Taksideki Muhabbet…
Zaten herşey bir roman kurgusunda başladı. Uçakta içtiğim iki küçük şişe beyaz şarapla çakır keyif olmuş bir vaziyette havaalanından çıktım, tekerlekleri üzerinde dengesini bir türlü bulamayan kocaman bavulumu çekiştire çekiştire taksi kuyruğunun başındaki arabanın yanına gittim. Otel adresi sırt çantamın derinliklerindeydi ve aracının yanında boş bakışlarla beni süzen Arap asıllı genç şoför bana “yorucu turist kadın” muamelesi çekmek için hazır bekliyordu. Kendisine, Luc Besson’un Taksi’sine hürmeten müzikal bir “bonjour” çektikten sonra, elimden geldiğince düzgün bir Paris aksanı kullanarak Saint Honoré’deki otelime gitmek istediğimi söyledim. Adam ağzının içinde bir şeyler geveledi, ama yerinden kıpırdamadı. Neden sonra, şoförün, hemen arkamda duran yaşlıca bir beyi işaret ederek sıradaki müşterinin o olduğunu söylediğini farkettim. Dönüp özür diledim ve nereden sıraya girebileceğimi sordum, çünkü ortada sıra falan görünmüyordu. Yaşlı adam, oldukça derbeder görüntüsü, dağınık saçları ve kirli sakalının yarattığı ilk anlık nahoş izlenime rağmen son derece düzgün bir ses tonu ve koyu Paris aksanı ile eğer dilersem aynı taksiyi paylaşabileceğimizi söyledi ve Türkçe olarak ekledi: “Zaten sizin ineceğiniz yer neredeyse benim yolumun üzerinde….” Bu adamdan Türkçe duymak beni şaşırtmıştı; öylesine Fransız görünüyordu ki… Biraz da meraktan, teklifini kabul ettim.
Otele kadarki yarım saatlik yol boyunca, bana kendisinden bahsetti. Paris’te, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim görevlisiymiş ve yılda bir iki kez Türkiye’ye kısa ziyaretler yapıyormuş. Aynı liseden yaklaşık 30 yıl arayla mezun olduğumuzu farkettiğimizde sohbet daha da bir yakınlaştı. Tam o sırada, sağ tarafta Eyfel gözüktü ve ben bir kez daha, bu insanların bu kulenin neresini beğendiklerini anlayamadığımı düşündüm. Sanki ne düşündüğümü anlamış gibi bana şöyle dedi: “Bilir misiniz, Paris’liler Paris’in en güzel yerinin Eyfel Kulesi’nin tepesi olduğunu düşünürler… Sizce neden?” Tereddütsüz cevap verdim: “Çünkü oradan kulenin kendisi görünmez.” Başıyla onayladı, güldük…
Otelin önüne vardığımızda, hala bir şeylere gülüyorduk ve ben köşeyi dönen taksinin arkasından bakarken yaşlı adamın adını bile bilmediğimi farkettim…
Da Vinci’nin Şifresi
Dan Brown’un best seller ezoterik polisiye romanını okuduktan bir ay sonra Paris’e yolu düşen birinin Louvres Müzesi’ne gitmemek gibi bir lüksü olmasa gerek. Şehre vardığım ilk akşam, uzun süredir orda yaşayan kızkardeşim ve arkadaşı Nicolas ile buluştum. Beraber Sacré Coeur ve Montmartre civarında dolandık, kült filmlerimizden biri olan Amélie’nin çekildiği mekanlarda gezindik ve ben yorgunluktan yürüyemez hale geldiğimde, her zaman gittikleri küçük bir lokantada akşam yemeği için mola verdik. Yemekte onlara Da Vinci’nin Şifresi’nden bahsettim. İkisi de kitap kurdu olmalarına rağmen bizde best seller olan bu romanın adını bile duymadıklarını söylediler. Sonraki günlerde, biri hariç girdiğim hiçbir kitapçıda bu kitaba rastlamadım, sohbet ettiğim Fransızların da Dan Brown ismine son derece fransız olduklarını görüp şaşırdım. İşin komik tarafı, Louvres’a gittiğimde, ters piramit, Mona Lisa ve Kayalıklar Bakiresi’nin önünde fotoğraf çekmek için birbirini ezen Amerikalı turistlerin birkaç tanesinin elinde kitap vardı ve kulak misafiri olduğum bir sürü turist de Da Vinci’nin Şifresi’nden söz ediyordu.
La Jaconde
İlk kez 17 yaşındayken gezdiğim bu dev müzeden aklımda kalan birkaç resim genellikle birbirine dirsek atarak itişip kakışan turist kafilelerini tasvir ettiğinden olsa gerek, ne kadar hevesli bir müze düşkünü olsam da Louvres’a gideceğim günün sabahı içim daralmaya başladı.
Les Jardins de Tuilleries’den geçip Louvres’un avlusuna vardığımda, cam piramide bir kez daha alıcı gözle baktım. Takside tanıştığım yaşlı adam, Louvres’un eşsiz mimarisi ile bu modern piramit arasındaki tezatın çok hoş olduğu konusunda ısrar etmiş olsa da, benim benzerliklere odaklanmaya meyilli mimari zevkim biraz daha tutucu galiba: Cam piramiti sevemedim…
Piramitin alt katında bizi “kadeh ve bıçak” karşıladı. Aynı eksen üzerinden kusursuzca birbirlerine doğru uzanan bu iki piramiti uzun uzun seyrettim… Gözlerim ister istemez küçük piramidin oturduğu zemine takıldı. Birkaç metre aşağıda… Yerin altında… Acaba? Olabilir miydi gerçekten? Koluma çarpıp sendelememe neden olan 150 santimlik bir Japon turist sayesinde hayal aleminden çıktım.
En az benim kadar heyecanlı olan kızkardeşimle beraber Grande Galérie’ye doğru yürümeye koyulduk. 16. ve 17. yüzyıl İtalyan ressamlarının eserlerinin sergilendiği salonlardan geçerken turist kalabalığına rağmen ortamdaki ruh olanca yoğunluğuyla bizi rönesans dönemine götürdü. Taç giyme törenleri, kucağında bebeğiyle resmedilen Bakire, savaş sahneleleri, Salomé’nin elindeki kelle, ünlü portreler, o portrelerden fırlayıp yanımıza geliverecekmiş gibi bakan yuvarlak yüzlü kadınlar, ressamların detaylar arasına serpiştirdikleri bir sürü sembol, krallar, peygamberler, hepsi ama hepsi kendi devirlerinin sessiz birer tanığı olarak çerçevelenip duvarlarda bir insan ömrüne kıyasla oldukça yavaş da olsa yok oluşlarını sürdürüyorlardı. Bazı tabloların karşısında şövalesini kurmuş ressamlara rastladık. Her seferinde, uzaktan ilk bakışta bire bir benzerlikte röprodüksiyonlarla karşılaştığımızı sandık, ama oluşmakta olan genç kopyaya yaklaştığımızda hep aynı şeyle karşılaştık: Çok daha keskin ve sert hatlı fırça darbeleri ve daha abartılı tonlar…
Da Vinci’nin en ünlü eserinin olması gereken yere geldiğimizde, kocaman gri bir panelle karşılaştık: Büyük Galeri’nin bir kısmını geçici olarak kapatmışlar ve aralarında Mona Lisa da olmak üzere bazı eserleri farklı galerilere taşımışlar. Belirli aralıklarla duvarlara yapıştırılmış olan Mona Lisa fotokopilerini takip ederek dev bir kalabalığın orta yerine düştük. Adım atacak yer yoktu. İnsanlar, havaya kaldırdıkları dijital kameralarıyla camekanın arkasındaki bilmiş kadının fotoğrafını çekiyorlardı. Tabloya yaklaşabilmek için girmemiz gereken yorucu mücadeleyi göze alamadık ve uzaklaşıp kalabalığın fotoğrafını çektik. Önünde en fazla 5-10 saniye durabildikten sonra sürüklenerek huzurunu terketmek zorunda kalacağım bu meşhur tabloya hiç yaklaşmamayı yeğledim. Kızkardeşim eşsiz bir yorum yaptı: “Kartpostalını alırız daha iyi…”
Afrika ve Okyanus Adaları
O gün, benim için müzenin en ilgi çekici bölümü Afrika Kıtası ve okyanus adalarına ait heykel ve nesnelerdi. Cehaletim beni hayrete düşürdü. Günümüzden en az 500 yıl önce Afrika’da yapılmış heykellerdeki detaylar ve ince işçilik inanılır gibi değildi. Ben kaba hatlı kabile totemleri beklerken, önümde duran fildişi kornanın üzerindeki dantel oyası gibi kabartma desenler ve alegorik anlatımın 15. yüzyılda yanlış hatırlamıyorsam Kenya civarlarında yapılmış olduğunu okuduğumda şaşkınlıktan kalakaldım. Birbirine açılan üç küçük salonda sergilenen bu eserleri eğer şansınız olursa günün birinde mutlaka görmenizi isterim, tarif etmekle olacak gibi değil. Paskalya Adalarındaki heykellerden biri de ordaydı, yakından görmek ve dokunmak çok heyecan vericiydi…
Paris’in yeraltında yaşayan bir şehir var…
Yine bir akşam yemeğinde Nicolas’ya Paris’in yer altı şehri hakkında bir şey bilip bilmediğini sordum. Meğer tam da adamına rastlamışım, çocuk başladı anlatmaya:
“Paris’in altı tamamen oyuktur ve dev bir yer altı şehri vardır. Aynen Kapadokya’daki Derinkuyu ve Kaymaklı kentleri gibi… Ama çok daha düzgün ve çok daha büyük. Orda hala yaşayan, ya da en azından orayı bir sığınak gibi kullanan insanlar var. Metrodaki bazı yerlerde ve bir de çok eski birkaç apartmanın mahzenlerinde bulunan, çoğu kişinin bilmediği kapıları kullanıyorlar. Benim Sebastien diye bir arkadaşım vardı. O girişlerden birinin yerini biliyordu. 4-5 sene önce birkaç arkadaş toplandık, lastik çizmelerimizi giyip fenerlerimizi aldık ve Sebastien’ın peşine takıldık. Bir apartmanın mahzeninden girdik ve epey derinlere ilerledik. Bir yerden sonra yeraltı suları başladı. Başta diz seviyesindeydi, ama sonra gittikçe derinleşti. İlerlemenin tek yolu yüzmekti. Kuru bir yer bulup sırt çantalarımızı bıraktık ve göğüs seviyesine gelen zifiri karanlık suların içinde ilerledik. Tüneller çok düzgündü, bazı yerlerde merdivenler vardı. Duvarlarda da kabartmalara rastladık. Sanırım bizim girdiğimiz yer, çok da aktif olarak kullanılmıyordu. Bir noktadan sonra, geri dönmeye karar verdik ama bıraktığımız yere geldiğimizde çantalarımızın çalınmış olduğunu gördük. Halbuki çantaları sakladığımız yer tünelin derinliklerinde bir yerdi; demek ki oralara girip çıkan birileri vardı… Açıkçası o günden sonra tüneller bir daha ilgimi çekmedi. Bence tehlikeli yerler. Orda yaşayan insanların çoğu yabancılardan hoşlanmıyorlar ve kendilerine özgü kuralları var.”
Aklıma, Christopher Lambert’in başrolünde oynadığı Metro adlı film geldi. Sonra da çocukluk aşkım Vincent’ı hatırladım. Yer altı şehirleri bana her zaman o kadar çekici gelmiştir ki… Lise yıllarına kadar en sık gördüğüm rüyalardan biri, 1700’lerde yapılmış olan okul binamızın mahzenlerindeki gizli bir kapaktan geçerek girdiğim yer altı şehirleriyle ilgiliydi… Hala bile bu rüyanın farklı versiyonlarını arada sırada görüyorum. Rüyadaki tüneller son derece tanıdık. Orda kendimi çok güvende hissediyorum. Anne rahmi gibi…
Les Catacombes
Yer altı şehrine girme şansımız pek yoktu, ama Nicolas’nın aklına harika bir fikir geldi: “Sizi yer altı mezarlarına götüreyim. Turistik geziye açık. “ Paris’teki son günümün öğleden sonra saatlerini bu dehşet mekanın ziyaretine ayırdım. 14. Bölge’deki Denfert-Rochereau durağında indik. “Müze” az ilerideki caddedeydi. Ben hala, tam olarak neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Girişte, camekan içinde iki tane maket vardı. Bunlar, bulunduğumuz mahallenin binaları ve sokaklarını oldukça detaylı gösteren maketlerdi. Ama asıl ilginci, kesit olarak mahallenin yer altı katmanını da almıştı ve açıkça görüldüğü gibi mahallenin altında başka bir mahalle vardı. Hem de, ordaki 5-6 katlı binaların maketteki boylarıyla kıyaslayınca bu yer altı yerleşiminin epey derinlere kadar indiği gözüküyordu. Yer altı mahallesinin en yüzeye yakın katı, en derindeki metro hattının en az 20-30 metre daha altındaydı. Yerin katman katman jeolojik tabakaları da makette görülüyordu. Hatta, oldukça derindeki bir yer altı salonundaki ufacık bir kadın güneşin ulaşmasının mümkün olmadığı bir mantar tarlasında hareketsiz duruyordu. Ama elbette ki biz buraları değil, sadece turistik tura açık olan mezarları (Les Catacombes) ziyaret edecektik.
1700’lerin ortalarına doğru, Paris’in merkezi (Ile de France) büyürken daha önceden mezarlık olarak kullanılan alanları mekan israfı olarak algılamaya başlamışlar. Bunun üzerine, mezarları açıp, içlerindeki tüm kemikleri hali hazırda varolan yer altı galerilerinde istiflemeye karar vermişler. Böylece bu ünlü yer altı mezarları oluşmaya başlamış. Zaman geçtikçe, daha fazla mezarlık iskan alanına dönüştürülmüş ve kemiklerle dolu galeriler uzayıp gitmişler yaraltında…
Bu mekanın turistik ziyarete açılması ise 1800’lerde olmuş. Halk akın akın yer altı galerilerindeki kemikleri görmeye geliyormuş. Biz de biletimizi aldık ve dönen merdivenlerden aşağıya inmeye başladık. Merdiven boşluğunun çapı o kadar dar ki en aşağı indiğimizde başımız dönüyordu. Metronun 20 metre altındaydık. Hava çok rutubetli ve küf kokuluydu.
Titrek ışıklı lambalarla aydınlatılmış koridorlarda hızlı bir tempoyla 10 dakika kadar yürüdükten sonra bir hole vardık. Holün diğer ucundaki kapının üzerinde şöyle yazıyordu: “Burası ölümün krallığıdır. Dikkatli olun!”
İçeriye adımımı atmamla beraber kanım damarlarımda dondu!!! Uzayıp giden koridorların duvarları tavandan yere dek insan kafatasları ve kemiklerle doluydu!!! Kemiklerin tavana kadar yükselmeyip göz hizasında bittiği bir yerden baktığımda daha da hayrete düştüm: Bu kafatası ve kemik denizinin ucu bucağı belli değildi!!! Yani biz, dev salonlara özenle tasnif edilip dizilmiş bir kemik denizinin ortasında yürüyelim diye boş bırakılmış alanlarda ilerliyor ve gaflet içinde bu yürüdüğümüz alanları duvarlarında birkaç sıra kalınlığında kemik dizilmiş koridorlar sanıyorduk! Nicolas şöyle dedi: “Burada 6 milyon Paris’linin kemikleri arasında yürüyoruz…”
Her yeni girdiğimiz galerideki kemiklerin üzerinde, o kemiklerin kaç yılında boşaltılan hangi mezarlığa ait oldukları yazıyordu. (ör: Ossement de la Cimetiere des İnnocents, 1796) Ama asıl tüyler ürpertici olan, duvarlarda sık sık gördüğümüz başka yazılardı. Kah fransızca, kah latince olan bu yazılar ölümün mutlak olan tek gerçek olduğuna dikkat çekiyorlardı. Aklıma İstanbul’dayken sık sık önünden arabayla geçtiğim Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında koca harflerle yazılı olan ayet geldi. Ölümün kaçınılmaz olduğu fikrine insanı alıştırmak adına söylenen sözlerin çoğu, ölümü olduğundan çok daha ürkütücü hale getiriyorlar galiba…
Kitapçı
83 basamağı tek seferde tırmanıp gün ışığına çıktığımızda, hepimiz aptallaşmıştık. Birer sigara yakıp kaldırıma oturduk ve aşağıda gördüğümüz kafataslarının herbirinin bir zamanlar en az bizim kadar canlı olduğunu algılamaya çalıştık. Ben hayatım boyunca çok ölü gördüm, birçok ölüm anına şahit oldum, bir sürü kadavra kestim ve iki tane de taze otopsi yaptım. Ölüm fikrine oldukça alışık sayılırım. Ama 6 milyon kafatası, 12 milyon femur ve bilumum kemiklerle tıka basa dolu yer altı tünellerinde bir saat geçirmenin yarattığı sarsıntı biraz farklı oldu galiba.
Otobüs durağına doğru yürürken bir Vietnam dükkanına girdik, ucuzluktan ipek gömlekler aldık ve keyfimiz yerine geldi. Otobüsten Gare de l’Est yakınlarında indik ve sevgili Nicolas bizi söz verdiği kitapçıya götürdü. Arka bölümü sadece masonlara ayrılmış olan bu kitapçının ön bölümünde ağırlıklı olarak ezoterizm ve sembolizm üzerine yüzlerce kitap vardı. Burada bir saatten fazla oyalandık ve ben kendimi kaybettim. Bu süre boyunca bizim dışımızda sadece iki yaşlı bey geldiler ve her ikisi de birer çift beyaz eldiven satın alıp gittiler. Bense, elimi iştahla attığım her kitabın ağır fransızcası altında ezilip kaldığım için gözüm arkada kitapçıdan çıktım. Çıkarken, aklımda çok sevdiğim bir dostum vardı. Bu kitapları yutar gibi okuyup, sonra da hararetle benimle paylaşabilecek bir dost…
Mason Müzesi
Kitapçının çok yakınında, Fransız Mason Müzesi olduğunu duymuştuk. Kimse nerede olduğunu bilmediğinden, epey aramak zorunda kaldık ve müzenin kapanmasına bir saat kala girişi bulduk. Ben içeriye tek başıma girdim. 1700’lerde, Fransa’da masonluğun kurulduğu ilk yıllardan itibaren inisiasyon törenlerinde ve toplantılarda kullanılan objelerin, kitapların, gazete kupürlerinin sergilendiği 250 metrekarelik bu küçücük müzede benden başka ziyaretçi yoktu. Bu da müze sorumlusu yaşlı beyefendinin benimle bizzat ilgilenip uzun uzun açıklamalarda bulunması için olanak sağladı. Beklediğimden farklı, ilginç bir turdu.
Cadılar Şehri Lyon
Paris’ten Lyon’a geçip 2 gün de ordaki kızkardeşimin yanında kaldım. Lyon’da geçirdiğim bu iki gün, apayrı bir tattaydı. Fransa’da, Orta Çağ’da cadılığın en yaygın olduğu kent olan Lyon; hala sokaklarında paganların dolaştığı, cadılara yönelik her türlü malzemenin satıldığı dükkanların bulunduğu, küçük ve büyülü bir şehir. Diğer kızkardeşim de orda yaşıyor. Oturduğu apartman 1800’lerde inşa edilmiş. Bir zamanlar mahzenlerinde Lyon’un en ünlü büyücü gruplarının ayinler düzenlediği bu apartman, o mahallede Fourviere Felaketi olarak hatırlanan toprak kaymasında yıkılmadan ayakta kalan tek bina olmuş. Apartman sakinleri, bu binanın “korunduğuna” inanıyorlar. Kızkardeşim şu anda yaşadığı dairesine ilk taşındığında korkmasına neden olan olaylar yaşamıştı. Televizyonu fişe takılı olmamasına rağmen ekranında çizgiler oluşuyor ve hışırdıyordu. CD çaları da aynen radyo gibi, kardeşimin ev içindeki hareketlerine göre susup susup tekrar çalışıyordu. Gece ışıkları kapattığında pencereden görülen tek şey, karşıdaki karanlık tepenin üstündeki altın rengi ışıldayan ve havada asılı gibi duran dev Meryem Ana Heykeli’ydi. Üstelik, yaşadığı binanın geçen önceki yüzyılın en önemli büyücülerinin buluşma mekanı olduğunu öğrenmek de içini pek rahatlatmamıştı. Şimdiyse, tüm tuhaflıklarıyla beraber bu apartmana ve bu şehre tutkun olduğunu görüyorum. Kedisiyle beraber mutlu mesut yaşıyor.
Eve Dönüş
Uzun pasaport kontrol kuyrukları, uçakta ağlayıp duran bebekler, eve gelene kadar çektiğim köprü trafiği… Döndüğüm gece, mutfakta bir şeyler atıştırırken, aynı sabah kahvaltısını Lyon’da, öğle yemeğini ise Paris’te yediğime inanmakta güçlük çekiyordum. Yemek lafı açılmışken söylemeden edemeyeceğim. Paris’te zil gibi aç girdiğim bir restoranda menüye bakmadan garson kadına “En doyurucu ne varsa onu getirin lütfen.”, deme gafletinde bulundum. Kadıncağız da aceleden bana etimi nasıl istediğimi sormayı unuttu. Gelen et Fransa’da “bleu” (mavi) tabir edilen düpedüz çiğ etti. Sadece bir lokma yiyebildim, onu da yutamadım. Kendimi Discovery Channel belgesellerinde antilop parçalayan kedigillerden biri gibi hissettim. Kafamın içinde bir şeyler küüüüt diye yerine oturdu; yıllardan sonra tekrar ovolakto vejetaryen oldum.