Her adımda aşılmaz bir duvar gibi duran kayalarla kaplı o görkemli dağa tırmanırken dilime dolanan eski bir türkü işte böyle başlıyordu. Ünlü gezgin Marco Polo’nun notlarında asla zirvesine çıkılamayacak dediği Ağrı Dağı’ndan bahsediyorum elbette. Kafkaslardakini saymazsak Avrupa ve Türkiye’nin 5137 m. ile en yüksek dağını ilk kez üç yıl önce motosiklet gezisi esnasında görmüş, daha yakınına gitmek üzerine çıkmak için dayanılmaz bir istek duymuştum ancak ayak bileğimin kırılması sonucu bu güne kadar beklemek zorunda kaldım. Türkülere, romanlara konu olmuş, hakkında sayısız hikâyeler ve efsaneler anlatılan, Nuh’un gemisinin tufandan sonra karaya oturduğu yer olduğu iddia edilen bu dağ, zirvesi hemen daima bulutlu volkanik bir oluşumdur.

 

Kış boyunca fiziksel ve kondisyonel olarak hazırlık yaptıktan sonra bu yazın son adrenalini bol aktivasyonu için yola çıkıyorum. Van Havaalanı’nda sıcak bir havada diğer katılımcılarla buluşup Doğubeyazıt’a hareket ediyoruz. Van’ın içinden geçerken rehberimiz bize Osmanlı-Rus harbi sırasında eski Van’ın tamamen yakılıp yıkıldığını, savaş sonrasında ise biraz uzağa yeniden inşa edildiğinden bahsediyor.

 

Katılaşmış lavların binlerce dönümlük bir alanı kapladığı volkanik Tendürek dağlarını geçip de Doğubeyazıd ilçesine geldiğimizde artık Ağrı dağı bütün heybetiyle karşımızda duruyor. Öncelikle 18. yüzyılda Osmanlılar tarafından doğu vilayetini ve ticaretini yönetmek amacıyla yapılan tarihi İshak Paşa (kervan) sarayını geziyoruz. Ruslar tarafından yağmalanıp yıkıldıktan sonra uzun yıllar kaderine terk edilen saray son zamanlarda restorasyona alınmış. Hala ince işçiliği, merkezi ısıtma sistemli mimarisi, ihtişamlı görünümüyle üzerinizde büyüleyici bir etki bırakıyor. Doğubeyazıd’ın çarşılarında doğu ve uzak doğudan kaçak getirilen her türlü elektronik araç gereç, süs ve hediyelik eşyayı, halı, kilim ve giysiyi, çini ve çanağı oldukça ucuz fiyata bulmanız mümkün. Bu çarşıların en önemli müşterileri memleketlerine giden askerler ve dağ için gelen turistler. Yeniden tırmanışa açılan dağa gelen yabancı sayısı her geçen gün artmakta.

Akşam dağ manzaralı otelimizde kalıp sabah medeniyete bir süreliğine veda ederek bizi bekleyen kamyona doluşuyoruz. Tozlu topraklı, bol virajlı bir yolculuktan sonra yolun son bulduğu 2650 metrede araçtan iniyoruz. Orada bizi bekleyen katırlara (aslında çoğu at) eşyalarımız yükleniyor. Su yiyecek ve bazı ihtiyaçlarımızı koyduğumuz sırt çantalarımızı alarak yürümeye başlıyoruz.

11 kişilik ekibin dördü yabancı uyruklu, ikisi rehber. Biraz ilerde bir merada çocuklar karşımıza çıkıp “hello” diye el sallıyorlar. Genç bir kadın elindeki yarayı gösterip güneş kremi istiyor. Güneş kremimi onunla paylaşınca o da bana ayran getirmek için çadıra koşuyor. Buz gibi yayık ayranını içerken gruptan geri kalıyorum. 4–5 saatlik bir tırmanıştan sonra 3200 metredeki kamp yerine ulaşıyoruz. Burada çadırları kurup, terden sırılsıklam olan çamaşırlarımızı değiştirip akşam yemeği için hazırlık yapıyoruz. Etrafta yerli ve yabancı başka gruplar da var. Bir kısmı bizim gibi yeni gelen olduğu gibi bir kısmı da zirve sonrası için kamp kurmuşlar. Zirve yapanlar yerli rehberleriyle halay çekip kutlama yapıyorlar. Hava karardığında gün boyunca bizi yakan sıcaklık yerini ürperten bir soğuğa bırakıyor. Buna rağmen parlak yıldızların göz alıcı pırıltılarından ayrılıp da çadırlarımızdaki sıcak uyku tulumlarımıza girmek için hiç acele etmiyoruz. Etrafta hiç ağaç yok, oysa bir kamp ateşi ne keyifli olurdu. Yine de gaz ocağında hazırladığımız çayımızı içerken kamp ateşinin eksikliği aklımızdan hemen çıkıyor.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra 4200 metre için yola çıkıyoruz. Bu daha dik ve daha uzun dolayısıyla daha zorlu bir etap. Yürüyüşün hızı gruptaki en yavaş kişiye göre ayarlanıyor. Zaman içinde belirgin bir patika yol oluşmuş. Bir süre sonra ben ve rehberlerden biri dâhil 3 kişilik bir grup öne geçip arayı biraz açıyoruz. Yine de göz ucuyla arkada gelenlerden çok kopmamaya çalışıyoruz. 4200 metredeki kamp yerine geldiğimizde diğer grup gelinceye kadar 300 metre daha çıkıp dönüyorum. Bir araya geldiğimizde herkesin ortak şikâyeti, ellerimizin şişmiş olduğu ve derin nefesler almamıza rağmen bir türlü yorgunluğumuzun dinmemesi. Bunun nedeni bu yükseklikte havadaki oksijen basıncının az olması nedeniyle dokulara oksijenin daha zor gitmesi olabilir. Burada birkaç saat kalıp kumanyalarımızı yiyoruz. Birazdan 3200 metredeki kamp yerine döneceğiz. Buna “aklimatizasyon süreci” deniyor, amaç bir sonraki gün yüksek irtifada kalmadan önce vücuda kendini düşük oksijen basıncına hazırlaması için zaman kazandırmak. İniş angarya gibi geliyor. Bu yolu tekrar tırmanacak olmak bizi geriyor. Dönüşte kamp yerine yaklaştığımızda gruptan biraz ayrılıp bu kurak topraklarda inadına yaşamın gülümseyen yüzünü göstermek istercesine kafasını kaldırmış rengârenk çiçekler bulup resimlerini çekiyorum. Eriyen kar sularından içip serinliyorum. Akşam kamp yerinde artık iyice kaynaştığımız grupla keyifli sohbetler yapıyoruz. Yorgunluğumuza rağmen O gün daha geç uykuya dalıyoruz, saat onda.

Ertesi gün, 4200 metreye tekrar çıkarken diğer gruplarla adı konmamış bir yarış başlıyor, amaç önce gidip sınırlı sayıdaki kamp yerlerinden birbirine yakın olacak şekilde 5–6 çadırlık yer kapmak. İyi yerlere yetişemesek de yine de bir arada olabileceğimiz bir yer buluyoruz, bizden sonra gelenler kendilerine çadır yeri açmak için uzun süre taşları ve kayaları düzeltmek zorunda kalıyorlar.

“Okulu bitirmeyeceksin abi” diyor yerel mihmandarımız Mustafa. “Bitirdin mi gelip seni askere götürüyorlar”. Öyle de yapıyormuş. Beşinci yüksek okulunu okuyor. Bitirmek üzereyken bırakıp başka bir yüksek okula kaydoluyormuş. Böylece on yıldır ertelemeyi başarmış. Neden askere gitmek istemediğini sorduğumda ise, “Abi görüyorsun çatışmalar halen devam ediyor, hiç alakamız olmasa da bölge insanı olduğumuz için potansiyel olarak gözler üstümüzde oluyor, arada kalmak istemiyorum. Gittiği kadar böyle gitsin hele, hem belki esasen ekonomik olan bu çatışmalar da sona erer belki” diyordu.

Akşam yemeğinden sonra güneş batmaya yüz tuttuğunda buz gibi bir rüzgâr esmeye, çadırlarımızı zorlamaya başladı. Zaten çoktan giydiğimiz kışlık mont ve berelerimize rağmen üşümeye başladık. Rehberimiz erken yatıp uyumaya çalışmamızı sabahın üçünde zirve çıkışı için hareket edeceğimizi bildirdi. Hoş, o söylemese bile hepimiz çadırlarımıza kaçacaktık zaten. Grup tek sayı olduğu için ben 2 kişilik çadırda yalnız kalıyordum. Bu durum o gece bir dezavantaja dönüştü. İnsan üşüyünce sıcak olan her şeyi kolaylıkla arayabiliyormuş, bu bir nefes ya da gaz olsa bile.

Yatmaya çalışıyor ama tam olarak uyuyamıyordum. Uyku ile uyanıklık arasında gidip gelirken daldığım ender anlarda rüzgârın uğultusu ya da uçurumdan koparak gürültüyle yuvarlanan bir kayanın sesiyle uyanıyordum. Yan çadırdan rehberlerin kendi aralarındaki konuşmaları geliyor ve hava böyle gider de sakinleşmezse, zirveye çıkamayabileceğimizden söz ediyorlar.

Çadırın fermuarlarını bir daha kontrol ettim, uyku tulumunun kapağını iyice kapatarak gözlerimi yumdum… Hayırlı bir çıkış olması için dua ettim. Ayrıca dağdan, zirvesine çıkmamıza müsaade etmesini istedim. Dağ sanki karakaşlarını çatmış ‘olmaz’ der gibi durmaktaydı. Ben çıkmaya çalıştıkça o üzerime taşlar kayalar ve kum dökmeye başladı. Bir yandan korunmaya çalışırken bir yandan “neden izin vermiyorsun ki?” diye bağırdım.
 

Dağ kükreyen bir sesle konuştu, “Ben binlerce yıldır buradayım. Bir zamanlar eteklerimde balta girmemiş ormanlar, tadına doyum olmaz pınarlarım vardı. Her türden hayvan yaşar, mecbur kalmadıkça kimse kimseyi öldürmezdi. Sular yükseldiğinde insanların eteğimde konaklamasına yaşayıp çoğalmasına izin verdim. Oysa bir de şimdi bak, üzerimde bir tek ağaç bırakmadınız, hayvanlarımı öldürdünüz, kalan birkaç tanesi canını zor kurtardı. Şifalı pınarlarım yok denecek kadar azaldı. Başımı çevreleyen şu beyaz örtüyü görüyor musun? Bir zamanlar o beyaz bir manto gibi çepeçevre etrafımı sarardı. Baharda çağlayanlarım kulak uğultusu gibiydi. Şimdi kala kala sadece başımın üzerinde kaldı, biraz da ensemde. Birkaç sene sonra o da kalmayacak bunu da bilesin. Var git şimdi yoluna kızdırma beni. Yaşlılığıma aldanma, uyuduğumu sanma sakın. Kızdırıp püskürtmeden beni yeniden, varıp gidin tepemden…”

“…ama.. ama ben sana büyük saygı duyuyorum, sana ve doğaya, biz bütün dağcılar kendi çöpümüzü bile aşağı taşırız… Hem ben…”

“Sus ve beni dinle, kaçınız bu dediğini yapıyor sence, basıp geçtiğiniz toprağımdaki yaşama, çayıra, çiçeğe, kuşlara… kaçınız saygı duyuyor? Sen kendi çöpünü taşıyorsun diyelim, yanından geçip gittiğin daha önce atılmış şişelere tenekelere ne demeli. Onları atan insan değil mi? Siz kendinizinkilere aşağı taşıyıp vicdanınızı rahatlatırken başkasının attığı çöplere kayıtsız kalabiliyorsunuz. Bak sana söyleyeyim doğaya en büyük zararı siz vermediniz mi? Gelip başımın üstüne çıkıp hatıra pozları çektikten sonra doğa için bir şeyler yapma sözünüzü kaçınız tuttunuz? Siz daha bu topraklarda kardeşçe yaşamayı bile bilmiyorsunuz. Hadi çekil karşımdan!” diye homurdandı.

Bir sarsıntı oldu ve yuvarlandım. Üzerime taş, kum ve toprak yığıldı… Nefes alamıyorum… Nefes almaya çalışıyorum ama ciğerlerime hava gitmiyor… Allahım yardım et!

Ter içinde uyanıyorum… Çok şükür sadece rüyaymış! Ama o da ne, hala nefes alamıyorum… Daha doğrusu alıyorum da sanki hava ciğerlerime gitmiyor… Çadırdan dışarı atıyorum kendimi biraz soğuk hava iyi geliyor. Grubumuzdaki Fransız çiftin çadırından öğürtü ve öksürük sesleri geliyor. Saat 2 gibi herkes kalkmış oluyor. Hava azlığından kimse pek uyuyamamış. Çıkış öncesi hazırlıklar yapılıyor, alın lambalarımızı takıyoruz. Sıcak çorba ve çay ikram ediliyor. Biraz bulantım olduğu için sadece çay içiyorum. Fransız çiftin durumu iyi değil, bayanın kusması devam ediyor. Sanırım akut dağ hastalığı olsa gerek. Yedikleri de dokunmuş olabilir tabi… Çıkamayacaklarını bildiriyorlar. Diğer gruplar da kalkmış, bazıları yola koyulmuşlar bile. Amaç sabahın erken saatlerinde zirvede olmak, hava bozmadan da inişe geçmek.

Hastalarla ilgilenip yapacaklarını anlattığım için geride kalıyorum. Mihmandar Yusuf bana eşlik ediyor. Az sonra biz de yola koyuluyoruz. Gökyüzüne bakarak tırmanıyoruz. Yıldızlar olabildiğince parlak. Bana sanki daha büyüklermiş gibi geliyor. Başlarımıza taktığımız lambalarla önümüzü aydınlatmaya çalışıyoruz. Yukarı baktığımda gökyüzüne doğru salınan sıra halinde yanıp sönen ateşböcekleri görüyorum. Bizim dağcılar olmalı bunlar. Sanki yıldızlara çıkan ve rüzgâr estikçe sallanan ışıklı ipten bir merdiven gibi. Dik, çok dik bir merdivenden çıkıyormuş gibiyiz.

“Kaya, kaya geliyoooor” diye bir ses yankılanıyor. Tangur tungur bir gürültü ve sağa sola kaçışma sesleri derken… Yarım metre yanımdan iri bir Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki kaya geçip gidiyor. Derin bir oh çektikten sonra merakla bekleyen yukarıdakilere rapor veriyorum.

“Her şey yolunda, ama biraz daha dikkat lütfen!”

Tırmanmaya başlayıp grubu yakalıyoruz. Onlar soluklanmak için durakladıklarında birer ikişer geçiyoruz. Patika ancak bir kişilik olduğundan öndekileri geçebilmek, yalnızca durup soluklandıkları anlarda mümkün. Grubun en önüne geldiğimizde bizdeki enerjiyi gören rehberimiz, Yusuf’la gruptan kopup gitmemize müsaade ediyor. Bir süre sonra başkalarını da geçip en önde giden grubu yakalıyoruz. Bu grubun temposu fena değil. Geçmeye gerek yok. Bir süre karanlıkta tırmanıyoruz. Birden hasretten midir nedendir, Kadıköy’ümün kurbağalı deresini anımsatan bir koku tütüyor burnumun dibinde. Aradan bir süre geçtikten sonra sessiz ve derinden gelen bu his tekrarlanıyor ve bu kez meşhur! Kurbağalıdere’mizi boşuna andığımı anlıyorum.

“Yusuf” diyorum. “Sen mi yapıyosun lan?”

“Yok hocam” diyor. “Vallah aha bunlardır” önümüzde gidenleri burnuyla göstererek.  Hemen arkasından da kendi lisanında yukarıya doğru seslenip, hatırladığım kadarıyla şöyle bir şeyler diyor: “ Ula muho loo! Ula bu turisto, zarto zurto pırro loo!! J

Rehber hemen grubunu durduruyor. Biz yanlarından geçip önlerine doğru tırmanırken birilerinin arkamızdan kıkırdadığını duyuyorum. J

Yorucu tırmanışın ardından zirve platosundaki buzul eteğine gelip kramponlarımızı takmak için durduğumuzda ortalık aydınlanmak üzere. Fenerlerimizi kapatıyoruz. Hiç fena değil, sıkı bir tempo yakalamışız. Artık zirve hemen önümüzde, son bir gayret daha gösteriyoruz. Her iki tarafımızda uzanan muazzam derinlikteki uçurumları görmezlikten geliyorum. Ani bir atakla öne geçip güneybatıdan zirveye o gün için ilk olarak vardığımda hiç beklemediğim bir manzara ile karşılaşıyorum. Güneş ışınlarının Türkiye’ye ilk kez düştüğü noktadayım. 360 derecelik panoramik bir görüntünün yanında batı tarafındaki geniş ovalara düşen dağın konik gölgesi, Küçük Ağrı Dağı’nın bir yelkeni andıran silueti ve güneş vurdukça parıldayan bir granit gibi ışıltılı buzul kütlesi, insana bütün çekilen tüm sıkıntıları ve yorgunluğunu unutturuyor. Antik çağın Olympos’undaki tanrıların gözüyle bakıyor gibi bir hisse kapılıyorum.  Bütün duygularım bir anda ayağa kalkıyor, ağlayacak gibi oluyorum. Everest’e Nepal’liler dünyanın damı diyorlarmış. Öyleyse ben de Türkiye’nin, hatta Ortadoğu ve Avrupa’nın damında olmalıyım. Damda yürüme fikri çok gerçekçi geliyor o an, tırmanırken ya da inerken bastığım volkanik kökenli pişmiş taşların yürüdükçe kiremide benzer bir ses çıkarmaları bu hissimi destekliyor.  Neden sonra zirve defteri aklıma geliyor. Buz tutmuş kutudan bayrağa sarılı defteri bulup, sevdiğim insanları ve derkiyi yazıyor, resimler çekiyorum. Yavaş yavaş başka gruplar da zirveye gelmeye başlıyor, artık dönme vakti. Hava sertleşmeye başlıyor.

Dönüş yolunda karşılaştığım bizimkilere moral verdikten sonra 4200 metredeki kamp yerine vardığımda saat sabahın sekizini biraz geçmiş. Yukarı çıkamayan Fransızlar beni ayakta karşılıyorlar. Kadının durumu daha iyi görünüyor. Ben Dinlenirken, hastam yanıma yaklaşıp bir puro uzatıyor ve “zirvede içmeye niyet etmiştim ama olmadı” diyor…  Tütün kullanmadığım halde alıyorum. ‘Havana’ hem de… Oley J.

Uzun ve zahmetli bir uğraşın sonunda amacına ulaşanların düştüğü o kaçınılmaz duruma ben de düşüyor ve bir anda içimi amaçsızlıktan doğan bir sıkıntı kaplamasına mani olamıyorum. Bundan sonra yapılacak şey iki günde dağdan inip üçüncü gün İstanbul’a dönmek… Of! Bu bana çok sıkıcı geliyor.

Hemen karar verip ertesi sabahki uçağa yetişmek üzere yeni bir maceraya atılıyorum. Eşyalarımı toplayıp inmeye başlıyorum. Bu kez yalnızım.

Zamana karşı bir yarış bu, 2650 metrede yeni bir grup getiren kamyonları yakalamalıyım. Acele ederken bir ara on metre kadar aşağı kaydığımda riskli bir işe kalkıştığımı anlıyorum. Neyse ki iyiyim, burkulma incinme yok. Bot için harcadığım onca paraya değiyor J. Biraz aşağılarda bir çobanla karşılaşıp yolu soruyorum. Bana köpeklere dikkat etmemi salık veriyor, buz kesiyorum.

Bir süre sonra sırt çantalarıyla yukarılara tırmanan bir grupla karşılaşıyorum. İranlılar olmalılar. “Yorulmayasıııın!” diye selam veriyorlar. Sanırım bu onların dilinde selametle, kolay gelsin demek gibi bir şey. Ben de onlara: “Asıl siz yorulmayasınız, ne de olsa tırmanan sizsiniz!” diyorum J.

Oldum olası -aklı ve temkini elden bırakmamak şartıyla- sınırlarımı zorlamayı severim. Ancak bu sayede insan kendini ve sınırlarını geliştirebilir diye düşünürüm. Bu nedenle R. Bach’ın Martı’sını çok sevmiştim. Elbette bunun kaçınılmaz olarak bir de riskli tarafı vardır. Bu amatör gruptakiler de hepimiz gibi kendi dayanıklılık sınırlarını zorlamaktaydılar. Daha sonra aşağı indiğimde bunlardan birinin yukarıda fenalaştığını ve daha sonrada öldüğünü duyacaktım.

İstanbul’a sağ salim gidişimi kolaylaştırmak amacıyla düş gücümü devreye sokup sık sık kendimi uçakta hayal ediyorum. Ancak o aşamaya gelmeden önce aşılması gereken bir sürü safha var. (Sonradan keşke onlara da çalışsaymışım diyecektim) Nitekim 2650 metreye indiğimde son kamyonun 15–20 dakika önce ayrıldığını öğreniyorum. Yeniden 3200 deki kamp yerine yürüyecek gücüm ve isteğim yok. Oraya katırcıların çadırının dibine çöküyorum. “Ayran getirem içersin?” diye soruyor yüzü güneşten yanıp çatlamış, 7–8 yaşlarında bir kız çocuğu. İçiyorum, sonra bir daha… Ben su istedikçe onlar ayran veriyorlar J. Ben de çantamdaki tüm kek, çikolata ve şekerlemeleri orada toplanan çocuklara veriyorum. Biraz sonra bir genç geliyor. O bölgedeki turistlere rehberlik ediyormuş. İki turist beklediğini, onları şehre indireceğini ve geldiklerinde onlarla gidebileceğimi söylüyor.

Güneş altında epey laflayıp, “derman” dedikleri çaydan içiyoruz. Ben bitirdikçe “ bir çay daha bırakim mi?” diye soruyor. Söz dönüp dolaşıp teröre oradan ekonomiye ve artık para etmeyen hayvancılığa geliyor. Daha birkaç gün evvel Van’ın Gevaş ilçesinde 1500 koyunun uçurumdan atladığını duyduğumu söylüyorum. “Vallah bu dünyanın sonu gelmiştir!” diyor. Ben de gülerek: “Belki de haklısın diyorum!”

Eksik dişleriyle olduğundan yaşlı görünümlü kadın bizi çadıra buyur ediyor. Türkçe bilmediği için sohbete katılamadığından dolayı mahcubiyetini iletiyor. Doğu Anadolu’nun büyük kısmı gibi Kürtçenin Kırmençe lehçesini konuşuyorlar. Bu dil çokça Türkçe ve Farsça kelime içeriyor. Bir de özellikle Diyarbakır civarında konuşulan Zazaca ve Kuzey Irak ağırlıklı daha farklı bir lehçe var ki, birbirlerinden belirgin farklılıkları varmış. Kadın çok konuşkan ama konuşamıyoruz. Etrafımı saran çoğu kız (erkek çocuklar katırcılık ve çobanlık için büyüklerine yardıma gitmişler) yüzü yanık çocuklar çok güzel Türkçe konuşuyorlar, üstelik hemen hepsi daha da büyük okullarda okuyup öğretmen olmak istiyor. Keşke yanımda yeterince defter ve kalem götürseymişim diyorum. L

Sofra kurulmuş, yufka, ekmek, taze yoğurt, salata ve tabağımda yarım bir kelle var! Bunun ne demek olduğunu bilirim. Yemeğin en iyi kısmını ikram etmişler. Bu insanlara vejetaryen olduğumu anlatmaya çalışıp kabalık etmeye gerek yok, üstelik kurt gibi acıkmışım. Dalıyorum hemen, 5 yıldan sonra bir istisna yapmanın kimseye zararı olmaz diyerek!

Bineceğimiz araç Lada Niva da olsa bir cip, uzaktan hiç fena görünmüyor üstelik. Bunu beklemiyordum. Ben “Yaşasın” derken, frenlerin tutmadığını söylediğini duymuyorum bile.

Oysa biraz sonra dağa çıkmaktan çok daha heyecanlı bir yolculuk başlayacak ve dağdan iki gün geç inmeyi çok arayacağım J. Şehre indiğimde Van’a gidebilme şansını çoktan yitirmiştim.

Ertesi sabah Van’a ve uçağa zamanında gidebilmek, yolda minibüsün tekerinin patlaması sonucu bir anda etrafımızın askerlerle çevrilmesi, vızır vızır kaçak petrol taşıyan kamyonlara otostop çekerek gitmek ve uçakta son ana kadar yer bulmaya çalışmak ayrı bir heyecan olacaktı.

Bakalım sırada ne var? Serüven arayan biri için hayatın kendisi maceralarla doludur aslında. İnsan yeter ki cesaret etmeye görsün 😉

Seyit Aydoğmuş