Çağımızın insanları da tıpkı bizden öncekiler gibi yarınları için endişeli ve güvensiz. Sanki kaybettikleri birşeylerini arıyor gibiler, ama gerçekte ne aradıklarını da bilmiyorlar.
Onlar aslında dogmalara, kökleşmiş korkulara ve her türden kutsala sığınmanın gerçekte doğallık ve teselli olmadığını farkedecekleri zamanı bekliyorlar; ki bu, aydınlanmanın ilk adımı olacaktır. Ama sadece farketmiş olmak da yetmez, sonra sıra bunu kabullenmeye ve ‘aşmaya’ gelecektir. Tao’nun da, Buda’nın da; Krişna’nın da, Zen’in de; Yoga’nın, Tantra’nın ve tüm sufîlerin de ortak yönü budur.
Gerçekte, hangi coğrafyada olursa olsunlar tüm insanlığın sorunları birbirine benziyor. Bunlar bencillik, aldatılmışlık, aklın ve emeğin sömürülmesi, tatminsizlik, tutkular… ama tümünün de temelinde cehalet ve sevgiden yoksunluk yatıyor. Böyle olunca da ne şefkat ve merhamet, ne de gerçek aşk çiçek açabiliyor. Korkularla yıldırılmış, egoyla karartılmış, boşinançlarla gölgelenmiş ve tüm doğallığını yitirmiş böylesi bir zihinden başka birşey beklenebilir mi? Öyle olunca da akıl ve zekâ hem durumun analizini yapmada hem de insanın temel gereksinimi olan ruhsal doyuma ve mutluluğa erişmekte yetersiz kalıyor. Meselenin ve ortak sorunun özeti budur.
Birbirimize karşı, kendimizin ve başkalarının görüş, kanaat ve düşüncelerine karşı gerçekten ve yeterince saygılı mıyız? Nasıl oluyor da böylesine ayrışmaya, kamplara bölünmeye, kategorize etmeye ve edilmeye hazır hâle gelebildik. Neden bu kadar önyargılı olup da kendi kendimizi kandırabiliyoruz, niçin özeleştiri yapamıyoruz? Demek ki yeterince özgür ve tekbaşına değiliz, farkındalığımızı yitirmişiz. Oysa ki hiçbir pişmanlık duymaksızın sevgiden, ya da sevgi sandığımız şeylerden ne kadar da kolay vazgeçebiliyoruz.
Bazı kimseler sadece genel kuralların kendilerine uygulanmamasını istemek için dua ederler. Gelişmemiş zihin gerçekleri kabul etmekte her zaman zorlanır; az gelişmişse çoğu zaman zorlanır; gelişebildiği ölçüde gerçekliklerin kabulü kolaylaşmaya başlar. Bu olgunlaşmadır.
Dünyamızı yaşanılır olmaktan çıkarmak için herşeyi yapıyoruz, olanca bencilliğimizle ve her geçen gün artan bir şiddetle, üstelik kendi kendimize yabancılaşarak… Gerçekte en büyük sadakatsizliği ve haksızlığı kendi kendimize, içimizdeki o gerçek özümüze yaptığımızı farketmeksizin; tüm bilinçsizliğimizle…
Tüm kavramları karıştırdık, bozduk ve kirlettik; önce zihnimizi, sonra değer yargılarımızı, derken tüm yaşamımızı alt üst ettik. Daha sonra da hep başkalarını, bazen şansı, kaderi suçlama kolaycılığına sığındık. Ve kimse içindeki ‘insana mahsus’ o inanılmaz potansiyeli kullanamaz, yönünü belirleyemez hâle geldi. Ama hayatta peşinden koştuğumuz bütün ödüllerden daha önemli ve kalıcı olan birşey var: ‘İnsan olmak’. Bir düşünelim; değer yargılarımız yanlışsa, onlarla ilişkili değerlendirmelerimiz ve vargılarımız nasıl doğru olabilir?
Sevmekten korkuyor, ama hep sevilmek istiyoruz. Nefretimizi ne kadar kolay anlatıyor, sevdiğimizi söylemeye ise cesaret edemiyoruz. Ânı yaşayamadığımız için hep geçmişe takılıp kalıyoruz. Hayatımızın geri kalanını kendimize haklı gerekçeler yaratmaya çalışmakla, ya da daha doğrusu uydurmakla geçiriyoruz.
Çoğumuz inanç adına konuştuğumuz ve katı bir biçimde benimsemiş olduğumuz şeyler hakkında gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz; çünkü o tür konularda ne söylenmişse, sorgulamaksızın inanmışız. Oysa ki bilgi ancak ‘bilen’ ile ‘bilinen’ arasında bir ilişki varsa gerçektir. Dinsellikte çoğu kez ‘bilinen’ mevcut olmadığından ‘bilen’ konumundaki kişi ya da akıl, gerçek bilgiye ulaşamaz. Ama öylesine koşullanmıştır ki, gerçekte olmayana veya erişemediğine inanmaya çalıştıkça, böylesine bilinç dışı bir sürecin sonunda inancı bigi sanma yanılgısına düşmesi kaçınılmaz olur. ‘Kutsala sığınma’nın sonucunun ‘şuursuz teslimiyet’ olmaması mümkün müdür? Zaten istenen, tavsiye edilen ve nihayetinde ‘emredilen’ de budur. Oysa ki ‘bilinemeyen’in tarlasına metafizik ekerseniz, hasat zamanı elinize ne geçeceğini kestiremezsiniz. Üstelik saldığı kökleri ayıklamak da başlı başına sorun olur. Gerçekte bilinemeyeni, anlaşılamayanı ve açıklanamayanı kutsal’a maletmek, her şeyden önce kendimize karşı aldatmaca, kutsal kabul edilene karşı ise saygısızlıktır. Çünkü doğanın düzeni ve işleyişine karşı ilgi ve merak duyarak gizemlerini çözme gayreti bilimselliği, şuurlu hayranlık dindarlığı, korku ve âcizlik duygusu ise dinselliği yaratmıştır.
Kendini bilen, kendisini hiçbir yapay kalıba sokmaya çalışmaz; kimseye hoş görünme çabasına girmez ve hiçbir ritüelin ardına sığınmaz. Oysa ki buradaki yaşamımızı âciz bir münzevî ve çıkar gözeten, karşılık bekleyen bir süflî olarak geçirirsek, böylesine şuursuz bir inancın mükâfatının sonraki yaşamımızda ebedî bir mutluluk ve onun yanında bitmez tükenmez bir zenginlik olacağına dair vaadler ne kadar akılcı, tutarlı ve inandırıcı olabilir? Ama inanç farklılıkları yüzünden hep bölünmüş, sürekli ayrışmışız; halen de ayrışmaya, birbirimize karşı saf tutmaya devam ediyoruz. O zaman da bu gelip geçici dünya sahnesi, anlamını yitirmiş olan ziyaretin sıradan, değersiz, hattâ önemsiz, kimilerine göre belki de gereksiz bir mekânı olup çıkıveriyor. Ya da bir türlü tadına varılamayan, başkalarının yazıp yönettiği o tekdüze ve sıkıcı oyunun, birbirini durmaksızın yineleyen bilmem kaçıncı sahnesi. Yani oyun hep aynı da oyuncular durmaksızın değişip duruyor gibi…
Bunu değiştirmekse elimizde, hattâ çok yakınımızda. Öyle ki biraz cesaretle elimizi uzatabilsek tutabileceğiz. ‘Şah damarımızdan da yakında’, yeter ki sevgi ve farkındalıkla yaklaşalım. Aydınlanma da orada, öz varlığımız olan ‘bilinç’ de… Zamanı yitirmeninse hiç gereği yok…