“Kesintisiz barışın olabileceğine inanmıyorum, aslında savaş da yok barış da mevcut değil, dünya dediğiniz yer gerçek olsa bile, üzerindeki yaşam tamamen sanaldır” desem ne derdiniz?

Tamam tamam! her birinizin kendinize göre söyleyecekleri var. Bundan da daha doğal hiçbir şey yok zaten. İnsan olmak böyle bir şey. Her birimizin öğrendikleri var. Bilgilerin arasından doğru kabul edip yaşamına katmaya karar verdikleri ve yanlış kabul edip kendisinden uzaklaştırmak istedikleri var.

Dostlar! Yaşam dediğiniz tüm oyun bir eşkenar üçgenin arasına sıkışıp kalmış aslında. Üçgenin en tepesinde vicdan var. Sağ alt köşesinde iyilik ve sol alt köşesinde de kötülük var.

Çevrenize bir bakın, filmler, tiyatro oyunları, romanlar, gerçek yaşam öyküleri… her ne varsa, hepsi bu üçlünün arasında. Birini kaldırın tüm senaryolar çöker, yaşamın eğlencesi sona erer. ne yazacak öykünüz kalır, ne dile getirebileceğiniz bir duygu. Düşüncelerinizde oluşacak temel sarsıntı, tüm hormon dengenizin de alt üst olmasına sebep olur. Doğru ve yanlış dediğimiz her şey bir anda yıkılır ve hepimiz birden boşlukta kalakalırız.

Şimdi konuya biraz daha derinleşmeye gayret edelim.

Beğendiğimiz işleri yapanlar “iyi ve vicdan sahibi” adam, diğerleri “kötü ve vicdansız” adam. Yani ya Habil’den geldiniz ya da Kabil’den…

Bu arada, dikkatli gözlerin hemen görebileceği gibi, vicdan aslında bağımsız değil. Sizin davranışlarınız ve seçimleriniz onun gücünü sağlıyor. Aslında her biri diğerine bağlı. Biri artınca hepsi artıyor ve diğeri artınca da hepsi artıyor.

Bu üçlüden, sizin amellerinize göre artan ya da azalan vicdanı ortadan kaldırsak ne olur? Başta anne ve öğretmenlerimiz olmak üzere, kendimizi ve sınırlarımızı sağlam tutmamızdan çıkar sağlayanların hepsinin ellerindeki en önemli silah alınmış olur. Düşünsenize kimseye “suçluluk duygusu” yükleyemeyen bir ebeveyn ve öğretmen ordusu. Eğer suçluluk duygusu yükleyemezlerse, sizi yönetemezler. Bunu biliyorlar ve bu yüzden sizi vicdani yönü güçlü biri olarak yetiştirmeye özen gösteriyorlar. Bunun toplumun iyiliği için olduğunu söylemelerine aldanmayın. Asıl amaçlarının sizi yönetmek olduğundan emin olun.

Vicdanınız güçlü olmazsa:

Anneniz size “bak, ……. yapmazsan haklarımı sana helal etmem” diyemez. Babanız, “ben senin için elimden geleni yaptım, şimdi sıra sende, sen de ….. yaparak beni mutlu etmelisin” yükünü yükleyemez. Öğretmeniniz sizi “anneniz babanız sizin için bu kadar çaba gösteriyor, siz de burada haylazlık yapıyorsunuz, kendinizden utanmalısınız” sözleriyle arkadaşlarınız önünde utandırıp küçük düşüremez. Arkadaşlarınız yapmak istemediğiniz her hangi bir şey için “sen ne biçim arkadaşsın, kırk yılda bir kez bir şey istedim onu da yapmıyorsun” diyemez, dese de işe yaramaz.

Artık sizi yoğurma ve istedikleri kıvamda bir hamur yaratma şansları tamamen ellerinden alınmış olur. Elbette siz de ebeveyn, eğitmen ya da arkadaş olarak diğerlerine böyle tahakküm kuramazsınız. Elinizin içi varsa dışı da vardır, sizin için gerçek olan her şey, diğerleri için de aynı ölçüde gerçektir. Onu beğenebilirsiniz de beğenmeyebilirsiniz de J

Vicdan ortadan kalkarsa büyük bir kaos olur, herkes her istediğini, sonuçlarını düşünmeden yapmaya başlar. Bu söylem doğru olabilir. Ancak olmayabilir de. Beki de sınırları belirlenmiş ve kaynakları kısıtlanmış olmaktır insanı kaosa sürükleyen şey. Belki de o sınırları kaldırdığınızda, kaynakların aslında kısıtlı olmadığını fark etmek, başta açgözlülük olmak üzere, her türlü benmerkezci davranışı da yok eder, bol olanı paylaşmaktan kimse çekinmez de, hırsızlık, yalan, hile ortadan kalkıverir.

Peki, bakmaya devam edelim,. Diyelim ki, iyiliği kaldırdınız yaşamdan. Böyle bir kavram hiç yoktu, hiç olmadı. O zaman vicdan zaten bir anlam taşımayacağından, kendiliğinden yok olacaktır. Bu arada, ortada iyi olmayınca, kötünün kötü olduğunu kimse fark edemez.

Var sayalım iyilik ve vicdan olmayan bir dünyadayız, belki kimse diğerine saldırma, elindekini alıp onu haksızlığa uğratma peşinde olmaz. Ya da diyelim ki, o hep korkulan kaos başladı, her kes birbirine madden ve manen tecavüz ediyor. Gücü yeten yetmeyenin malını alıp, canına kast ediyor. Ne gam? İnsanlar bunun doğal olduğunu ve herkesin öyle davrandığını göreceklerinden bunun kötü olduğunu anlayamayacak ve hal böyle olunca acı falan da çekmeyecek. Dedim ya yaşam dediğiniz sanal bir şey. Siz nasıl bakıyorsanız öyle görüyorsunuz sonuçlarını.

Gelin bir de öbür yana bakalım. Kötülüğün yok olduğu, her bir insanın diğerine bir şeyler vermek, iyilik etmek için çabaladığı bir dünya hayal edelim. Karşıtının hiç tanınmadığı bir dünyada bu kadar iyiliğin kime ne gibi bir katkısı olabilir ki? Kimse ne aldığının ya da ne verdiğinin farkında olmayacaksa, iyiliğin de her hangi bir duyguya yer vermeyeceği açıklık kazanıyor.

Spiritüel alemlerde dünya için “oyun alanı” terimi kullanılıyor. Yani buraya gelen her varlık, büyük bir tiyatro sahnesinde kendi seçtiği ya da kendisine verilen rolü oynamak zorunda. Sahne belli, ana hatlarıyla konu belli ve gerisi “ortaoyunu”. İçinizden ne gelirse onu yaparak geliştiriyorsunuz oyunu. Son nefesinizi verdiğinizde rolü bittiğinde sahneden inen her sanatçı gibisiniz. Oyun devam ediyor, ama sizin artık rolünüz yok. Sadece akıllarda kalan hayaliniz var. Ne yaptıysanız ona göre o hayale gönderilenler var. Kimileri “iyi santçı” diyecek ve size sevgi ve saygı gönderecek, kimileri sizi vasat bulacak, zihinlerinde kalmayacaksınız, kimileri de “kötü oyuncu” diye düşünüp belki arkanızdan bolca dedikodunuzu yapıverecek.

İster iyi adamı oynamış olun, ister kötü adamı. Bu açıdan bakınca, rolünüzden çok nasıl oynadığınızın anlamı var. Değerlendirme ona göre yapılıyor. Başarılı bir oyun çıkardıysanız, gelecek sefere daha önemli bir rol üstlenebilirsiniz, başarılı olmadıysanız, belki de aynı rol yeniden gelecek. Başka sahne ve farklı oyuncularla.

Haydi düşünün bakalım. Savaşmayan bir dünya yaratabilir misiniz? Yaratırsanız eğlenceli olabilir mi? Hiç savaş diye bir kavram bilmeyen bir çocuk için bu kesintisiz barışın bir anlamı olabilir mi?

Haydi dostlar! Gelin kendimize karşı dürüst olalım. Biz bu ayrılık bilincinde eğleniyoruz ve o yüzden”BİR” enerjisini tam olarak içimize almaktan kaçınıyoruz. Aksi halde ya dünya çoktan cennet olurdu, ya da biz buraya gelmez, olduğumuz yerde kalır, keyfimize bakardık.

Biz bu üçgeni seviyoruz. Üçgenin sınırlarını genişletmek isteyenlere kızıyor, elimizden geldiğince üçgenin içte kalan kalabalık, yoğun ve sıkışık bölgelerine gidenleri onaylıyoruz. Sınıra yakın olanları hele hele dışa doğru zorlayanları hiç sevmiyoruz. Hatta onlara hasta olduklarını bile söylediğimiz oluyor.

“- Madem böyle düşünüyorsun, neden ışıklı yanda olmak ve ışığı arttırmak için çaba gösteriyorsun?” Yaşamımda bu soruyla pek çok kez karşılaştım.

Her şeyden önce, ben her zaman şimdiki gibi ışık dağıtmaya çaba gösteren biri değildim. Genellikle “iyi insan” tanımına uygun bir yaşamım olduysa da, bir çok hatam da vardı. O zamanlar, her yaptığım “yanlış” davranışın arkasından kendime:

“- Bunu niye yaptım? Asıl istediğim bu değildi” dedimse de engel olamadığım bir şekilde hatalar yapıyordum.

Şimdi belki biraz anlıyorum. Ya da belki de tıpkı diğer insanlar gibi, yaptıklarımın sorumluluğu altında ezilmemek için kendimce mantıklı sebepler üretiyorum. Ancak anlayabildiğim kadarıyla, bugün olduğum insanı olabilmem ve bana danışan her bir bireye anlayışla yaklaşabilmem için, mutlaka benzer enerjiler taşımam gerekiyor.

Belki vakti geldiğinde onları anlayabilmek için, belki de o zaman daha fazla korku duymamı engelleyen bilgilere sahip olmadığım için, pek çok hatalar yaptım. Bazı dostlarıma kırıcı davrandım. Yalanlar söyledim. Dedikodu yaptım. Arkadaşımın sevgilisini ona karşı kışkırttım. Başka arkadaşımınkini ayarlayıp kendim çıktım. Elbette sayacak daha çok şey de var…

İşte oralardan buraya geldim çünkü burada olmanın çok daha kolay olduğunu gördüm. Gerçek iyiliğin bütün kışkırtıcı unsurların içindeyken ortaya çıkabileceğini fark ettim. O kışkırtıcı unsurlara rağmen iyiliği koruyabilmenin kalıcı aydınlık sağlayabileceğini ayrımsadım.

Dağda yaşayan bir münzeviyle, şehirde yaşayan aydınlık insanlar arasında çok fark vardır. Dağda, ya da bir manastırda, hiçbir kışkırtıcı unsurun bulunmadığı alanlarda, insanların iyi ile kötü arasında seçim yapmaları yani üçgenin tepesindeki vicdanlarını dinlemeleri gerekmez. Orada yaşam sade ve kolaydır. Yiyeceğiniz yemek ya çevresel koşullarla kısıtlanmıştır ve seçeneksizlik nedeniyle olana razı gelirsiniz, ya da sizin adınıza seçim yapan birilerinin hazırladıklarını kabul etmek ve yemek durumundasınızdır. Yani yeme konusunda bile seçim yapmak zorunda değilsinizdir. Orada –genellikle- kötü yoktur ve siz iyi olanın, gerçek iyi olanın nasıl olduğunu ya da kötü olanın, gerçek kötü olanın nasıl olduğunu bilemez, seçim yapmaya zorlanmazsınız.

Kötülük yapmanız için gerekli olan ana unsur korkudur. Aç kalma korkusu, yalnız kalma korkusu, sevilmeme korkusu, beğenilmeme korkusu… saymakla bitmeyen korku dizileri vardır kalabalıkta yaşamaya alışmış insanların zihinlerinde. Oysa tek başına biri olsa olsa açlıktan ve ölümden korkar. Yapacak başka şeyi olmadığından duaya ya da meditasyona o kadar sarılmıştır ki, bu korkunun yersizliğini de anlamıştır çoğu zaman. Manastırda ise, bu korkunun nasıl yenilebileceği öğretilir genellikle insanlara. Paylaşımın önemi ve o azınlıklar ve yoksunluklar içinde nasıl sımsıkı birbirlerine kenetlenileceği anlatılır. Başka türlü yaşam bilmeyince, size söylendiği gibi yaşamak kolaydır.

Ancak kazandıklarınız kalıcı olmayabilir. Her hangi bir kışkırtıcı unsur karşısında hemen yelkenleri suya indiren, örneğin hiç et yemezken birdenbire sığır avcısına dönüşen Shaoulin keşişleri, eşcinsel ilişkide yakalanan Katolik rahip ve rahibeler, cinsel organını öptüren, kadınlarla grup seks yapacak kadar yakınlaşan tarikat liderleri ve benzeri pek çok hikaye sıkça olmazsa da kulağa gelmeye devam ediyor.

Öte yandan, şehirde, tüm diğerleriyle yaşarken, korkularıyla da yüzleşmek zorunda olanlara, annesinin, babasının, öğretmeninin, arkadaşının yüklediği ve vicdanının ezilip daralmasına sebep olan suçluluk duygusu altında, korku yerine sevgi tarafında kalmaya çabalayanlara baktığımızda işlerinin çok daha zor olduğunu görüyoruz.

Hem sevgide kalmayı başarmak, hem çevrelerini memnun etmek, anne babalarının eksik kalan yanlarını doyuma ulaştırmak ve yine de aydınlık yanlarını açığa çıkarmak zorundalar. Her türlü kışkırtıcı unsurun içinde, dengelerini hep sağlam tutmak zorundalar onlar. Bütün bunlar zor gibi görünüyor.

Oysa, korkularına esir düşüp, saldırgan davranışlar sergileseler, karanlık yanlarını daha fazla yansıtsalar, bazılarını korkutarak sindirebilir ve görünüşte daha az insanla savaşım içinde olabilirler. İşleri sanki daha kolay olabilir gibi değil mi?

İyi insan olmak daha kolaydır dediğimi unutmadım. Siz iyi olduğunuzda, çevrenizdeki az insanın aslında gerçek dost olduklarını, sizin için daima iyi şeyler söylediklerini, hayır duası ettiklerini unutmayın. O duaların her biri enerji alanınıza yapışır ve daha da parlamasını sağlar. Sevgiyi her an bir öncekinden daha fazla deneyimlersiniz. Gördünüz mü? Çok kolay J

İyi olmayan yana ne kadar yaklaşırsanız, çevrenizde o kadar çok değişim olur. Kalıcı dostluklar yerine, gelip geçen insanlarla yaşamaya alışırsınız. Sol taraftaki uca yaklaştıkça, arkanızdan, hatta giderek yüzünüze söylenenlerde de o yöne doğru bir artış olmaya başlar. Korku o kadar büyür ki, en yakın arkadaşınız hatta kardeşiniz bile güvenilmez bir insan haline dönüşür, gece gündüz ihanet edilme endişesiyle yaşarsınız. Bazıları size beddua eder ve onlar da sizin enerji alanınıza yapışır ve var olan karanlığı arttırmaya başlarlar. Korkuyu her an bir öncekinden daha fazla deneyimlersiniz. Gördünüz mü? Hiç de kolay değil.

İnsanlar ölünce bütün bunlar biter sanıyorlar ya! Bana sorarsanız öyle değil. Madem evrenin holografik olduğunu, ölenin sadece fizik beden yani ruhu bu dünyada taşıyan makine olduğunu söylüyoruz, ölünce bunlar bitiyor olamaz bana kalırsa. Eskiler de bu konuda benim gibi düşünüyor olmalılar ki, vefat edenin arkasından dualar okuyup, her yıl ölüm yıldönümünde bu duaları yinelemeye özen gösteriyorlardı.

Hitler’i düşünsenize, ölümünden bunca yıl sonra bile, adını sevgiyle anan bir tek kişi dahi yok. Hatta hala arkasından ah edenlerle dolu ortalık. Bir de insanlık için çok önemli ve iyi şeyler yapmış olanlara bakın. Ölümlerinden yüzlerce yıl sonra bile hayır duası alabilenlerden söz ediyorum. Hz. Muhammed, Hz. Musa, Hz. İsa gibi peygamberlik seviyesinde olup insanlığı neredeyse top yekun etkileyenler, Aristo, Pisagor, Galilei Galileo, Leonardo Da Vinci gibi bilimde başarılara imza atanlar, Tchaykovski, Mozart, Renoir, Van Gogh gibi sanatta harikalar bırakanlar ve daha niceleri.

Hiçbir savaşın isimlerini silemeyeceği, hayır dua almalarına engel olamayacağı o harika insanlardan söz ediyorum. Sizce onların iyilik etmek ve vicdanlarının sesini dinlemek gibi bir kaygıları var mıydı? Bence yoktu. Onlar sadece işlerini İYİ yaptılar ve bir anlamda ölümsüzlük kazandılar.

Unutmayın, film çevirmek, tiyatro oyunu yazmak/oynamak, eğlence mekanlarında kalabalıklarla haşır neşir olmak, ya da bu dünyada anlatabilecek her hangi bir hikayeniz olmasını istiyorsunuz. O yüzden buradasınız. O üçgenden hangi unsuru kaldırırsanız kaldırın, bu isteğinize veda etmek zorunda kalırsınız.

Konu özgür seçimde bağlanıyor. İster Hitler gibi geçin tarihe, ister Atatürk gibi. Ne dünya bununla ilgilenir ne de yakın çevreniz. Yaşarken ya da ölümünüzden sonra, sizin için ne söyleneceği olsa olsa sizin umurunuzdadır. Oturup düşünün ve seçim yapın. Eğlence dünyasından, oyun alanından gerçeklik üçgenini bozmadan ama sınırlarını genişleterek geçip gidebilir ve buna uygun olarak “ölümsüzler kitabı” içinde sağ ya da sol sayfalardan birine adınızı yazdırabilirsiniz.

Dediğim gibi üçgeni bozamazsınız. Siz hangi tarafın sınırını genişletirseniz, dengenin kalıcılığını sağlamak adına, diğer yanda aynı işi yapan birileri olacaktır. Bu durumda ister sağ tarafta durun, ister sol tarafta, karşıda olanın sorumluluğunu da eşit derecede yüklenmek durumunda olacaksınız. Kim bilir belki de çoğunluğun içten içe bunu biliyor olması, insanları sıkış tepiş üçgenin içlerinde yaşamaya zorluyor.

Ben kendi adıma sağ taraftaki sınırda zorlayıcı olmaya özen gösteriyorum ve tüm sorumluluğu da üstleniyorum. Belki benim yaratacağım daha fazla iyilik, bir başkasının da daha fazla kötülük yaratmasını sağlayacaktır. Olsun! Eğlence artar, bilgi artar ve belki de insanlığın kutupluluğa neden olan düalite enerjisini terk edip, hepsini birden içeren BİR enerjisine yaklaşması hızla gerçekliğe dönüşür. Keyifli oyunlar dilerim.