Mutlaka hayatınızda, bir veya birkaç kez şöyle bir şeyle karşılaşmışsınızdır:

Anksiyete bozukluğu (panik atak) olan bir insan, fakat hayatına baktığınızda bu kadar travmatik sonuçlar doğuracak bir olay yok.

Ya da,

Çok travmatik bir hayat, ama herkes gibi biraz “kaçık” olmak dışında görünür hiçbir psikolojik problem yaşamayan bir insan.

Nasıl oluyor da, bazı insanlar zorlu yaşamlarına rağmen çok az belki de hiç psikolojik tepkime verecek kadar rahatsızlanmıyorlar da, bazı insanlar seneleri nevrotik rahatsızlıklarla geçiriyorlar?

Bu insanlar arasındaki fark nedir? Bazılarının daha güçlü olması mı? Diğerlerinin hiç korkmaması mı? Ya da endişelenmemesi?

Klasik psikoloji bu durumu birkaç cümle ile, tedavisiz ortadan kalkan veya azalan nevrotik eğilimler adı altında geçiştirir. Klasik psikoloji sorun çözme odaklıdır. Dolayısıyla profesyonel dokunuşlar gerektirmeden ortadan kalkan nevrozlarla ilgilenmez. Oysa çok önemli bir başarıdır bu ve göz önüne çekilmelidir. En azından olası formulü ortaya konmalıdır.

Ünlü psikiyatrist Carl Gustav Jung, Freud’un libido anlayışını genişleterek, onu yalnızca seks itkisi olmaktan çıkarmış, “libidinal enerji” adıyla onu yaşam enerjisi olarak betimlemiştir. Ona göre, hayatta bazen büyük engellerle karşılaşınca insan, bu enerji ileri doğru akamaz ve geriye, yani travmalara doğru akar. İşte nevrozun temelinde bu geri eğilim yatmaktadır. Biz de bu çıkış noktasından hareketle açıklayacağız formulü.

İnsan yapısı gereği, barışçıldır. Uzun süreli strese maruz kalmanın insan fizyolojisini ve beyin işlevlerini bozduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, hayatta kalmaya ayarlanmış bir makine olan insan, sorundansa çözümü tercihe daha meyilli bir varlıktır.

Ve aslında buna uygun psikolojik mekanizmayı da içinde barındırır. İnsan, daima çeşitli endişeleri ve korkuları olan bir varlıktır, fakat aynı zamanda yaşamayı, deneyimlemeyi de arzular. Merakı onu kamçılar. Böylece, bir tercihle karşı karşıya kaldığında, çoğu zaman bilincine bile gelmeden düşünceler, içeride basit bir hesap yapılır: bu durumu deneyimlemeye duyduğum arzu, endişelerimden büyük mü? Büyükse, yüzeye korku ve endişe gelmeden deneyimleriz. Değilse bilincimize endişelerimiz gelir. Bu mekanizma bazen bozulur; sık sık, üst üste endişeler galip gelmeye başlar ve işte o zaman yaşamaktan çok endişe eder hale geliriz. Gerisi bunalım, depresiyon, anksiyete gibi rahatsızlar olur genelde. Peki, işleri bu hale getiren, içerideki bu mekanizmayı bozan nedir?

Toplum ve Öğretileri

İçine doğduğumuz toplum, içinde “özgür” bir birey olarak onlardan ayrışana dek, bize bir takım öğretiler empoze eder. Bu öğretiler iyi bir yaşam sunacak formüllerdir. “Çalışkan olur ve iyi eğitim alırsan iyi bir iş sahibi olursun. Böylece iyi kazanır ve toplumda kabul gören bir birey olursun” mesela böyle bir formüldür. “Düzgün ve hanım hanımcık bir kadın olursan, düzgün bir adamla evlenirsin” bir diğeridir. “Güçlü bir adam olursan herkes sana saygı duyar” , “kimseye bulaşmaz, işine bakarsan bela seni bulmaz” ve bu şekilde devam eder. Dolayısıyla tüm bu varsayımlar adeta bir gerçek gibi sunulduğunda, yeni gelişmekte olan kişi kendisine resmedilen hayatı yaşamak için, olması söylenen şey olmak için, gereken arzuyu ve motivasyonu içinde bulur. Resmedilen hayatı yaşama arzusu o kadar yoğundur ki, bu deneyim esnasında ortaya çıkabilecek komplikasyonlarla ilgili zihnin yarattığı endişeleri bastırır. Bir süre için tabi.

Ne zamanki kişi, formülleri harfiyen uygulamasına rağmen vaat edilen hayata ulaşamaz – örneğin Y ve Z kuşağının yoğun bir biçimde deneyimlediği gibi- o zaman motivasyonu ve deneyimleme arzusunu kaybetmeye başlar. Jung’un söylediği gibi, yaşam enerjisi geriye, yani endişelere, korkulara ve umutsuzluğa akmaya başlar.

Çünkü kendisine bu öğretileri aşılayanların deneyimlediğinden çok daha acımasız ve zor bir dünyada yaşamaktadır ve işler artık hiç de anlatıldığı gibi basit değildir. Bir önceki neslin öngörüsü boş çıkmıştır bir diğer deyişle. Fakat bu öngörü, öngörü değil de somut gerçek gibi yansıtıldığından, kişinin zihninde dünyanın topyekun bozulduğu imajı gelişir. Umut yitmeye başlayınca, deneyim arzusu da söner.

Beklentiler ve Kurgu

Bazen de kişi, bireysel olarak bir kurguya uygun yaşamaya çalışır. Değerlerini deneyimlemekten ziyade, sahnenin kendisini yönetmeye odaklanır. Örneğin aşk değerini deneyimlemekten çok, illa a kişisi ile, illa kafasında yazdığı belli rollere ve konsepte göre aşkı deneyimlemek ister. Fakat hayatın hali hazırda sürmekte olan kurgusu, tek bir senaristin yazıp düzenleyemeyeceği kadar geniştir ve bu plan daima suya düşer. Ya da kişi borçlarından kurtulmak için, a’dan gelecek bir parayı beklemektedir ve huzurunu yalnızca bu kanala bağlar. Aslında temelde istediği borçlarını ödemektir. Neden? Çünkü kişi borçları varken kendisini huzursuz hissetmektedir. Aslında kişi huzurlu olmayı istemektedir. Bu, borçları varken de deneyimleyebileceği bir değerdir. Fakat kişi geniş fikirliliğe kendisini kapatarak, borçlarını ödeyebilmesi ve hatta illa a işinden gelecek para ile ödemesi fikrine o kadar takılır ki, bu gerçekleşmediğinde hüsrana uğrar. Ayrıca tek yöne odaklanmış olmasının bir sonucu olarak, karşısına çıkmış olabilecek farklı çözümleri de ıskalamıştır maalesef. Hayatın ilk yetişkin yıllarından itibaren bu tip hüsranları fazlasıyla yaşayan biri, aynı şekilde yeni bir deneyime, yaşamaya dair arzusunu yitirecek ve yine endişeler ayyuka çıkacaktır.

Özetle, büyük travmatik olaylar bir yana, aslında insan kendi sorunlarını, bazen onlara odaklanmadan bile, sadece deneyime yönelerek çözebilme kapasitesine sahiptir. Zaten anksiyete için de, “korku verici düşüncelere odaklanmak yerine haz verici düşüncelere odaklanın” denmez mi?

Bunu şöyle düşünelim, bir lavabo gideri hem su hem pislik ile dolmaktadır. Su aktıkça, pislik de akmaktadır ve böylece gider tıkanmamaktadır. Büyük travmatik olayları gider borusunun zedelenmesi olarak tasvir edip bir köşeye bırakırsak, beklenti, toplum varsayımları ve onları gerçek gibi görme eğilimlerimiz gibi şeyler, bizim yaşam enerjisi borumuzu tıkarlar. Henüz hayattan bu kadar ümidi kesmediğimiz gençlik yıllarımızda, hepimiz hatırlarız ki yaşadığımız birçok can sıkıcı olaydan oldukça toparlanıp çıkabilirdik. Çünkü aynı zamanda o boruyu açık tutacak kadar tazyikli yaşam enerjisi de akmaktaydı. Daha fazla yaşamak ve deneyimlemek istiyorduk. Ama deneyimlerimiz neticesinde istediğimize ulaşamadıkça, suyumuz gittikçe azaldı ve bir gün endişe ve korkular o boruyu tamamen tıkadı. İşte o zaman Jung’un söylediği gibi, biraz su bile aksa geri tepti. İşte terapi görmek, o lavaboyu temizlemektir. Fakat klasik terapi bizim yaşam enerjimizi tekrar aktive etmekten ziyade, pisliği kaldırmanın yollarını gösterir. O zaman, daha da ilginç bir durum ortaya çıkabilir, büyük ölçüde temizlenmiş bir gider, ama kullanılmıyor. Ve hala su akmadığı için, biraz pislikte tekrar tıkanma eğilimi gösteriyor.

Hem bu kısır döngüye düşmemek, hem de giderin tıkanmasını önlemek için ise formül şudur:

Sakince oturun. Hayatınızı ve içinde kendinizi düşünün. Kendinize sorun, “benim hayatımın değerleri neler?” Aşk mı? Sevgi mi? Para mı? Aile mi? Hizmet mi? Mutluluk mu? Huzur mu? Hangi değerlere göre yaşamak istiyorum ve bu değerler içinde beni en çok heyecanlandıran 5 değerim nedir?

Bunu tespit ettikten sonra, inancınız veya düşünceniz nasıl el veriyorsa, gerçekten ve kalben niyet ve dua edin. Çünkü yaşam pınarımız kalbimizden gelir. Oradan niyet yükselmedikçe, salt zihinde yapılan çalışmalar bizi bir yere kadar götürür.

Eğer değeriniz aşksa, aşk için umut ve dua etmeye başlayın. Fakat bu sefer, bir değişiklik yapın: kurgulamayın. Yalnızca aşkı dileyin. Kiminle, nerede, ne zaman, nasıl, hangi öğretiye göre şık duracağına karışmayın! Yalnızca sizin için, hayırlı olacak, istiyorsanız karşılıklı bir aşk için umut edin. Umut etmeyi, dişlerinizi fırçalamak ya da yemek yemek gibi, rutin bir zihin eylemi haline getirin.

Sonrasında yaşayacaklarınızı yalnızca gözlemleyin. Onları, iyi-kötü, güzel-çirkin olarak yargılamayı, bir olaylık da olsa bir kenara bırakın. Deneyimlerin sonsuzluğuna, beklenti, kurgu ve varsayımlardan kurtulmadan varamadıkça, yaşam enerjinizi ortalama otuz önermelik bir hayat yaşayarak yirmi beş hüsran sonrası tıkamaya devam edersiniz.

Esas ihtiyacımız ise odur. Bizi dertler, sıkıntılar yormaz. Hepimizin özlemi, henüz gençken tüm bunları umursamadığımız günleredir, sorunsuz zamanlara değil.

Tekrar o gücü aktive etmenin yolu ise, “yetişkin olmanın altın kuralı” diye pazarlanarak herkesi güçsüz ve çelimsiz hale düşüren, varsayılmış ve kurgulanmış bir hayatın sahte güvenliğine sığınmak alışkanlığından kurtulmaktır.

Hayatı içsel değerlerimize göre, kurgulanmış sahnelerin üstünde, bir bütün olarak kabul etmek fikrini içsel kabul dahi, yaşam pınarımızı aktive edecektir. Ve bu pınar, aklımızın tahayyül sınırlarının ötesinde, endişelerimizi dövecek kadar güçlüdür.

 

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,