Yaşlanmak nasıldır diye merak ederim kendimi bildim bileli... Yaşlılarla vakit geçirmeyi severim, onlarla ilgilenmeyi.. Bu şekilde yaşlılıkla ilgili bir ipucu yakalamaya çalıştığımı düşünürüm çoğunlukla. Nedense kendimi onların yerine koymakta zorlanırım bazen, sanki hiç yaşlanmayacakmışım gibi gelir, zaman bu kadar hızlı geçip halihazırda otuzların ortasına gelmişken..
Bir zamanlar yaşlılara yemek dağıtan bir organizasyonda gönüllü çalışmıştım. Gruba katıldığımda eğitim amaçlı bir video seyrettirmişlerdi. Yardım edilen kişilerin yaş ortalamaları, organizasyonun amacı, yardımın kaç kişiye ulaştığı anlatılıyordu kasette. Belki etkili olması açısından bilmiyorum, daha çok istatistiksel bilgiler verilmişti yaşlılarla ilgili. Bu bilgiler içinde benim en çok aklımda kalan böyle bir organizasyonun niye kurulduğu ile ilgili kısmı idi. Amaçları yaşlıların evlerine giderek yemek dağıtmak olan bu organizasyondan yardımı alabilmenin tek koşulu 60 yaş üzerinde olmaktı, yani illa çok hasta veya yatalak olmanız gerekmiyordu .Söylediklerine göre yaşlılardaki en büyük ölüm veya yatalak olma sebeplerinden birisi kemik kırılmasıymış. Kırılan kemikler yaştan ötürü kolay kaynamadığı, hatta bazen hiç kaynamadığı için bu da ileride ölüme sebebiyet verebiliyormuş. Çarşıya çıktığınızda dükkanların hızlı bir şekilde açılıp kapanan kapılarına hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama bu hızla kapanan kapılar yaşlılara çarparak yere düşmelerine ve bir yerlerini kırmalarına sebep oluyormuş. Amaç onların daha az alışverişe gitmelerini sağlayarak, en azından yemek malzemesi almak amaçlı, bu tür kazaları engellemekti. Organizasyonda yardım yapılan yaşlıların sayısı yaklaşık 600, yaş ortalaması ise 82 idi ve bunlardan üçte biri son beş sene içerisinde kemik kırılması sebebi ile tedavi görmüştü. Yüksek bir oran değil mi?
En azından bir on saniye için, ileride bende yaşlanacağım ve bu insanlar arasında olacağım diye durup düşününce nasıl hissediyorsunuz? Benim duygularım biraz karışık. Yaşlılığın hayatın doğal bir akışı olduğunu kabul ediyorum ama yukarıda anlattığım örnek gibi karşılaşılan fiziksel zorlukların nasıl kabullenildiği ve daha da önemlisi senelerin getirdiği yaşanmışlığın, ruhsal doluluğun artık eskisi gibi olmayan fiziksel bedenler içinde nasıl taşındığı merak uyandırıyor bende. Kendi kendime “çok da kolay olmamalı” diyorum. Çünkü bir durumu kabulleniş belli bir olgunluk gerektirebilir, ama yaşlıysanız durumunuzu kabul etmek dışında başka seçeneğiniz de yoktur, sizin isteğiniz ve olgunluğunuz dışındadır. Aman canım hepimiz yaşlanacağız işte, hepimizin başına gelecek deyip geçmek, hayatın akışını onaylamaktan ziyade bir kaçışmış gibi geliyor bana çoğunlukla.
Bu kaçışa bir örnek olarak dünya çapında yaşlılar ve çocuklar için kurulan yardım organizasyonlarının sayılarını da verebiliriz. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile yardım amaçlı olarak çocuklar için kurulan organizasyonlar, yaşlılar için kurulanlardan bir kaç kat daha fazla. Evet çocuklar bizim ümidimiz, yarınımız, bugünden yapacağımız yardımlarla onların yarınlarını kurtarıyoruz ama “yaşanmışlığın” bir çocuğunki gibi gelecekte değil, yaşlı bir insan gibi geçmişte kalmış olması, ihtiyacı olan yaşlılarla gerektiği gibi ilgilenilmemesine yol açmamalı. Bir çocuk kadar geleceğe ait ümit taşımadığı düşünülen yaşlılar, bence hep o üzerinde düşünmek istemediğimiz, kendimize kaçış yolları aradığımız bir korkunun kurbanları aslında; yaşlılık korkumuzun…
Yaşlı insanların gözlerinin içine bakmak, onlarla konuşmak ve zaman geçirmek çoğumuz için kendi korkularımızla yüzleşmek açısından cesaret isteyen bir iş. Bir gün ben de böyle olacağım; yaşlanacağım, güçten düşeceğim, bugün uğruna neredeyse tüm hayatımı harcadığım kariyerim yaşlandığımda bir anlam ifade etmeyecek, emekli “edilmiş” olacağım, üzerlerine titrediğim çocuklarım belki istediğim kadar yanımda olamayacaklar, yalnız olacağım, acaba yaptıklarım veya yapmadıklarım için ileride ne kadar pişmanlık duyacağım, bu pişmanlığı ne kadar taşıyabileceğim? Daha da sayayım mı?
Korkularımızın arkasında yatan sebepler oldukça kuvvetlidir. Yaşlılar çoğunlukla tükenmişliğin ve pişmanlıkların sembolüdür gözümüzde. Bizim de başımıza geleceğinden korktuğumuz içsel hesaplaşmaların timsalidir. Bu yüzden -ani ve erken ölümler dışında- kaçınılmazlığından emin olduğumuz sondan hiç değilse başımıza gelene kadar kaçmaya çalışırız.
Oysa hayatın en büyük ironilerinden birisi vardır yaşlılıkta. Yaşanmışlık, bilgelik ve zayıflık yaşamın hiç bir döneminde olmadığı kadar çıplak bir şekilde çıkar ortaya. Senelerin getirdiği tecrübeler bilge yapmıştır sizi, hayat oyununda ustalaştırmıştır. Tam artık “Oldum” derken, “Piştim” derken, adeta edinilen bu “Manevi Olgunluğu” kaldıramaz fiziksel beden. Zayıflıklar başlar, yorgunluklar, hastalıklar. Huysuzlaşırsınız bu ikilem karşısında.. Ondandır yaşlıların huysuzluğu. Artık “bugünkü aklım olsa” demeye gerek kalmayacak kadar akıllanmışken bedeniniz vurur sizi, güçsüzleştirir.
Halbuki onların gözüyle bakabilsek dünyaya… Korkmadan yüzleşsek zamanın ne kadar hızlı geçtiği ve bir gün hepimizin yaşlanacağı gerçeğiyle... Bugün baş tacı edip uğruna hayatlarımızı harcadığımız bazı değerlerimizi tekrar gözden geçirsek ve geriye dönüşü olmayan her anımızın kıymetini bilsek. Yaşlılık korkudan ziyade bir “hayranlık” ve “saygı” uyandırsa içimizde. Belki o zaman onlardan kaçmayı bırakıp hayatımızdaki öncelikler listemizi beraber hazırlayabiliriz. Bugünkü listemizden çok farklı olacağından eminim.
Daha yirmilerin başındayken, kırklı yaşların ne kadar “uzak” ve “yaşlı” geldiğini düşünüyorum kendi kendime. Benim için kırk olmakla yetmiş olmak arasında bir farkın bulunmadığı dönemlerdi onlar. Bir taraftan gülerek hatırlarken o dönemleri, bir taraftan da içimi hafiften saran “kabulleniş” duygusunun tadını çıkarmaya çalışıyorum. Büyüyorum ve yaşlanıyorum..Olgunlaşıyor muyum peki? Bilmiyorum, onu zaman gösterecek sanırım. Ama artık hiç de uzak olmayan kırklara yaklaşmışken “yaşanmışlığa” daha büyük bir hayranlık duyuyorum ve geçen her anımın keyfini çıkarıyorum, korkmadan.