Bir gençlik pazarı. Cıvıl cıvıl içerisi. Her çeşit insan, her çeşit ürün var. Takılar, tişörtler, mumlar, bebekler, makyaj malzemeleri, el emeği göz nuru eşyalar, kocaman bir müzik kutusu… Her şey ama her şey… E, bu dekora uygun olarak bir de falcı! Öyle böyle değil ama… Kendine mistik bir hava yaratmak için standını şu uyduruk Mısır resimleriyle donatmış. Tütsüler, tarot kartları, kapalı fincanlar, arkada bir piknik tüpünün üstünde bakır bir tencere, kenarda eritilmiş kurşunlar… Adam öyle yetenekli ki hem astral seyahate çıkabiliyor, hem suya bakabiliyor, hem tarot yorumluyor, hem kahve falına, hem el falına bakıyor… Etkilenmemek elde değil. Tabii eğer bu işlerden hiç anlamıyorsanız.

Ama maalesef  bu oyunlardan ben iyi anlıyorum.

Adam yüzünde kocaman bir gülümsemeyle oturtuyor beni karşısına. İlk gidişim. Tarot yorumu istiyorum.

Adam büyük ciddiyetle bana bu işi on beş senedir yaptığını söylüyor. Kartlara bakıyorum gıcır gıcır. Yeni çıkmış kutusundan ve ustasının enerjisinden yoksun oldukları öyle belli ki. Yine de nedense gülümsüyorum ve devam ediyorum oyuna. Kartları seçiyorum. Açılımını yapıyor. Yapıyor da kartlara hiç bakmıyor ki… Bir iki uyduruk laftan sonra yüzüme bakıyor. Yıldızım düşükmüş. Bana büyü yapılmış. O yüzden hep yalnız kalırmışım. Sonra nasıl büyü bozduğunu, bu işi de ancak onun büyülerinin halledebileceğini söylüyor. Ben masum çocuk, gülümsüyorum. Öyle bir ücret söylüyor ki gerçekten büyüleniyorum. Beynim uyuşuyor. Şu anda bu parayı ödememin mümkün olmadığını söyleyip kalkıyorum yanından.

Ama kıvrım kıvrım kıvranıyorum. Ben bu adamı döveceğim.

Tam 1 hafta sonra yine karşısındayım. Bu sefer kahve falı istiyorum. Adam yine suratıma bakıyor fincanı açıp. Ve o muhteşem sözcükler dökülüyor ağzından: “Sende nazar var! Hem de öyle çok ki… Nasıl yaşıyorsun sen bununla bilmiyorum. Hayret!” Gülümsüyorum. Sanırım bu gülümseyiş onda farklı bir yoruma neden oluyor. Beni biraz saf bulduğu kesin! Ve devam ediyor. Aman bundan sonrasını iyi okuyun! “ Sen öleceksin canım!” Yüzüm allak bullak. “Efendim?” Adam büyük ciddiyetle tekrar ediyor: “ Sen öleceksin! Hem de çok yakın bir zamanda! Sana mutlaka kurşun dökmem lazım. Bak, fiyatı da çok uygun; 250 dolar!” Saçlarım önce yeşile, sonra mora, daha sonra kırmızıya dönüyor. Tırnaklarım bir anda uzuyor ve burnum kancalaşıp tam orta yerine kara bir siğil oturuyor.

Dövmek mi? Yok yok, ben bu adamı kaynar kazanlarımdan birine atacağım!

Sesim tam da istediğim gibi yarı kadın, yarı erkek sesi şeklinde korkutucu bir tınlamayla ağzımdan çıkıp suratına çarpıyor: “ Bak dostum, ben bu sandalyeden kalkarım. Ve şu pasajın orta yerinde bu adam şarlatandır diye bas bas bağırırım. O zaman sen beni öldürürsün ve kehanetin gerçek olur!” Yüzüme bakıyor: “Korktun mu?” Korktum mu? Tabii ki hayır! “ Şimdi beni dinle, eğer alnımda bu kız 5 dakika içinde ölecek yazıyorsa, sen ister kurşun dök, ister demir, hiç fark etmez!” Yüzüme acı acı bakıyor: “İnanmadın öyle mi?” “ Hayır, inanmadım! Sen nasıl böyle bir şeyi söylersin, söyleyebilirsin?” Duruyor ve asıl bombayı patlatıyor: “ Doğru, söylenmez. Ama ben kesin öleceklere söylerim bir tek zaten!”

Sonrasını sormayın. Ne oldu ben de hatırlamıyorum. Zaten konu artık bu değil.

Onlar toplumun bir nevi, el altındaki, hemen ulaşılabilecek psikologları… Yaptıkları az buz iş değil. Hani derler ya “Boşa dememişler, fala inanma, falsız da kalma” işte bu yüzden. Kehanet, insanı rahatlatan bir şey. Hâlâ ilkel benliğimiz korkuyor nasıl olacağını bilemediği gelecekten ve anlamlandıramadığı “olan”lardan… Hâlâ gücü kendimizde değil dışarılarda arıyoruz. Başkalarında… Başka şeylerde… Ne için? Azıcık umut için… Günlük hayatın karamsarlığında, siyah, lacivert ve kahverenginden başka renk tanımayan karamsarlığında kendimize renk bulmaya çalışıyoruz. Sevgilimiz geri dönecek mi? Annemiz iyileşecek mi? Derslerden iyi not alınacak mı? Evlenebilecek miyiz? Yeni bir iş bulabilecek miyiz? Hayat bize daha neler getirecek? Paramız olacak mı? O evi alabilecek miyiz? Üzerimizde büyü var mı?

Umut arıyoruz, ışık arıyoruz, şefkat arıyoruz. Birileri bizi anlasın istiyoruz. Empati kursun bizimle. Bizi bize anlatsın. Ola ki geleceğimizi de görebilir o kişi belki de… Çünkü o kadar iyi görmüş ve anlamıştır ki geçmişimizi- hatta bizden bile iyidir bu konuda- belki bizim göremediğimiz geleceği o öngörür. İnanmaya hazırız yani. Ne söylense inanmaya hazırız.

O nedenle yaptıkları iş çok ama çok önemli. Umut dağıtıyorlar. Anlık da olsa, kısa süreli de olsa umutsuzlukla kilitlenmiş yüreklerde bir rahatlamaya yol açıyorlar. Belki o ana kadar simsiyah gördüğümüz şeylerin siyah değil de en azından gri olabileceğini gösteriyorlar. Vücudumuzda, zihnimizde, ruhumuzda belki de o ana kadar karamsarlıkla sıkıştırdığımız, patlamaya hazır bir bomba haline getirdiğimiz enerjiyi bir sözle içimizden dışarı akıtarak rahatlamamızı sağlıyorlar.

Bir de umut tacirleri var. İşte bu adam gibi. Cahil olsanız, çocuk olsanız ya da azıcık bâtılınız olsa yandınız. Yarın ölebilirsiniz gerçekten. Yok yok şaka değil. Üzerinize bulaştırdığı yapış yapış enerji yakanızı kolay bırakmaz emin olun. Mutlaka bir yerlerde patlar.

Demem o ki; aman açın üçüncü gözünüzü siz de… Eğlenmek için, rahatlamak için bir umut tacirinin yapış yapış kirli enerjisiyle nasıl geleceğini görmek istediğiniz geleceğinizi kendi kendinize karartmayın.

Konuk Yazar