz dinlenip morallendikten sonra, her zaman olduğu gibi direk şehre aktık! İlk hedefimiz olan Sagrada Familia, yapımına 1882 yılında başlanmış ve mimarlığını 1882’den ölüm yılı 1926’ya kadar İspanya’nın medarı iftiharı büyük mimar Antoni Gaudi’nin yürüttüğü ve bizim gittiğimiz 2002 yılında hala inşasının devam ettiği bir kilise. En hareketli caddesi La Rambla olan Barselona da hemen nereye bakılsa Antoni Gaudi’nin bir imzasını görmek mümkün. Bu günümüzü, La Rambla’ya akıp Paella yiyerek noktalıyoruz. Ertesi gün sadece yarım günümüz var ve mutlaka gene Gaudi imzalı Güell’in Ütopik parkını görmek istiyoruz.

 

20/12/2002: Hansel ve Gretel hikayesindeki pasta eve benzeyen binalar ve mozaik süslerle bezenmiş Güell parkını gezdikten sonra korktuğumuz başımıza geldi ve kaybolduk! Tek istediğimiz bir metro durağı bulmak. Bana kendimi ülkemde zannettiren, bir çınar ağacının altına iskemle atmış bağıra çağıra muhabbet eden birkaç kasketli amcanın yanına yanaşıp yaradana sığınıp kendimin dahi anlamadığı bir lisanla kaybolduğumuzu ve metro durağını aradığımızı belirttim. Tahmin ettiğiniz gibi geçen dakikalar yüzlerce “Muços Grasyas” sonra koşarcasına oradan uzaklaştığımızda, hala arkamızdan Katalanca bağırıp yol tarif ediyorlardı! Eski yöntemleri kullandık ve yarım saat gezip oranın en merkezi caddesini tespit edip yürümeye başladık. Neyse ki yanılmamışız, metro durağını bulup eşyaları toplamaya gidiyoruz, zira 2 saat sonra Amsterdam treni kalkıyor.
 

21/12/2002 akşamı nihayet Amsterdam’dayız.. Günlerce yolculuk etmekten, bavul taşımaktan ve iyi beslenememekten o kadar güçsüz düşmüşüz ki, kalacağımız otele yürüyecek enerji bulamadık ve bir taksi çağırdık. Adresi ve otel ismini şoföre verdikten sonra aklımıza şu meşhur “Red Light District”i sormak geldi. Şoförün cevabı  “Hey adamım, kaldığınız otel Red Lights’ın tam kalbinde” şeklinde Amerikanvari bir cümle olunca gülsek mi, ağlasak mı bilemedik. Otelde istisnasız herkes uçuyordu. Gündüz kahvaltı salonu olarak kullanılan mekan, akşam şu meşhur “Coffee Shop” lar haline geliyormuş. Hemen yukarı çıkıp hazırlanmamız lazım, zira birkaç saat sonra Amsterdam’a gelme sebebimiz olan Innercity partisi başlayacak. Heyecanla hazırlandık ve önce karnımızı doyurmaya gittik. Amsterdam, gerçekten çok renkli ve kozmopolit bir şehir. Hemen herkes ulusal dillerinin yanı sıra İngilizce ve Almancayı da su gibi konuşuyor. En sıkıntılı şey ise devamlı yanınıza yanaşıp size uyuşturucu madde satmaya çalışan satıcılar.
 

Yemekten sonra trene atladık ve partinin yapıldığı mekana gittik. Tam 50 bin kişi, sabahın ilk ışıklarına kadar çılgınca eğlendik. Ertesi günümüz, tahmin edeceğiniz üzere uyuyarak geçti. Akşama doğru güç bela kalktık ve Dusseldorf’tan dönecek şekilde uçak biletimizi ayarladık. 250 € tutan biletleri alandan almamızı kabul ettiler. Cebimize bakıyoruz, 270 € paramız kalmış. Amsterdam’da bir gün ve bir gece daha geçirip aylak aylak şehirde dolandıktan sonra son kez trene atlayıp Dusseldorf’ un yolunu tuttuk.
 

24/12/2004, seyahat vizemin bittiği ve içten içe özlediğimiz ülkemize döneceğimiz gün. Havalimanına geldik, cebimizde kalan uçak bileti parası hariç kalan son 7 €’la da gofret alıp bilet kontuarının açılmasını beklemeye başladık. Görevliler hemen geldiler. Rezervasyon numaramı verip biletimi istediğimde ise büyük bir şok yaşadım. Biletler 260 € imiş. Adama ne söylesem kar etmedi. Güya telefondaki fiyatla kontuardaki fiyat aynı olmak zorunda değilmiş, yok yanlışımız varmışmış. Kendisine 250 € dan başka bir param olmadığını söylediğimde ise azar işitip sıradan dışarı çıkartıldım. Tek kelimeyle dümdüz olmuştum. Birilerinden istesek; mümkün değil. Birden aklıma bir fikir geldi. Bir grup gurbetçi vatandaşımızın hafif yanına doğru yanaşıp onların da duyabileceği şekilde, olayı iyice dramatize ederek arkadaşıma anlattım. Sağ olsun biri bize acıdı ve para verdi. Biletimizi almakla kalmadık, birer gofret daha dahi aldık! Hiç konuşmadığımız ve hemen uykuya daldığımız bir uçak yolculuğuyla ülkemize vardık ve maceramız sona erdi.
 

Tüm bu seyahatten çıkan en büyük gerçek biraz cesur olmak ve Interrail gibi bir imkandan mutlaka faydalanmak. İster yalnız olsun, ister çift, isterse de arkadaş grubu.. Seyahat etmek, yeni yerler görmek, değişik kültürler tanımak gerçekten çok özel bir deneyim.

Konuk Yazar