Akıl ile îman, bilim ile din çeliştiğinde hangisini tercih edeceğimiz gelişmişlik ve aydınlanmamızın ölçütüdür.

Belli bir dinin mensubu olmayı dindarlık sananlara verdiğim pek çok örnekten bazıları şunlardır:

1. Siz şimdi eğer Varanasi’den Ganj nehrine girerseniz günahlarınızın affolacağına; öldükten sonra bedeninizin yakılıp küllerinizin Ganj’a serpilmesiyle de ruhunuzun ebedî huzura kavuşacağına inanır mısınız? Sekizyüz milyon hindu buna inanıyor; yani onlara öyle öğretilmiş, onlar da öyle inanmışlar; sorgulamamış kabullenmişler. Temelde birisi en büyük, üçü ortanca, pek çok da küçük tanrıları var. Dört mezhebe, daha doğrusu dört ayrı hindu dinine bölünerek işin içinden çıkılamaz hâle getirmişler inançlarını. Aslında böylesi bir kafa karışıklığı ile zihinlerin meşgul edilmesi, bütün dinlerde olduğu gibi, hindu dinadamlarının da işine geliyor; bir yerde onlara olan ihtiyaç artıyor. Hemen öyle “Bunlardan bana ne?” demeyiniz. Neden mi? Çünkü eğer organize olmuş herhangi bir dinin mensubu iseniz, bunlara benzer başka birşeylere mutlaka siz de inandırılmışsınızdır.

Başka bir inancın mensubu da sizin inancınızı ve ritüellerinizi garip, sıradan, hattâ saçma bulabilir. Örneğin, farklı dinsel inanca sahip birisi kalkıp da sizin inancınızın aklı dışladığını, özgürlükleri yoksaydığını, kadın-erkek ayrımcılığı yaptığını, hattâ kadını aşağıladığını söylerse çok kızar mısınız?

Diyelim ki dinsel inancınızı tamamen özgür olarak kendiniz belirlemek istiyorsunuz. Bundan doğal birşey olabilir mi? Ama din değiştirirseniz, mürted olduğunuzun (irtidâd eden) ve bu durumda boynunuzun vurulması gerektiğinin, kutsal kitaba da konulmuş olan şeriatın âmir hükmü olduğunu biliyor muydunuz? Hiç içinde bulunduğunuz toplumun, topluluğun ya da kendinizin inanç sistemini Descartes’ın dediği gibi, bir kez olsun derinliğine irdeleme fırsatı bulabildiniz mi?

Yaygın din ve inançların, tabii bu arada kendinizinkinin de; uygulamalarına, ibadetlerine, geleneklerine ve genel esaslarına şöyle yüksekçe bir yerden, tarafsız, önyargısız, zihinsel ve düşünsel anlamda tam bir özgürlükle bakabilir misiniz? Cehaletin, atâletin, hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün ve meskenetin (miskinlik) kaynağının bizzat dinsel şeriatın kendisi olup olmadığını irdelemenizin daha zamanı gelmedi mi?… Peki ne zaman bakabileceksiniz?… Çok mu radikal oldu?
Böyle bir durumda“Herkesin inancı kendine” gibi kaçamaklara tevessül eder misiniz? Peki o halde dinsel anlamdaki bir inancın gerçekte ne olduğunu, ya da ne olabileceğini; bir adım daha atalım, ne olması gerektiğini bir kez olsun sorguladınız mı?

İsterseniz böylesine hassas bir konuda bir başka sese daha kulak verelim.
Geçtiğimiz yüzyılın ortasında aramızdan ayrılan ve bir dönem ülkemizde de araştırmalar yapmış olan ünlü doğubilimci Gurdjieff inancı şöyle sınıflandırıyor: “Şuurlu inanç özgürlüktür. Duygusal inanç köleliktir. Mekanik inanç ise aptallıktır”.
İnancın şuurlu olabilmesi için, o inancı tarafsız, koşulsuz, kıyaslamalı ve eleştirel bir gözle irdelemek ve herşeyden önemlisi köklerine inebilmek gerekiyor. Yoz ya da boş inançları şuurlu olan inançtan başka türlü nasıl ayırabiliriz ki? Sanırız bilinçlilik de bu demektir.

2. Dindarlığa gelelim: Sizce, tanrısallığı hiç bilmeden, deneyimlemeden, yaşamadan, salt size “İşte bunlar tanrı buyruğudur!” dediler diye bir takım kuralları sorgulamaksızın, araştırmaksızın ve özgür aklın süzgecinden geçirmeksizin izlemeniz dindarlık mıdır?

Maalesef insanlar ne kadar çok korkutulur ve o tür bencil ve karşılık gözeten dualarla ibadetler ne kadar sık tekrarlanırsa, dine de o kadar bağlanırlar. Kaldı ki ibadet ve salevât adına aynı eylemleri yıllar yılı sürekli tekrarlamak yaratıcılığı da toleransı da yokeder; o durumda ancak kötü kopyalanmış ikinci el ses kasedi olursunuz. Gerçekteyse bu tam anlamıyla bir kişilik yitimidir.

Hepsi de sürekli lehinize, çıkarınıza uygun, kayırılma talep eden neredeyse standartlaşmış o dualar, o sürekli karşılık gözeten yakarmalar, acaba sizi bir yandan her seferinde “zelîl” (hakîr, horlanan, aşağı) duruma düşürürken öte yandan da bencilliğinizi körüklüyor olmasın? Yani böylelikle dinadamlarınızca bir yandan bağnazlığın ve bencilliğin, diğer yandan ise ikiyüzlü çıkarcılığın batağına çekilmekte olduğunuzu hiç düşündünüz mü? O nedenledir ki semavi dinlerin tarihi, o sürekli ve şuursuz boyuneğme koşulu nedeniyle, aynı zamanda mutlak monarşilerin, yani özgürsüzlüğün de tarihidir. Özü de şudur: “Egemenlik tanrınındır; hiçbir biçimde sorgulanamaz, muhalefet edilemez. Tanrının yolu da sadece bizim gösterdiğimiz yoldur; bundan başka yol aramaksa en büyük günahtır.”

Dinsel korkuların gerçekte ne kadar yıkıcı olabileceğini hiç düşündünüz mü (bu satırları engin hoşgörünüze inanarak yazıyorum)? Peki ölesiye korkarken aynı zamanda gerçekten sevebilir misiniz? Basmakalıp ibadetlerdeki olası şekilsel noksanlıklar konusunda dahi korkutmuşlar mü’minleri. Filanca yeri şu usule uygun yapılmazsa geçersiz olur diye… Oysa ki içinizde bu büyük korku olduğu sürece karanlık, karanlık oldukça endişe, gerilim ve karmaşa vardır. Eğer bu dinlerden birinin samimi olarak mensubu iseniz, bu korku kaynaklı zihinsel yapılanmayı bulunduğunuz ya da gittiğiniz her yere “taşırsınız”. Bu zihinsel yükü daha fazla taşımak istemiyorsanız onu sorgulayınız; içinizde bir mum da siz yakınız; ya da zihninizin kapılarını bilinçliliğin ışığına aralayınız.

Böyle bir sistem içerisinde bütün bunlara ‘tutuculuk’ diyebilme iradesine, ya da ‘şüphe edebilme’ özgürlüğüne sahip misiniz? Yoksa gerçek dindarlık, bütün bu şekilciliklerin ötesindeki bambaşka birşey midir?… Evet, öyledir. Gerçek anlamda tanrısallığı deneyimleyeceğiniz yer ‘burası’, zamanı ise ‘hemen şimdi’dir. Eğer burada deneyimleyemezseniz, gideceğiniz ya da gidileceğini düşündüğünüz yerde de farkına varamazsınız. Hem nasıl bileceksiniz ki, orada size kim öğretecek?

Tanrısallık aynı zamanda güzelliktir de, bir yerde estetiktir. Hiç çirkin bir tanrısallık olabilir mi? Onu da ancak öylesi bir duyarlılığa erişebilmiş olanlar hissedebilecektir… Çocuklarımıza olanaklarımız ölçüsünde mutlaka ama mutlaka yogayı, dansı ve güzel sanatlardan en az birisini tanıtmalı, sevdirmeli ve öğretmeliyiz. Bunlar bilincin evrimi için ve sıradan olmamak için gereklidir. Güzel sanatlar onları bağnazlıktan koruyacak, tekyönlülükten kurtaracak; potansiyel becerilerini geliştirdiği gibi daha hoşgörülü olmalarına da yardımcı olacaktır. Sanata saygısı olmayanın hayata da saygısı olmaz; bir düşünün, kendine saygısı olmayanın başkalarına olabilir mi?“Ben böyle sanatın içine tükürürüm” diyenleri görmedik mi? Kendisini sevmeyen başkalarını sevebilir mi? Kısacası, içsel bakımdan kendinizde olmayan bir şeyi yaşamda ve başkalarında bulabilir misiniz? Dinadamlarının ne kadar tekboyutlu, gizlemeye çalışsalar da ne kadar hoşgörüsüz, katı, farklı inançlara saygısız, yaratıcılıktan uzak, bağnaz, sabit fikirli ve adeta yaşayan ölüler olduklarına dikkat ettiniz mi? Sanat özgürlük olduğu içindir ki onlar güzel sanatlarla uğraşmazlar. Yalnız sanat mı, çok büyük bir çoğunluğu sporla da ilgilenmezler. Siz hiç danseden bir Papa, resim veya heykel yapan bir diyanet mensubu ya da bir enstrüman çalan haham, piskopos; yoga yapan imam, rahip gördünüz mü? Milyonda bir çıkarsa onun da cemaatten dışlanması kaçınılmazdır. O nedenledir ki Cüppeli Hoca’nın plaja gitmesi, jet-skiyle dolaşması yadırganmamalı, aksine kendisi için olumlu gelişme olarak değerlendirilmelidir. Hele bir de resimle, müzikle uğraşıp tango, samba ya da salsa yaptığını düşünebiliyor musunuz? Oysa ki ne de güzel olurdu…

3. Şimdi de kutsal bir değer için cana kıymaya, yani “kurban” kavramına bir göz atalım. Hiç siz ya da bir yakınınız kurban kestiniz mi? Yani olaya neresinden bakarsanız bakın, bir cana kıyarak, üstelik bunu da tanrı adına yaptığınızı kabul ederek, tanrıya karşı ibadet ve kulluk görevinizi yerine getirmiş olduğunuza inanır mısınız? Hiç sizin ya da bir yakınınızın, bu eylemden sonra, tanrı buyruğunu yerine getirmiş olmaktan dolayı gerçek anlamda ‘dinsel bir huzur’ duymuş olduğuna tanıklık ettiniz mi? Peki İstanbul’un yandereleri o kitlesel açık kesim günlerinde kıpkızıl akarken içinizde hiç hüzün ya da böylesi bir eylemin kutsal bir eylem olduğu hususunda herhangi bir kuşku oluşmadı mı? Eski bir brahmanizm geleneğinden gelen kanlı kurban törenlerinin, hele bir de çocuklarımıza izlettirildiğinde kitlesel bir merhametsizliğe neden olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Siz de tüm evrenin bir parçası ve bu sonsuz birliğin, sürekli varoluşun bir unsuru iseniz;
a. Size bir saldırı ya da açık bir tehdit olmadıkça, yani kendinizi savunma kaygısı dışında,
b. Yaşamınızı ve varlığınızı sürdürme amacıyla bir zorunluluk olmadıkça cana kıyar mısınız? Hisseden bir varlığı yokeder misiniz?

Lütfen bunları önce içinize, oradaki cevhere ulaşmaya çalışarak, kendi kendinize yanıtlayınız. Çünkü hepimizin bir parçası olduğumuz varoluş ile aramızdaki tek gerçek bağlantı içsel merkezimizdir. Gerçek mabedimiz orasıdır. Orada saf gerçekten başka şeylere yer olmadığı gibi, işte yoga ile ulaşılmaya çalışılan yer de orasıdır. Sevginin de, güvenin de; şefkatin, saygınlığın ve merhametin de kaynağı orasıdır. Oraya varabilirseniz aynı zamanda içinizdeki tanrısallığa da ulaşmış olursunuz. Hepimizin gerçek evine, yuvasına oradan gidilir. Sonsuzluğa açılan kapısız kapı da orasıdır. Ancak orada bütün evrenle bağlantılı olduğunuzun farkına varabilir, kozmik bütünlüğün bir parçası olduğunuzu anlayabilirsiniz. Orada, parçası olduğunuz evrene karşı o âna kadarki yabancılığınız son bulur, tüm yanılgılarınızdan ve size dayatılmış olan yapaylıklardan, şekilciliklerden, zihninize yüklenmiş onca yükten kurtulursunuz; bütün çatışmalar önce anlamını yitirir, ardından da son bulur.
Ve varoluşla bu birolmanın sonu, gerçek anlamda bir vecd hâli olan sonsuz mutluluktur.

Aslında meditasyon da budur: Farkındalık içinde bütünle (varoluşla) bir olmak. Meditasyon, bir anlamda, gerçekte sonsuz bir yaşam olduğunun farkına varmak ve ölüm sandığımız şeyin bize öğretildiği gibi bir sonlanma olmayıp ancak zorunlu ve kaçınılamaz bir form değişikliği olduğunun ayırdına ulaşmaktır. Eskilerin bir söylemi vardı; halen de yepyeni kalabilmiş, taptaze duruyor: “Uyku kısa süreli bir ölüm, ölümse uzun süreli bir uykudur”. Mevlânâ’nın ‘düğün’ ya da ‘vuslat’ dediği bundan farklı birşey değildir. Tasavvufun vahdet-i vücûd’u da aynı şeydir.

Gerçek dindarlık, bütün yapay dinlerin ve inançların ötesinde, insanlık ailesine yabancılaşmadan sevgi, şefkat, saygı ve farkındalık içerisinde; yaratıcı, hoşgörülü, özgür, zekî, olgun, cesur ve mutlu olabilmektir.

Dünya öylesine büyük bir hızla değişmekte ki bugün edindiğimiz yeni bir bilgi yarın eskiyebiliyor. Bu durumda herbiri binlerce yıl öncesine ait olan kutsal kitaplar da çoktan eskimiş durumdalar. “Kutsal ise eskimemiştir” diye bir inanç olabilir mi? Hem kutsallık sadece bir “kabul”dür, bir faraziyedir; zorla ve tekyönlü bir biçimde dayatılmış olan hazırcı ve mekanik bir inançtan başka birşey değildir. Acaba en doğru inanç sizinki, tek hakiki kutsal da size kutsal olarak belletilenler midir? Emin misiniz? Ya musevîlerinkiyse, örneğin sih’lerinki sakın daha kutsal olmasın; kimbilir belki kızılderililerin ya da inkalarınkilerdir, ne malum değil mi?

Dinadamları dünyayı bir yandan “cehlistan” (cehalet âlemi, cahilliğin olduğu yer) kabul etmişler; öte yandan insanın “suça eğilimli yaratıldığı” fikrini benimsemişler ve hemen herkesin az ya da çok, uzun ya da kısa bir süre cehennemde yanacağını, ceza çekeceğini inananlarına uzun uzadıya anlatmış ve onları sürekli ateş ve azapla korkutmuşlardır. Ama dinkoyucular tarafından, kâfir ve günahkârların ceza görecekleri yer olarak tanımlanan ve özünde inananları koşulsuz olarak itaate zorlayan cehennemin icadedilmiş olması (gihanom, gehenna, hell, hölle) yine de, semavî dinlere mensup o sevgisiz ve merhametsiz bırakılmış sözde dindarların kötülük yapmalarına ve suç işlemelerine engel olamamış, onları birer nevrotik ve az ya da çok paranoyak-şizofren olmaktan kurtaramamıştır. Bunun nedeniyse “ego”nun, tanrı ve cezalandırılma korkusunun da önüne geçmiş olmasıdır. Yani onların büyük çoğunluğu “ehl-i hak suretinde görünüp de hakikatte ehl-i dünya olanlar”dır.

Ancak tek gerçek din olan sevgi içinde farkındalığı yaşayanlar, yani zihni terkedip egoyu aşabilenler, her türlü ayrımın ve yapaylığın ötesine geçip vahdaniyete ulaşarak özdeki cevhere temas edebilenler için dünyamız ve tüm evren, bu yaşamın öncesi ve sonrasıyla gerçek bir cennet olacaktır. Mevlânâ da önce ‘ham’dı, sonra ‘pişti’; ne zamanki o cevhere temas etti, işte o zaman o aşkın ateşiyle ‘yandı’. O sazlıktan koparılmış bir kamış iken aşkın ateşinde yanmayla cehennemi cennet, ölümü vuslat oldu. Ama kimse onu böyle yorumlamıyor. İşte o zaman sözcüklerle kirletilmeksizin, yapay ve sıradan ibadetlerle gölgelenmeksizin, herhangi bir pâye aramaksızın Yûnus da sizsiniz Mevlânâ da; Buda da siz olursunuz Krişna da; artık Bodhidharma, Şems, Cüneyd, Mansûr, Hayyâm, Krishnamurti, İnayet Han, Gurdjieff veya Osho olsanız da hiç farketmeyecektir.

Bir kere ustaların gösterdiği o yolun (râh-ı necat) üzerinde, kapısız kapının ardında, gürül gürül akan pınardan su içmeye görün… ‘Rahmet’en l’il âlemîn’ işte o aynı kaynaktandır… Ama görebilen gözler, duyabilen kulaklar için. Yeter ki bir kere ya insan-ı kâmil olarak doğmayı, ya da oraya ulaşmayı başarabilelim.

A. Kerim Soley