Bölüm 1

Gözlerimi açtığımda Tanrı bana gülümsüyordu. Halen o nehir kenarındaki taşın üzerinde oturuyordu ve ben de dizlerinde uyuyakalmıştım.

– Hoşgeldin Hasan.

– Sanırım biraz içim geçmiş.

– Senin için zaman zaman yorucu oluyor hayat değil mi, sevgili küçüğüm. Arada biraz dinlenmen; soluklanman gerekiyor. Hadi gel, biraz dolaşalım.

Taştan ağır ağır, söylenerek kalktı.

– Offf offff, yaşlanıyorum yahu.

– Yaşlanmak mı? Sen Tanrı’sın yahu, nasıl yaşlanırsın?

– Tanrı’yız diye bizim de “yaşlandım” diye söylenme hakkımız yok mu, Hasan Bey? Bunun keyfini yaşama hakkı sadece sizlere mi ait? Hem romatizmayı kim yarattı ha, söyle bakalım?

– Tamam tamam sustum, zaten halen uyku sersemiyim ve biraz da şaşkınım ve karışığım. 

– Rüyanda neler gördüğünü biliyorum. “Sen değersizdin” değil mi? “Sen sevilmiyordun”, “Sen çirkindin”, “Sen istenmiyordun” değil mi?

– Çok canlı bir rüyaydı, çok ağladım, canım çok yandı.

– Rüyalarındaki gözyaşların benim için elmaslardan daha değerlidir, Hasan. Ne kadar sevildiğinin farkında değilsin hani uyku sersemliğiyle, ama senin gözyaşlarına dokunabilmek için binlerce melek sıraya girerdi emin ol ve bu sadece senin için değil, herkes için geçerli.

– Kendimi temiz hissetmiyorum, Tanrım. Rüya çok güçlüydü ve çok inandırıcıydı da. Üzerimde bir sürü kir var sanki; hafiflemek, rahatlamak istiyorum.

– Gel o zaman nehre girelim seninle küçüğüm. Hem nehirdeki balıkları okşarsın, hem de seni ırmağımda yıkarım kendi ellerimle. Bunu yapmayı çok seviyor ve özlüyorum ama maalesef pek uğrayanınız olmuyor bu aralar pek.

– Sanırım bu satırları okunduktan sonra tellak gibi bir ona bir buna koşar durursun, Tanrım. Talep artacaktır.

– Herkese yer var gördüğün gibi burada.

Ve Tanrı beni nehre soktu. Nehir ne tam ılıktı, ne de buz gibi soğuktu; insanın içinden çıkası gelmiyordu. Yanımdan balıklar geçiyordu ve onlara dokunmama izin veriyorlardı. Tanrı sevgiyle okşadı başımı ve avuçlarıyla yıkamaya başladı beni.

– Bunları yaşadığıma, bu satırları yazarken her harfinin yaşandığına inanmıyorlar. Benim sahte dünyalar yarattığımı ya da hayal gücümün çok geniş olduğunu düşünüyorlar, hatta bazıları beni buna ikna etmeye çalışıyor.

– Şşşşşşt, şimdi düşünme veya konuşma lütfen. Zaten sürekli düşünüyor ve yargılıyorsun. Lütfen tadını çıkart nehrin.

– Kendimi neden tam anlamıyla bırakamıyorum Tanrım nehre. Kasılıyorum ve rahatsız hissediyorum. Tanrı’nın ellerindeyken bile böyle hissediyorsam Dünya’daki kul ne yapsın.

– Şşşşt halen düşünüyorsun, halen yargılıyorsun, Hasan. Sadece rahatla, evet; öyle hissettiğini görüyorum, ama sabırlı ol. Yılların kirini on saniyede çıkaracağımı düşünmedin di mi?

– Ama sen Tanrı’sın, OL dedin mi Olur.

– Bu kadar hızlı OLmasını isteseydim ne keyfi kalırdı ki. Akşam kargosuna mal mı yetiştiriyoruz sence? Keyfine vara vara, tada tada. Buna da ‘sabır’ deniyor, hani arada sorarsın ya.

– Sabır, tadını çıkartmak mı her şeyin, hadi be!

– Keyfini çıkarttığında, her şeyin olması gerektiği zamanda olduğu gerçeğini de yaşarsın güzelim ve sabır kendiliğinden vardır orada. Geleni kabullenir, tadını çıkartır ve yaşarsın. Sabır, ruhun AN’ın keyfini çıkartma halidir, tekrarlıyorum. Oturup bir şeylerin gelmesini bekleyerek “ıstırap çekmek” değildir.

– Peki ben şu AN’ın tadını nasıl çıkartabilirim?

– “Nasıl?” sorusunu cümlenden çıkartarak. Sen tadını çıkartmayı iste yeter. Nasılı falan yok. Zaten Nasılları bana bırakman gerektiği bilgisini biliyorsun.

Tanrı sevgiyle okşuyordu başımı bir yandan nehrin sularında beni temizlerken. Konuşmaya devam ettik:

– Kendimi çok yorgun ve yıpranmış hissediyorum. Bedenimin her yeri ayrı bir ağrıyor.

– Su iyi gelecek, merak etme. Şimdi istersen biraz git ve uyu. Yarına daha dinlenmiş olarak devam ederiz. Seni seviyorum

Ben de seni, Tanrım.

 

Bölüm 2

– Hoşgeldin tekrar.

– Gün boyu içimde değişik bir coşku ve neşe vardı, Tanrım. Sanırım ırmak suyunun etkisi… Tanrım sen ne yapıyorsun, öyle?

(Şöyle bir sahne düşünün, nehrin ortasında yaşlı bir adam oturuyor ve elince bir süngerli sopa ve sırtını sürtüyor.)

– Görmüyor musun sırtımı sürtüyorum. Yakıştıramadın mı?

– Yani garibime gitmedi desem yalan olur. Seni hiç böyle düşünmemiştim de.

– Tabii tabii, ben göklerde oturan ya da sizin yanınızda durup mutlu mutlu gülümseyen tatlı bir ihtiyarım değil mi? Benim de sizler gibi keselenmenin keyfini çıkartmak hakkım yok değil mi? Niye, çünkü tanrıyım. Sizdeki en büyük tıkanıklık nerde söyleyeyim mi, Hasan? Kendinizi çok fazla kasıyorsunuz ve hayatı çok ciddiye alıyorsunuz. Mizah yeteneğiniz veya olaydan keyif alma gibi seçenekleriniz hiç yok nerdeyse. Hele benle ilişkilerinizde. Neymiş, çarparmışım! Sen daha bir tane gördüm mü çarptığımı?

– Yani tabii yamulanlar olmadı ama çeşitli felaketler oluyor ve bunun nedeni olarak seni kızdırmamız öne sürülüyor.

– Hıh! Nerdeyse yıldızlara gideceksiniz yakında, ama halen ilkel çağın inançlarıyla yaşıyorsunuz. Siz varoldunuz varolalı neyden korktuysanız suçu bana attınız, bir de beni kontrol altına almak için nice ritueller icat ettiniz. Güya benim öfkem azalacaktı da ve dilediğiniz gerçekleşecekti. Bu 100 bin yıl öncede böyleydi, şimdi de böyle. İşin açıkçası sizlerin bu çabalarını izlemek çok eğlenceli oluyor. Bozulma hemen, bir karış suda boğulmamak için çırpınan kocaman adamları izlemek cidden eğlenceli oluyor. İşin daha da ilginci arada el atıp kaldırıyoruz ve diyoruz ki “kardeş bak bu suda boğulmazsın, dizine bile gelmiyor yahu”. Ama onlar suya atlayıp debelenmekte ısrar ediyorlar. Biz de tadını çıkartıyoruz.

– Biz orada debelenirken siz orada gülüyor musunuz yani?

– Sen olsan ne yapardın peki? Ayağa kaldırıyoruz geri dalıyorsunuz, “imdat!” diye bağırıyorsunuz gelip yine kaldırıyoruz; gene dalıyorsunuz. Bir gün ayakta durunca göreceksiniz ki boşuna debelenmişsiniz ve halinizin aslına ne kadar komik olduğunu görünce siz de gülmeye başlayacaksınız. Koca eşşekler sizi…

(Bu sözlerdeki sevginin gücünü hissetmeye doyamadım açıkçası. O bizi aşağılamıyordu, bilakis durumumuzu çok net bir biçimde açıklayıp, anın keyfini çıkartıyordu. Bir yandan da keselenmeye devam ediyordu.)

– Biliyorum soracağın soruyu, Hasan.

– Bilmesen şaşardım zaten, Tanrım.

– Yanıtı zaten biliyorsun bugün içinde hissettin. Arınma yada arınmış varlık yada temizlenme diye bir süreç yok aslında. Bunlar sadece sizin duygularınızı ve kendinizi reddedip çeşitli “temizlenmesi gereken düşman duyguları” yok etme çabanız. Ama bu konuyu başlıbaşına bir yazı konusu yap. Önemli bir bakış açıcı olabilir kimileri için, kimleri içinde birşey ifade etmez. Canları saolsun.

– Peki arınma yoksa bu ırmakta neden keseleniyorsun?

– Ne kadar işlevsel bir düşünce sistemin var yahu. Keyfini çıkart be adam. Burası arınma ırmağı değil, keyif ırmağı.

– Peki dün gece neden yıkadın beni burada?

– Yıkamadım farkındaysan, kutsadım. Yıkanacak neyin var ki, oğlum?

– Ama içimde bir sürü kırgınlık, tıkanıklık, acı vs. var?

– Sen de ömür boyu bunlarla mı uğraşacaksın? Tüm vaktini arınıp temizlenmeye mi ayıracaksın. Peki o temiz, pak, misler gibi halinle dışarı çıkıp hayatın tadını çıkartma ne zaman? Ömür boyu hamamda kalacaksan, ne gereği var ki temizlenmenin?

– Ama benim onları temizlemem, halletmem, barışmam falan lazım değil miydikine ki.

– Kim demiş? Ben böyle bir şey demedim ki.

– Ama tüm kitaplar bunları yazar. Arınma, temizlenme, karmalar, kendinle
barış vs. vs.

– Evet yazar ama siz “Hamamcı’nın el kitabı” serisine fazla kaptırdınız, hayatı sadece hamam zannediyorsunuz. Hamamda yıkanmak en fazla bir saat sürdü diyelim. Eeee, geri kalan vakitte ne yapacaksınız? Siz o kadar kaptırdınız ki kendinizi dışarı çıkmak aklınıza bile gelmiyor. Oturup hamamın içinde bir dünya yarattıkça yaratıyorsunuz. Arada sizi dışarı çağırıyorum, ama tınlayan var mı acaba? Deriniz soyuldu bee keselenmekten; çektiğiniz acıların kaynağı bu kadar hamamda kalmak yüzünden tahriş olmuş deriniz olabilir mi bir düşün bakalım. O kadar sürterseniz tabii ki aşınır ve yara yapar bu deri. Artık olan halinizi görün de çıkın biraz dışarı. Sizin “esas gerçek” diye okuduklarınızın ne kadar sınırlı olduğunu görünce kalakalacaksınız. Hamam tayfası sizi.

Sonra keselenmeye devam etti, acayip keyif alıyordu ve kendi kendine bir şarkı tutturmuş gidiyordu. Beni kendi halime bırakmıştı ve kendi keyfine bakıyordu. Söylediklerini düşündüm ve düşündükçe aklıma şu geliyordu: Sanırım “kendini tanıma yolu”nda okuduğumuz onca kitapta anlatılanların çoğu, hele ki bizim en değer verdiklerimiz “Hamam”da temizlenmeyi anlattığı kadardı. Okuduklarımız ve yaşadıklarımız, dışarı çıkınca yaşayacaklarımızın yanında “haftada bir saat” gibi kalırdı. İşin kötüsü bazılarımız “Hamam”dan dışarı çıkmaya korkarken, bazılarımız içinse Hamam’dan başka birşey yoktu. Hatta bazıları buraya iyice yerleşmiş ve burasını”tek mutlak” gerçek olarak kabul etmişlerdi. Daha da ilginci “Hamam”a girmek için bekleyen de bir sürü kişi vardı kuyrukta ve bizler böyle kalıcı oldukça diğerlerinin girmesine de engel oluyorduk. Her ne kadar “Hamam” sınırsız olsa da ve herkesi içine alabilecek kadar sonsuz genişlikte de olsa bizlerin içerden çıkmadığını gören birçok sırası gelmişler kapıdan içeri girmiyorlar ve bekliyorlardı, hatta halimizi görünce ürküp beklemeden sıradan çıkanlar bile oluyordu. Aramızdan bazıları işi abartıp dışarda bekleyip de içeri adım atmaya çekinenleri zorlayarak içeri almaya kalkınca da  arbede çıkıyordu ara ara. Halbuki Hamam bir duraktı, yol üzerindeki geçici bir durak. Ama biz işin suyunu çıkartıp orayı mesken edinmiştik, orası bizim yeni ana rahmimizdi. Bizi dış dünyadan koruyan yeni bir rahim bulmuştuk, halbuki  “Hamam”dan sonrası şu anda içinde bulunduğum nehir gibi muhteşem keyiflerle doluydu, ama korkuyorduk.

– Sanırım yazı yazmama gerek kalmadı ekstradan, malzemeleri kullandık.

– Ben hiç öyle düşünmüyorum, bilakis zamanla bu konu üzerinde daha fazla durulacak. Hamam’dan çıkma serüveniniz, evrenin akışını hızlandıracak ve hiç tahmin edemeyeceğiniz keyifleri yaşayacaksınız. Göreceksiniz ki “Hamam”, koca evrende sadece minnacık bir Hamam. Tamam orası da muhteşem bir yer, ama çok ufak bir nokta. Ayrıca neden bu hayatınızın, bu gezegen veya evrendeki son yaşamınız olduğunu düşünüyorsunuz ki siz. Güya çok yüce bir cümle ettiğinizi düşünüyorsunuz değil mi? Bu da sizin Hamam’ın ötelerini bilmemenizden kaynaklanan bir durum. Yaşayabileceğiniz muhteşem bir evren varken ölüp gitmeyi düşünüyorsunuz. Ayrıca bir de bazılarınızda da Hamam’ın sıcaklığı çarpıntılara, sıkıntılara falan yol açıyor ve onlar daha dışarıya çıkamadan öleceklerini düşünüyor ve hissediyorlar. Onlara söyle onlar fazlasıyla içeride kalıp artık dışarı çıkması farz olmuş durumdalar ve vakit geçirmeden de çıkacaklar. Ölecekmiş gibi hissetmelerinin nedeni buharın ve ısının onları rahatsız etmesi.

– Peki siz nasıl yardım ediyorsunuz içerdekilere.

– Çıkartmak için yırtınıyoruz be. Sevgiyle çağırıyoruz, güvenmiyorsunuz; güzellikle çağırıyoruz, inanmıyorsunuz; sarsarak çağırıyoruz, korkuyorsunuz, bir  de üstüne üstlük olduğunuz yere daha sıkı sıkı sarılıyorsunuz; yani artık sizin için ne yapabiliyorsak çılgıncasına deniyoruz, aranıza adam bile soktuk yahu. Bu sefer de inlemeye başladınız “birşeyler değişiyor, bu değişim dönemi, bu da  geçecek” diye. Yahu sizi dışarı çıkartmak için birşeyleri denedikçe siz bunu sınav sanıp yerinize daha sıkı oturuyorsunuz. Anlayın artık şunu be sınav yok, sadece deneyim ve keyif var.

– Bu birilerine fazla gelebilir sanırım.

– Eh anlayan anlasın artık. Bu nehrin herkese açık olduğunu ve eninde sonunda herkesi kutsamak ve onlarla böyle muhabbetler etmek için can attığımı kendi ruhunla gördün. Ben burada keyfimi sürüyorum, balığımı tutuyorum, tadını çıkartıyorum. Gelmek isteyen varsa buyursun gelsin valla. Sen bunu çok istediğin için kendini burada buldun. Dışarı çıkmayı talep edipte ona yanıt vermeyeceğim bir kişi bile yok şu evrende! Tüm evren duysun bunu senin satırların aracılığı ile. Bir kişi bile yok yanıt vermeyeceğim. Buyurun ırmağıma hepiniz, sadece bana seslenin yeter. İnanın gözlerinizi kucağımda açacaksınız ve ilk hissedeceğiniz alnınıza konduracağım öpücükler olacak. Dışarıya yani “esas” evinize hoşgeldiniz öpücüğü olacak bu.

– Bu sözlerin üzerine birşey diyemem Tanrım, sen keyfine devam et, ben biraz nehre bırakıyorum kendimi.

– Taşın yanında fazladan bir süngerli sırt sopası daha olacaktı, istersen dene çok keyifli oluyor, tavsiye ederim.

– Tanrım.

– Ben de seni seviyorum, Hasan.

– Saol ya, lafı ağzıma tıktın.

– Keseleeeennnnn…

 

Bölüm 3

– Neyi konuşmak istediğini biliyorum, dedi umarsızca oltasını ileri geri hareket ettirirken o, sonra geriye doğru muzipçe bir bakış attı.

– Eh, benim de eğlenme hakkım var değil mi? Her istediğinizde canla başla atlayacağımı mı sandın her sorunuza. Beklemesini sen de öğren, premature seni…

(Her seferinde beni şaşırtmayı başarıyordu. Ben nasılsa her sorduğumun anında yanıtlanmasına alışmış şekilde heyecanla gelmişken; o, umursamaz bir tavırla balık tutuyordu.)

– Eheeeeyt beeee, gel de bak ne yakaladı, Tanrın. Buna mis gibi alabalık derler. Güzelliğine bak şunların, yaratan ne güzel yaratmış beee…

Oltanın ucunda koca bir balık çırpınırken Tanrı neşeli neşeli oltasının ucunda çırpınana bakıyordu, sonra onu usulca çıkarttı yerinden ve havaya fırlattı. Balık bir anda kuş olup uçmaya başladı. Şaşkın gözlerle kuşa bakarken…

– Eh onun da tekamül zamanı gelmişti. Gel bakalım otur yanıma şimdi.

Gittim ve onun yanındaki taşa oturdum. Elinde kağıttan bir kayık vardı ve onu gülümseyerek nehre doğru bıraktı. Kağıt kayık once usul usul giderken akıntıyla birlikte hızlanmaya başladı.

– Kayığa iyi bak. Nehre girdi ve ona uyum sağladı hemen. Biz de onun akışa uyum sağlamasını zevkle izliyoruz; tıpkı sizlerin yaşamları gibi. Aslında bu kayık birçok şeyi simgeleyebilir ve en geniş anlamıyla o kayık, yaşamın ırmağındaki sizlersiniz; ama ben burada daha farklı birşeyi anlatmak için kullanıyorum onu. Hani geçen gün bana sormuştun ya “beklenti ile beklemenin farkı nedir?” diye. İşte sorunun yanıtı o kayıkta yatıyor.

– Biliyorum her şeyi akışa bırakmaz lazım vs.

– “Çok şey” biliyorsun, ama sadece biliyorsun. Bilen ile yaşayan arasında şöyle bir fark vardır. İkisine de aynı kağıt verilir, bilen kağıdın üzerine “ben bu kağıttan kayık yapabilirim ve bu nehirde yüzer” yazar ve kağıdı bu amaçla kullanır; diğeri ise kayığı yapar ve bırakır. Ben ikisini de sonsuz sevdiğim için hangi seçimi yaptığınıza takılmam. Ama şu var ki bu kağıtlar sihirlidir. Sihri de o kağıtların sizin yaşam enerjinizi temsil etmelerinden gelir. Siz elinizdeki o kağıdı sadece üzerine çiziktirmek için kullanabilirsiniz, ama bu seçim enerjiniz ırmakla birleşmez veya saldım nehre, gidiyor salına salına yaparsınız ve o akar, akar, akar… Bu sizin seçiminiz… Ben sadece o kağıtları kayık yapmanız için verdiğimizi hatırlatayım da…

– Peki “beklenti ve beklemek”?

– Şimdi beklenti yoksunluktan ileri gelir, beklemek sabırdan… diyeceğim, “eeee?” sesi çıkacak senden.  Bu yüzden açıklayayım da sonra ne yapman gerektiği konusunda kendi fikrimi söyleyeyim müsaadenle…

– Aman Tanrım, müsaade sizin; ne demek, ne demek…

– Eyvallah koçum. Beklenti yarattığın halleri düşün şimdi. Mesela diyelim birisinden hoşlanıyorsun ve onun da senden hoşlandığı sinyallerini aldığını düşünüyorsun. Yakınlaşmaya başlıyorsunuz ve ardından ondan çeşitli tavırlar beklemeye başlıyorsun değil mi? O bu tavırları yaptığında mutlu oluyorsun, yapmazsa endişe duyuyorsun “acaba n’oldu?” gibisinden, değil mi? Buradaki motivasyonun senin ona olan ilgin değil, aslında karşındakinin seni sevip sevmeyeceği ya da kabul edip etmeyeceği düşüncesi. Bunu beklemenin nedeni de kendinde hissettiğin yoksunluklar. Kendini sevilmeye, kabul edilmeye yeterince layık görmemen. Hatta olayı abartıp beklentilerinin gerçekleşmesini sağlamak adına durumu kontrol altına almaya bile çabalıyorsun; ama nehre koyduğun kayığı nasıl kontrol edebilirsin ki. Onun istediğin gibi gitmesi için belki dal uzatabilirsin ya da daha fantastiği taş atıp dalgalar yaratarak yönünü belirlemek istersin; ama sonuçta her çaban “zaten giden o kayığı”n yönünü şaşırtmaktan başka bir işe yaramaz ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun, çünkü sen bu oyuna bayılırsın değil mi?

– Hem de nasıl… Beklentilerim nedeniyle neleri kaçırdım ben de bilmiyorum…

– Aslında kaçan bir şey de yok hani. Sadece nehirde giden kayığa dokunmamanız gerektiği dersini almanız lazım. Eh bu da aslında büyük bir derstir, çünkü nehrin o kayığı gitmesi gerektiği yere kadar götüreceğine güvenmenizi gerektirir. Bu da zaten sizin en önemli adımlarınızdandır…

– Peki ya beklemek?

– O da kayığa dokunmamayı öğrenmişlerin tavrıdır, ama bir püf  noktası var. Sabır, kayığın varacağı yere kadar geçen sürede kendini oyalamak veya nehir kenarında öylece oturup beklemek değildir. Ona kendini kandırmak denir. Benim önerdiğim daha doğrusu, size keyifli gelebileceğine inandığım tavır şudur: önce elinizdeki kağıtları yazmak için değil, kayık yapmak için kullanın, sonra da bırakın nehre gitsinler. Onların akışına da müdahale etmeyin, ama kenarda arkalarından bakıp durmayın. Çünkü o zaman elinizdeki en büyük fırsatları kaçırmış olursunuz. Neyi mi? Oturduğunuz taşın yanındaki sepette duran yüzlerce, binlerce, milyonlarca kağıdı. Siz birinin gidişine takılmışken yanınızda sonsuz sayıda kağıttan kayık yapabileceğiniz kadar çok malzeme var koçum. Eh işte “beklemek”te size kaybettirir işin açıkçası. Siz kayıkları yapıp yapıp salın nehire ve her kayığınız bir niyetiniz ve ona uygun seçiminiz olsun. O kayıklar hedeflerine varmaları gereken zamanda varırlar ve siz bunun mutluluğunu yaşarken diğer kayıklarda sıraları geldikçe varırlar ve siz iyice uçarsınız. Ama bu anlarda bile durmayın, kayıklar yapıp durun bol bol; taaa ki en son kayığa kadar…

– Hı? O nedir ki?

– En son kayığı yapmayı hissettiğiniz vakit artık tüm dileklerinizden, isteklerinizden veya niyetlerinizden özgürleşmiş olursunuz ve en büyük deneyime hazırsınız demektir. Bunu yapma vaktinizin geldiğini hissettiğiniz anda tüm evren ve yaşamınız değişecektir.

– Nedir o son kayık?

– Son kayığı yaparsın ve nehre koyarsın. Ama bu sefer sen nehir kenarında değilsindir, Hasan. Sen o kayığın içine kendini koyarsın ve kendini nehre bırakırsın. Hiçbir kontrolün veya çaban yoktur. Tüm varlığınla ona teslim olmuşsundur ve sonsuz güveniyorsundur. Onun seni bir yere çarptırmayacağından, alabora etmeyeceğinden veya şelalelerden düşürmeyeceğinden eminsindir; çünkü böyle durumlarda bile yeni yeni formlara gireceğini bilirsin. Kayık alabora olduğunda artık bir balığa dönüşmüş olduğunu fark edersin ve nehrin o kısmını balık olarak tadarsın; bir kayaya çarptığında direk kendini karada bulursun ve nehrin o kısmının kıyılarını tadarsın; şelaleye geldiğine artık kanatların vardır… Nehir seni ASLA yok etmeyecek veya boğmayacaktır. Sadece kendinin başka yüzlerini göstermek adına formunu değiştirecektir. Nehre güvenmek işte budur.

– Bu muazzam bir örnek oldu. Peki senin nehirdeki faktörün ne, Tanrım? Seni ne zaman yanımızda göreceğiz bu akışta…

– Yazının adı ne, Hasan? “Tanrı’nın Irmağı’nda…” değil mi? Kendi yazdığın yazının başlığı yeterince açıklayıcı değil mi? Sence bu suların kaynağı nerden geliyor?

Derken elleri ve ayakları bir anda damla haline dönmeye başladı ve nehrin sularına karıştılar. Yavaş yavaş ırmağın sularıyla bütünleşiyordu ve bana seslendiğini duydum: “Korkma, sen de gel”. Çekine çekine suya adımımı attım ve nehre değer değmez erimeye başladım. Vücudum buz gibi olmuştu ve birden akmaya başladığımı hissettim. O’nun varlığını hissediyordum yanımda ama artık fiziksel bedenlerimiz yoktu. Ve birlikte akmaya başladık…

– Tanrım nereye gidiyoruz böyle… Hem benim daha soracaklarım bitmediiii…

– Keyfini çıkar koçum. Gelecek sefere konuşuruz aşktan, meşkten, ilişkilerden. Hehehehe yazıya başlarken bundan konuşacaktık güya değil mi ve bana bunu soracaktın. Gördüğün üzere herşeyin bir zamanı var ve şimdi akma zamanı, yiheeeeeaaaaaa!!!!

Ve bir anda akıntıya kendini bırakıp, hızla kayboldu. Eh, bana da yapacak başka birşey kalmamıştı. Ben de bıraktım… Nereye gideceğimizi bende bilmiyordum…

 

Bölüm 4

Yaşlı adam bana muzip ve sevimli gözlerle dönüp baktı. Onun gözlerinde gördüğüm sevgi, güven ve huzuru ruhumun her zerresinde hissettim bir anda. Bana gel otur yanıma gibisinden bir işarette bulundu ve onun yanındaki taşa oturdum. Duyduğum hisleri sözlere dökemiyordum. Zaten ben de kendimi ona bıraktım ve ne gelirse onu yaşıyordum. Ruhumun her zerresinde titreşen bir ses yankılandı hücrelerimde hissettiğim…

– Hoş geldin.

– Burası neresi, seni tanıyorum ama sen, sen, sen…

– Evet, Ben Ben’im… Evrenin kalbi…

– Ama ama, anlayamıyorum; neredeyim ben; sen de kimsin?

–  Ben AŞK’ım, Hasan; hani hep yaşamayı istediğin…

– Evrenin kalbi AŞK mı?

– Herşeyin kalbi AŞK’tır. Tüm varoluşun da… Hatırlarsan benimle konuşmak istiyordun hep. İşte karşındayım.

– Ama ben AŞK’ın yaşlı bir adam olduğunu hiç düşünmemiştim, karşıma Eros yada Afrodit’in çıkmasını bekliyordum.

– (Derince gülümsedi) Sen hayatının hangi döneminde herkesin düşündüğü semboller veya yargılarla yaşadın ki… hep farklıyı ve söylenmeyeni aradın durdun. Senin AŞK’ında böyle çıktı karşına. Ama madem kafanda soru işaretleri oluştu sana gerçek BEN’i göstereceğim. Lütfen gözlerime bak ve ruhumu gör…

Zaten hep gözlerindeydim ama bunu söylemesiyle birlikte karşımda bambaşka bir “kelimelerle tarif edilemeyen” belirdi. Gözlerinin içine derin derin baktıkça onun içine girdiğim ve onun ruhunda yüzdüğümü hissediyordum. Fakat esas göreceğim az sonra çıktı ortaya… Kendimi gördüm taşta otururken. AŞK’ı merak eden, birşeyleri yaşadığını düşünen ama taşın üzerinde gergin gergin oturan ben. AŞK’ın bedeniyle tam bütünleştiğimde ise kendimden koptum ve benliğime dışardan bakmaya başladım. Kabullenilmeyi isteyen, içinde eksiklikler hisseden, bu eksikliklerin ürettiği acı veren deneyimleri yaşama ile onlardan kaçma arasında bocalayan, kendini kapana kısılmış hisseden ve başına neler geleceğini bilmeden gergin gergin bekleyen bir BEN. Hayatı boyunca hep AŞK’ın peşinde koşmuş, ara ara yakalamış; aslında bu yolda istediği herşey olmuş bir BEN. Kendini “sevilemez ve çirkin” olarak nitelendirmiş ve bugüne kadar aynada gördüğü fiziksel güzelliği ve ona aşık olmuş birçok insanı görmezden gören bir BEN. Sadece reddedilmelere takılmış ve yapısını başkalarının onayına göre düzenlemiş bir BEN. Ve BEN şu anda AŞK’ın karşısındaki taşta gergin bir bekleyişle oturuyorum ve takılmış halde yanıtlar bekliyordum…

Az sonra sahne değişmeye başladı ve bir kız yaklaştı karşımdaki taşta oturan BEN’e. Bu kız ilk aşkımdı. Beni elimden tuttu ve kaldırdı taştan. Yürümeye başladı karşımdaki BEN bir yolda ve o yürürken ben de anlıyordum nasıl bir senaryo yazdığımı bu hayatımda. O, ona aşık olduğumu hiç bilmemişti ve bilmeyecekti de. Platonik bir aşktı ve kendi kendime yaşadığım bir hayalkırıklığıydı. Daha doğrusu o birşeylerin başlangıcı olmuştu ve ben daha AŞK hakkında hiçbirşeyi bilmiyordum bile. Daha sonra Eser’in bana el salladığını gördüm ve bir süre sonra başka birisi devreye girdi. Çok ama çok ilginç bir görüntüydü bu aslında. Beni hiç istemediğini ve reddettiğini düşündüğüm ruhların aslında durumdan sonuna kadar haberdar ve beni sonsuz seven; hatta geçmiş yaşamlarımda aşık olarak yaşadığım ve bu seferki senaryoma uygun olduğu için böyle davranan kişiler olduğunu görüyordum. Beni hiç “erkek” olarak görmeyeceğini düşündüğüm ruhların, eğer senaryo farklı olsa bambaşka davranacaklarını görüyordum açıkça. Yolda yürüyor ve beni “esas hedef”ime götürmede yardımcı olacak kalıbın oluşmasına yardımcı olan ruhların tavırlarını görüyordum. “Esas hedef”ime götürecek kalıplar “ben sevilemem” ve “ben yetersizim” olmuştu hep. Bir anda şunu anladım ki evrende birşeyin varolabilmesi için mutlaka zıddının da orada varolması gerekiyor. Birisi eksik işlemiyor sistem ve ben “esas hedef”imle bütünleşebilmek için önce onun “yok”luğunu güçlü hissettiren kalıpları yaratmıştım. “Esas hedef”imle buluşmam o kadar muazzam olacaktı ki bu yüzden karşısına koyacağım “yok”luğu da aynı muazzamlıkla yaratacak deneyimleri yaşıyordum. Yolda yürüyen BEN farklı insanlarla elele yürüyor ve sonra da onlar vakti gelince ayrılıyorlardı. Ruhlarımız birbirine teşekkür ederken aslında, Dünya’daki BEN acı çekiyor ve kalıpları güçlendiriyordu. Bir süre sonra Dünya’daki BEN’le birlikte olmaya başlayan ruhlar da gelmeye başladılar ve deneyimler farklılaşmaya başlamıştı. Reddedilişler bitmiş, kabul edilişler ve bir süre sonra da kabul edişler başlamıştı. Ruh olgunlaşmaya başlamıştı ve dünyadaki AŞK’ı tanımaya başlıyordu. Dünya’daki AŞK’ın enerjisini ve neleri yaşattığını ve ilişkilerin deneyimini öğreniyordu. Onun gittikçe daha fazla geliştiğini gözlemleyebiliyordum ama içindeki değersizlik kalıpları duruyordu ve gerekliydi de ayrıca. Sonra yola ilk ciddi ilişkim girdi ve elele tutuştuk yürümeye başladık. O benim ilk “özel”, “etkileyici”, “gerçekten isteyerek karşılık verdiğimiz” aşkımdı. Sonra diğerleri de peşisıra sahneye girdiler ve birbirimize ne gibi hediyeler sunduğumuzu izledim ve şunu anladım o anda: Aşık ruhlar birbirlerine çok büyük hediyeler veren, ama esas hediyeleri birbirleriyle yaşadıkları mutluluklar olan binlerce yıllık büyük dostlardı. Tüm ruhlar birbirleriyle dosttu, sadece dünyada birçok farklı role giriyor ve paylaşıyorduk farklı rolleri. Bu arada ruhun “dost” anlayışı, bizim dünyadaki dost  anlayışından çok farklıydı. Biz Dünya’da “dost”u hep yanımızda olan ‘aşık olmadığımız’ ileri düzey arkadaşlarımız olarak nitelendirirken; ruhların dostluğunda herşey ama herşey vardı. Dost ruhlar, sevgili de oluyorlardı, aşık da, kardeş de, ebebeyn de, yakın arkadaş da, düşman da… Aslında buna “dost”tan çok “varolmak” kelimesi daha uygun bir titreşim olur diye düşünüyorum dilsel titreşimimize… Hatta onlar sadece “varolan”lardı… ve varlığın her türlü halini deneyimlemek için binlerce formda “varolup” duruyorlardı.

Sonra önümde bir sahne belidi ki gördüğüm manzara inanılmazdı. Hayatıma girmiş tüm aşklarım karşımdaydı ve sevgiyle bana bakıyorlardı ve onların gerisinde de dev bir lotus yaprağı içinde birisi duruyordu. Onu görür görmez gözlerim ona kitlendi ve o anda “esas hedef”imle karşılatığımı biliyordum. O benim EŞ’imdi, o benim EŞRUH’umdu, o benim BÜTÜN’ümün diğer yarısıydı, o benim DİŞİliğimindi… Hepsinden öte o BEN’im çoook uzun yıllardır aradığımdı, O BEN’dim ve O BEN’im içimdeydi…

(Buradan sonrasını O’nun anlatımına bırakıyorum)

Yaprağın içinde sevgiyle ve sabırla onun gelişini bekleyerek geçirilen sonsuz güzel ve uzun bir zaman. Tanrı’nın varlığını her anımda hissediş ve O’nun geleceği AN’ın coşkusunu ruhumda yaşayarak her AN’ımda hissettiğim bir BİRlik duygusu, ama bir yanımda O’na hemen sarılma özlemiyle dolu… O’nun varlığa inişinde bıraktığı ve “geldiğimde senden almaya doyamayacağım” diyerek bana emanet ettiği sabır, güven, coşkunun sonsuz güçteki enerjileri hep yanımda… ve ara ara elime onları alıp sevgiyle okşuyor ve ufak tüyler halinde koparıp ona doğru üflüyorum. O, büyük deneyimlerle ve olgunlukla dönecek biliyorum ve onunla sarılıp BİR’leşeceğim AN’ı sevgiyle özlüyorum… Onun Dünya’daki her acısında sevgiyle sarılıyorum ona ve beni, kendini bıraktığı anlarda sevgiyle hissediyor ve birbirimize sözümüzü de… “Zamanı gelince…”

Artık zamanın geldiğini ikimizde hissediyorduk ve başımı kaldırdığımda ona binlerce yıldır eşlik etmiş, binlerce ruhu gördüm çevremde… Biliyordum O geliyordu ve sonsuz özlemle kalktım ayağa çırılçıplak… Ve birden alana girdi… Sonsuz gibi gelen bekleyişimizin sonu gelmişti ve O, dünyada ruhundan hissettiği kelimeyle kendini isimlendiren “Sonsuz” karşımdaydı. Beni içinde sevgiyle barındıran çiçek aralanmıştı ve ağır ağır ona doğru iniyordum. Gözlerimiz büyülenmişcesine birbirine kitlenmişti ve çevredeki binlerce ruh sevgiyle açıyorlardı yolu sessizce geriye çekilerek ve bu büyük AN’a tanıklık etmenin coşkusuyla… Sonra onunla karşı karşıya geldik ve konuşamadan durduk öylece ve sonra sarıldık birbirimize ve dudaklarımız birleşti hasretle ve sevgiyle. Artık BİR’dik ve yolumuza sonsuza kadar BİR olarak devam edecektik…

Gözlerimi açtığımda kendimi taşın üzerinde oturuyor buldum ve o yaşlı adam aynı muziplik ve sevgiyle bana bakıyordu. Kendimde bir farklılık hissediyordum iki saat öncesine göre… Artık içimde konuşan bir başka ses daha vardı ve yıllardır onun eksikliğini hissettiğimi biliyordum. Onun varlığı ruhumda eksik olan her yeri doldurmuştu ve artık “yoksun” olmadığımı biliyordum. Hayatımın her anında O benimleydi artık ve paylaştığımız enerji kelimelerle ifade edilemezdi. Bir bedende BÜTÜN’dük, aslında taa en başından olduğumuz gibi ve hayatımda ilk defa sonrasını merak etmiyordum hiçbirşeyin… O BEN’imleydi…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...