“Senin kader hipnozundan kurtulman için, Tanrı ile olan ilişkini kesmen gerekiyor dilenci!”

“Peki sen kimsin?”

“ Biz’!’

“Siz mi?”

“Senin, ‘ben’ dediğin dilenciliğe mahkum edilmiş varlığınım.“

‘İçimden bir ses bana dedi ki’ diye anlatmaya başladığımız zaman, iki ayrı tür iç içe yaşıyormuş gibi duruyor ama aslında biri diğerinin ben’idir. Diğer bir deyişle, bilen ve deneyimleyen ve daha sonra kendini kabullenişe geçemediği için vırvırlanan iki durumlu zihinimiz ya da bilge olan ve herşeyi bu anlayışla gören biliş alanımız,  ama zihin biliş alanına girmeyi bilemediğinden dolayı onun etkisi altında yaşam süreriz. Dolayısıyla karanlığı deneyimleyip, gündüzün de hemen arkasından geleceğini bildiği halde  bundan şüphe duyan insan kimliğimiz ile yaşarız. Diğer bir deyişle, bir şeyin zıttı ile var olduğu gerçeği önümüzde durduğu halde hala tek bir yönde sabit kalan at gözlüklü bakış açımız yüzünden gelişemeyiz.

Sen ve ben kavramlarını ikiye ayırmayı ve dolayısıyla ‘senliği’, kendimin aciz ve dengesizi, ‘benliği’ de benimin gücünü sahiplenen ego (her şey onun yüzünden başımıza gelir inancı) olarak adlandırırız. Kader hipnozu dediğimiz, toplumun tümüne aşılanan ve bundan dolayı hayatımızın başkalarının elinde olduğunu zanneden illüzyona uğramış benliğimiz, kendi içindeki ikilemi çözemediğinden dolayı bunu kendi dışında, ‘senler’ de ve ben’ler de aramıştır. Dolayısıyla yaratıcılığımız, asırlardır ifade edemediğimiz ‘örtülü gerçekler’ yüzünden baskılanmıştır.

Sen ve ben dediğimiz kavram zihnimizde sürekli çelişince, Sen(i) ve ben(i) sürekli çekiştiren, masaya yatıran ve yargılayan hale geliriz. Peki zihnin  sustuğu yer yok mudur? Elbette vardır. O da dilenciliği kestiğimiz ve  zamandan bağımsız olduğumuz alanımızdır. O halde ben, sen’le  farksızlığa dönüşürken, yargısız ve zamandan bağımsız olmasından dolayı zihnin susması, ‘özgürleşmemiz’ anlamına geliyor.

Zamandan bağımsız olmak uyuduğumuz zaman ile açıklanabilir : Uykuya daldığımız zaman, rüyalarımıza sıraya koymalıyız diye bir düşüncede olamayız. Dolayısıyla rüyalarımız zamandan bağımsız bir şekilde gelişir. Önce babamın gençliğini ya da yaşlılığını, sonra kendimizin işe ilk başladığımız zamanını ve sonra çocukluğumuzu göreyim diyemeyiz. Rüya kendiliğinden spontane bir şekilde gelişir. Dolayısıyla rüyanın hangi zamanı içereceğini tasarlamayız. Zamandan bağımsız ve sürprizlerle dolu geçen uyku evremizden uyandığımızda, 15-20 sn gördüğümüz rüyayı dakikalarca-saatlerce görmüş gibi anlatırız. İşin en güzel tarafı gördüğümüz rüyadan dolayı kendimizi ve olayları yargılamak aklımıza bile gelmez. Ancak güne rüya zihnimizden farklı olarak hayatı yorumlayarak başlarız. Gün ise çoğunlukla zihnimizin ben’liğini sürdürebilmesi için, yargıya ihtiyaç duyan sentezleri ile son bulur.

Oysa yargılama; kıyaslamadır. Bu da dilenci zihnin kendisini besleme tarzıdır. Rüya görmek an’ın diğer bir deyişle ‘zamansızlığın teslimiyetçiliği ve akışkanlığı’ ise, rüyadan uyanmak ise zihnin tekrar yargılama sürecine zamana bağımlı olarak girmesidir. Dolayısıyla,  biz daha  farkında bile olmadan, zihnimiz tarafından ‘kader hipnozuna’ gireriz. Bunun en derin anlamı; beklentiye giren (‘ben kendi yaratım potansiyellerimi hayata geçirecek ve olayların akışını değiştirecek bir güce sahip değilim, bu ancak göklere hapsettiğim Tanrı’nın, izin vermesi ile olur’ zihniyeti) varlığımızın, sanal alemde bizi kurtaracağını zannettiğimiz ve dibine kadar dualiteye saplanmış olan, toplu bilincin dayatma Tanrı’sına boyun eğiyor olmamızdır. Oysa en büyük yaratıcılar olmamıza rağmen,  özgürlüğü elinden alınmış ve güç dilenen  Tanrı’lara dönüşmüş olmamız korkunç bir çelişki değil midir? Böyle bir Tanrı ile ilişki içinde olmak, hiç gerçekleşmeyecek beklentilerimizin, yaratımlarımızın toplumsal  trajedisi değil midir?

Diğer bir ifadeyle aslında dualite; bizi bir sonraki gelecek ve yaşanacak olan kaderin,  büyük bir gücün elinde olduğu inancını aşılar ve sanal dünya dediğimiz “beklenti çemberini” yaratır. Bu, bir döngüdür. Bu, bir ruhun sınırlı alana hapsolması neticesiyle, zihin karmaşasının içine düştüğümüz en büyük yanılsamadır. Büyük güç bizden ayrı bir yerde olan, varlığını dağın arkasında ya da göklerde hapsetmiş bir güç değildir. Tam tersine tüm yaratım potansiyellerinin insana ait olduğu özgür bir güçtür.

İçsel olarak özgürleşmeye çalışan bilincimiz diğer bir deyişle, kendini bilen yanımız bize, teslimiyet anlayışını sadece kendimize duymamızı fısıldar. Ancak farkındalık tam gelişemediği ve dualitenin çok fazla etkisinde olduğumuz için, fısıltı giderek tıpkı kulaktan kulağa oyunu gibi, gürültüden duyulmayacak bir hale gelir ve bunun neticesinde teslimiyet ‘bilinmeyene duyulan teslimiyete’ dönüşerek  şekil değiştirir. O artık kendisini, kendisinden başka her şeye teslim eden, kendisine ve topluma şüphe ve yargıyla bakan, dualitik bir  zihin haline gelir.

Dilenci zihnimizle aramızda geçen alış-veriş, görünmeyen Tanrı ile görünen insan halimize ait çelişme halidir. Zihin tarafından yaratılmış Tanrı, sürekli O’na adanmayı, ibadeti ve sadakati söyler ve ancak bu sayede gelişebileceğimizi anlatır. Oysa öz dediğimiz ‘bilen’ halimiz ise bunun işe yaramadığını, gerçek adanmışlığın ise kendi yolunda yürümeyle olacağını bilir. Yaratıcılığımızı ancak bu şekilde tetikleyerek harakete geçirebiliriz. Aslında daha yolun başındayızdır!

Dilenci zihinlerimiz, bu adanmışlığa karşın, Tanrı’ya güven duyduğunun yarısı kadar bile kendine güven duymaz. O yüzden sadece sanal Tanrı’dan değil, güvensiz kendimiz ile de ilişkiyi kesmemiz gerekiyor. Zira bu dualitenin görünmeyen gücünün bizlere empoze edilmiş halidir. Tanrı eril kuvvete sokulmuş, cezalandırıcı ve öfkeli bir varlık haline gelmiştir. Bu sayede kul, dilenci zihinli, cezalandırıcı ve öfkeli bir varlık haline getirilmiştir. Dişi enerjiden yoksun olan öğretiler sayesinde dengesiz enerjilere ve el açan ve açtıran zihniyetlere kendimizi mahkum ederiz.

Tüm bunların sonucunda ise, sadaka veren (şüpheci, yargılıyacı dualitenin Tanrısı) ve sadaka alan (şüpheci, yargılanan, korkak zihnin Tanrısı) ikili, ortak bir şekilde düşük enerji dediğimiz küresel-zihinsel biliş ile birleşir ve bunu, biz daha farkında bile değilken büyü tesirli bir etkiyle yapar. Artık hipnoza girmiş varlıklar olarak birbirimize karşılıklı güven duymayan, sevgi hissetmeyen ve menfaat geliştiren bireyler haline geliriz. Tıpkı aşağıdaki dilenci repliği gibi hayatlar yaşarız.

“Allah rızası için yardım et” ( kendimi onaylamıyorum, şüphe içindeyim)

“Allah rızası için veriyorum”( senin, beni onaylamana ihtiyacım var)

Ne sevgi, ne para, ne de güç için yardım kapısını bize, kendimizden başka kimse açamaz. Bir şekilde alacağımız yardımlar ise boğazına kadar illüzyona batmış ve karşılık bekleyen sinsi-korkak zihinlerimiz olacaktır. Ne kendini ne de karşısındakini onaylamayan bir varlığın, ona empoze edilen Tanrısı ile ilişkisini kesmesi bütünün hayrına olacaktır. Bu sayede yaratılan inaç boşluğu, ya kendisine dolmaya başlayan hakikat ışığının tetiklenmesine vesile olacaktır ya da kül kedisi masalında olduğu gibi, kendi güzelliğinden (ruhun güzelliği) ödün vererek, üvey ailesinin ( toplu bilinç) baskıları ile savaşmak zorunda kalacaktır.

 

CİNDERELLA GERÇEĞİ

Çocukluğumuzun meşhur masalıdır Cinderella yani kül kedisi. Bildiğimiz üzere,  balkabağı, fareler vs,  prensin partisine gidebilmek için dönüşür ama bunun da kuralları vardır ve bu gece saat 12 den önce evine dönmesi ile ilgilidir. Yoksa prens onun gerçek halini görecektir. Üvey kızkardeşleri ve annesi onu tanıyacaklardır.

Cinderella, perinin yardımını kabul ederek, prensese dönüşmeye izin vermiştir. Partiye gitmiştir ama hayatı yine eskisi gibi olmuştur. Böylelikle prensin, ona geleceğinin hayali ile (kurtarılmayı bekleyen) yaşamaya başlamıştır. Prens, sonunda ayakkabının sahibini bulmuştur. Ve mutlu son. Gerçekten mutlu son mu?

Dönüşüm geçirmesi (yaratıcılığı fark etme)

Partiye gitmesi  (kendi ruhu ile bütünleşme)

Prensin onu fark etmesi (Tanrısal irade’yle birleşme)

Ve saat 12’de kaçmak zorunda kalması (Tanrısal irade ve İnsan iradesi arasında bocalama)

Zamandan bağımsız olduğumuzda dönüşüm geçiren bilincimiz yaratmanın ne demek olduğunu artık biliyordur. Nedir gerçekten yaratma? Aslında hakikatte yaratma yoktur sadece zaten  var olan potansiyellerimizi  fark ederek, deneyimlemek üzere bedenlediğimiz enerjiler vardır. Bu enerjiler çeşitli şekillerde kendilerini belli ederler. Bazen tutku şeklinde, bazen kıskanç bir duygu da bazen de ve de çoğunlukla çocukluğumuzda çok severek oynadığımız oyunlarda fark edilmeyi beklerler.

Fark edilen yaratım potansiyellerimiz bizi prensin (özümüzün) partisine götürür. Dönüşüm yaşayan özümüzle, Tanrısal alanımızın bu muhteşem dansı, bizi büyük bir birleşim ve genişleme alana çeker.

Fakat saat 12’de kaçmak zorunda kalan Cinderella zihnimiz, diğer bir deyişle, zamana bağlı olarak yaşadığımızda ise deneyimlerimizi, kül kedisinde olduğu gibi  tekrarlardan ibaret ve kurtarılmayı bekleyen aciz varlıklar olarak yaşarız. İşin en tuhaf tarafı da kendi merdivenlerimizi koşarak inme zaferini yakalamak üzereyken, zafer yine “sinsice akan” zamanın olur ya da merdivenimizi tam idrak etmeden çıkmaya çalışmamız sonucu inerken ayakkabımız ayağımızdan çıkıvermiştir.

İki boyut arasında kalan Cinderella’nın kaderi sonunda  prensin onu bulmasıyla değişmiştir ama bu her zaman bu kadar kolay mıdır? Diğer bir bakış açısıyla, prens bizi kolaylıkla bulabilir mi? Dilenciliğe son vermek bu anlamda işe yarar mı? Bu illüzyonu besleyen unsurlar nelerdir?

Dilenme İllüzyonları

Zaman, en büyük dilenciliktir. Dilenmenin 4 önemli nedeni vardır ama ana öğesi beslenme sağlamaktır.

1-Açlık için dilenmek- ( Yokluk Duygusu ile Beslenmek)

2-Dram için dilenmek- ( Korku Duygusu İle Beslenmek)

3-Başkalarının deneyimlerini dilenmek- (Yetersizlik Duygusu İle Beslenmek)

4-Sevgi Dilenmek ( Dışarıdan Beslenmek)

Yokluk Duygusu Yoksulluğa, Farkındalığı  İse Yokluğa Götürür!

Karnını doyurmak  için dilenen biri, karın çakrasının dengesiz olmasına sebeb olur. Diğer bir deyişle; en önemli güç merkezi olan bu bölge, başkaları tarafından beslenmeye alışık olmasından dolayı, neredeyse hiç doğmayan güneş gibidir. Zaten güneş sinir ağının yükseliş ivmesini kazandığı durum, dilenmeyi kestiğimiz an’dır yani  doyma noktamızdır. Ancak aksi durumda karnı hiç doymayan ‘obezlerin’  durumuna düşeriz.

Yokluk duygusu, fiziksel olarak deneyimlendiğinde bilinçaltımızda kalıcı hasarlar bırakır ki bunların en önemlisi dışarıya bağımlılıktır.

Dışarıya el açmak, (kendi gücünü vermek) ve içeriye el açmak ( kendi gücünün farkında olmak) arasında ki en önemli fark; birinde asla doyamayacağınız bir açlığın kıtlık yüzü, diğerin de ise daima ihtiyaç duyduğunuz kadar doyacağınız, bolluğun ruhsal yüzü ile karşılaşmanızıdır.

Bolluğun ruhu var ise, o zaman ona, benim ihtiyaçlarımı karşılıyor diyebilecek kadar güven duyarak farkındalığımı içeriye verebilir miyim? Peki  bu içerisi neresidir?

Karın çakrası “Gözün var, görmüyorsun.”  O karındadır. (Lukas 11:34) Fiziksel olarak açılması gereken göz bu gözdür. Hindu mistikler bütün gün oturup bu gözü tefekkür ederler. Ona kapalı bir mektup verirseniz, bu mektubu karın bölgesine koyar ve içinde ne olduğunu söyler.(Batiniler)

Bu anlamıyla doymayan bir karın, görmeyen bir göze eşittir ve sebeb olduğu yokluk duygusu ile  yoksulluğun aktive edilmesine aracılık eder.  Daha değişik bir anlamda bakacak olursak eğer;  en başta gören ve doyan bir kişiyi dilenci kabul etmeyiz.

Tabiri caizse profesyonel bir  dilenci, kör, dul,  parasız ve zavallı görünen ve bunu çok iyi oynayan ya da oynamak zorunda kalan aciz bir varlık konumundadır. Acizlik çoğu toplumun anlayışında, merhamet duygusu ile algılanan bir gerçekliktir.  Dilenci sömürücü ve baskılayıcı tutum sergilerken, bunu sadaka mantığına sığdırmaya çalışarak yapar.

Sadaka ayrıca din kurallardan da biridir. Dolayısıyla sadaka zihniyetiyle, malımızdan her hangi bir şeyi,  gerçekten ihtiyacı olanlara vermemiz sonucunda kendimizi büyük bir yükten kurtarmış oluruz. Verme yüceliğine adım atmış oluruz ve  sevap kazanırız vs. (Bu uygulamanın zaman içinde de duygu sömürüsüne dönüşmesi sebebiyle insanlar,  ihtiyaç duyanlara  sadaka vermek için referans almaya başladılar. Buna da değinmeden geçemeyeceğim!)

O halde sadaka alan ve doyan biri, dilenci değildir. İhtiyaçları karşılandığı için derin bir şükran içindedir. Konulan bu kural, dengeleri bozmayan ve her iki tarafı da memnun eden bir şölendir.

Bu elbette dışarısı dediğimiz dualitik bilincin elinden alınan ve şeklen yapılan bir ibadettir. O zaman içeriden alınan (özümüz) ve şekilsiz olan bir sadaka var mıdır? Hindu mistiklerin karınlarına koyarak içini tahmin ettikleri mektup, içeriden kendimize verdiğimiz ve ihtiyaçlarımız daha biz ihtiyaç bile hissetmeden hemen oracıkta beliriveren sadakanın gücü olabilir mi? Bu sadaka geri iadesi de olmayan bir şey ise, bizler malımızdan ( ruh) kendimize (oyun alanı)  sadaka ( deneyimlenip, iade edilmeyen)  verecek kadar bönkör müyüz? Kısaca; ruhumuzu oyun alanımıza getirip, onun deneyimlenmesine izin verecek miyiz?

Ruhun farkındalığında doyan bir karın ise eskilerin yokluk diye tarif ettikleri diğer bir deyişle gerçek varlığa-Tanrı’ya varma noktasına, benim ise sihirli alan dediğim oyun alanına-Tanrı’dan çıkışımızın başladığı noktaya getirir.

Tanrıdan çıktı aldığımız bu yer gerçek olarak soyutlandığımız ve onun da ötesine geçtiğimiz yerdir. Peki bu çıkış noktasını neden herkes yakalayamaz ve bunun en önemli sebebi nedir? Cevap basit. Korku ve buna bağlı olarak gelişen yetersizlik ve suçluluk duygusu…

 

Korku Duygusu İle Beslenen Çıktı mı Alır, Çıkarını Mı?

Çıktı; kendi kabuğumuzdan soyutlandığımız, kader büyüsünden-hipnozundan uyandığımız ve etrafa artık farklı gözlerle bakmaya başladığımız, Tanrı’dan gücümüzü  dilenmediğimiz ancak Tanrı’nın bizim aracılığımızla dilek dilediği bir nevi yaşamı kutlama belgemizdir.

Çıktıyı alanlar günümüze kadar bizlere bunu değişik öğretilerle ve deneyimleriyle anlatmaya çalıştılar. Ancak yaşamı kutlama belgesini veremediler zira bunu kendimizden başka bize verecek hiç bir güç olamadığı için  yapamazlardı da.

Tanrı kavramına sığınarak buraya kadar getirilen anlayışlar artık işe yaramıyor. Bunun en önemli nedeni ise öğretilerin çoğunun korku içerikli olmasıdır. Bu korku hayatımızda yaşadığımız olayların içine kadar işlemiş durumda. Öğretiler korkuyu yaratırken korku da  tam tersini yaparak hayal gücünü öldürdü.

Hayal gücü kuşkusuz hayatın akışını sağlayan en büyük güçtür. Ve sizinle sizin aranızda oluşan çok çekici bir süreçtir. Gerçekleşmiş bir hayalinizi düşünmek bile inanılmaz derecede kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Ama ya bunun dışında kalanlar? Ya dramı baş aktör haline getirenler? İşte burada çıkar ilişkileri ön plana çıkmaya başlar ama bu öyle kolay sıyrılınabilecek bir konu değildir. Zira çıkar ilişkisinde en korkulanı, kişinin kendisiyle olan kısmıdır. Ben buna kısaca ‘dram pokeri’ demek istiyorum.

Hepimizin hayatında dramaları ve bitmeyen senaryoları vardır. Aslında senaryolarımız, ilk başlarda kendini gizli şirk misali ekonomik çıkar ve toplumsal menfaat  ilişkisinde gizleyen, sonrasında sürekli durumu ile ilgili blöf yapan, çok tehlikeli boyutlarda korkuya bağlı yalan söyleyen, bağımlılık yaratan yıpratıcı alışkanlıkları olan ve kökü atalarımızın dramına kadar uzanan, talihsiz öykülerimizdir. Dramlarımız çoğunlukla kayıplar üzerinedir. Kaybeden elimizdeki kötü kartlar (sorumluluğumuzu alamadığımız hayat senaryolarımız) ise kazanan kare-royal-flush (toplu bilincin, geçici hipnoz senaryosu), neden kalıcı olmaz ve bir gün yine kaybeden oluruz? Suçuluk duygusunun eklenmesi ise bu dramanın mutlaka tekrarlanacağı anlamını taşır. Çünkü kişi kendini yanlış yapmadığına inandırmak etrafına da bunu ispat etmek için aynı deneyimi yine yaşamak ister.

Hayatımda draması olmayan hiç kimseyi görmedim. Ya da buna sarılarak, diğerlerini de bu drama ortak etmeyenini de görmedim. Dram, korkunun panzehiridir. Korkuyu kamufule etmenin en güzel yolu dramla beslenmektir. Çevremizden  ‘benim hayatım korkunç durumda’ diye başlayan ve en kötüsünü sanki kendisi yaşamış gibi anlatan, kişilerin sadece kendi çıkarını gözeterek, kendi haklılığını ortaya koyduğu ve onlar için vazgeçilmez olan dram hikayelerini çok duymuşsunuzdur. Kendimizce onların hikayelerine ortak olup, onları teselli etmişizdir ya da ‘bu da ne ki, esas benim hayatım dram, şunun anlattığı şeye bak’ diyerek karşımızdaki kişinin dramını küçümseriz. Şimdi beslenme için kısa bir ara veriyoruz.

Beslenme saati geldiğinde çantamızın içinde en başta çıkarlarımız, parasızlık, işgence, sevgisizlik, geçirilen hastalıklar, ölümler, elimizden alınan haklarımız ve bize hak etmediğimiz davranışlar yüzünden toplumun ağır yargısı vs vardır. Tüm bunlarla beslenmek geçici olarak karnımızı doyuracaktır, zihnimizi oyalayacaktır ama özümüz ağır darbe alacaktır. Zira özümüz dramlarla değil, ruhun deneyimleriyle illüzyonun iştahına darbe vuracaktır.

Benim dramım seninkini döver! Ama ister dinleyen olsun ister anlatan, her ikili de yaptıkları bir şeyler yüzünden cezalandırıldıklarını düşünerek olaya yaklaşırlar ve bunu Allah’ın sopası olarak düşünürler. Oysa bu, düpedüz korku sopasıdır. Ve kendi kendimizi dövdüğümüzün farkında bile olamadığımız  kör noktamızdır.

Bir gün yanıma yaklaşan bir dilenciye ‘neden dileniyorsun’? diye sordum. ‘Ben dilenmiyorum ihtiyaçlarım için para bulmaya çalışıyorum dedi’. Bu da farklı bir bakış açısıydı.

Hayatı barınma korkusuyla geçen ve bu yüzden biten ilişkilere yapışıp kalan birisinin, kendisine bulutlardan yapılma evlerde yaşamaya gönüllü bir hava vermesi gibiydi. ‘Ben barınmaktan korkmuyorum, değişik alternatifler yaratmaya çalışıyorum’. Tabii, unutulmaması gereken en önemli şey; onun, bulutlardan evler almaya gönüllü olan  dramı, ona ancak bulutlardan yapılma emlakçı ( toplu bilinç) aracılığıyla  sisli odalar ( gücünün farkında olmayan, bölünmüş bilinç) gösterecektir. Bu sisli odalardan aşağıya düştüğünde ( beden hapishanesi) ise sorumluluğu emlakçıya yükleyecektir.

Aslında işin sır tarafı, bulutlardan evlerimiz sihirli alanlarımızdan biridir. Biz sadece onlara bulut mantığı ile baktığımızda, onları sadece gökyüzünün pamuk yatakları olarak görürüz. Oysa sislerin ötesini görmemiz için, onlar bu gizeme bürünürler.  Bir kaybolup bir geri gelirler. Bir yağmur yağdığında kapkara olurlar, bir güneş açtığında da ortadan kaybolmayı bilirler. Gökyüzünün haberci dostlarıdır onlar.

En güzel hayalleri onların üstüne çıkarak yaparız ama sonra bunu unuturuz. Bugüne kadar bulutların, bizlere hayallerimizi gerçekleştirmemiz için verdikleri ilhamları kaçımız kabul ettik ve bunu gerçek olduğunu düşündük? Kaçımızın bulutlardan evleri ve sarayları var? Kaçımız dramlarımızdan usanıp, bulutların tıpkı kendileri gibi olmamız için bizi yüreklendirmesine izin verdik? Bunlar sadece çocukların hayalleri mi? Bir tek çocuklar mı bulutların içinden aşağıya düşmezler ve  gerçekten üstünde uyuyabileceklerini düşünürler?

Çocuklar Tanrı çıktısı almış gerçek mezunlardır. Onların hayal dünyalarında yetersizlik yoktur. Yokluk diye bir kavramı biz onlara söyleyinceye kadar bilmezler. Dünyaya bile kendi yiyecekleriyle gelirler. İhtiyaçları onlar daha hissetmeden onlar için hemen oracıkta hazırlanmıştır. Buna güven duymayı bile düşünmezler, sadece bilme halindedirler. Başkalarının hayallerini bilmek yerine, kendi hayallerine dalarlar. O yüzden her çocuk bu anlamda yeterlilik kavramına sahiptir. Kendi kararlarlarını bu bilişe sahip olarak vermek isterler ama engelleri çok büyüktür. Hayal kesici üstat anne-bablar bu duruma asla müsade etmezler. Sonuç mu? Yaratıcılığın daha başlamadan sonu gelmiştir.

‘Bulutlardan aşağı düşersin çocuğum, sakın denemeye kalkma’!

‘Ama ben 2 saattir üstündeyim ve bir sürü arkadaşım oldu’!

Dilenme kavramına giren insan bilinci işte bu çocukluğu geride bıraktığı zaman ölmeye başlar. Ya da kendini öldürmeye başlar. Yetersizlik duygusu bir insanın kendi kendine kurguladığı öldürücü darbesidir.

 

Yetersizlik Duygusu İle Beslenmek

Kendi çıktısını alan, yani kendi Tanrısal tarafını fark eden bir bireyin izlediği yol ancak ‘kendi yoludur’. Bunun dışında bir yol izlemeye kalkması, kendi deneyimini değil başkalarının deneyimini o da yine ancak sınırlı insan zihniyle algılayabileceği kadardır.

Bu yüzden başkalarının deneyimlerinden bir şeyler öğrenmeye çalışarak kendini geliştirmeye çalışan bir insan, tümüyle başkalarından beslenen ve dilenen  bir zihniyete sahiptir. Onun hayatı artık ödünç aldığı bir eşyaya benzer ve onu ne zaman geri vereceğini de bilemez. Yaratım onun için artık diğerlerinin deneyiminden faydalanması sonucunda hiç erişemeyecek bir yanılsamanın da yanılsaması haline gelmiştir.

Nereden geldik? En kolay cevap. Tanrı’dan. Peki gelirken bunun doğruluğunu belgeleyen yanımızda getirdiğimiz, herhangi bir sözleşme ya da durumumuzu bildiren imzalı-mühürlü bir evrağımız var mıydı? Varmak istediğim nokta,  tüm bunları hatırlamama pahasına gelmeye bu kadar cesaret duyan ve de çok  güçlü varlıklar olarak,  nasıl bu kadar yetersiz olabiliyoruz?

Nereye gidiyoruz? En kolay cevap. Tanrı’ya. Peki giderken Tanrı’ya gideceğimize dair yanımızda götüreceğimiz, herhangi bir güvencemiz, bunun ile ilgili bir teminat ya da iyi hal durumumuzu bildiren imzalı-mühürlü bir evrağımız olacak mı? Varmak istediğim nokta, gitmeye bu kadar korkak, isteksiz ve de çok güçsüz varlıklar olarak  neden kalmak için eşsiz  deneyimler yaşamak yerine aciz varlıklar olmayı seçiyoruz?

Ben geldim. Nereden? Bilinmezden. Peki gelirken bunu doğrulayan belge de getirdim mi? Elbette getirdim. Tüm gerçekleşecek potansiyellerimi ve deneyimleyeceklerimi bu belgede saklıyorum. Varmak istediğim nokta, gelmeye bu kadar gönüllü saf varlık olarak inanıyorum ve biliyorum ki, getirdiğim belgemde ki tüm yazılanları oynamaya yetecek güce sahibim. Ben yetersizliğin ya da ‘elimden bu kadarı geliyor’ dediğim zihniyete sahip değilim. O yüzden ben artık hem geliyorum, hem de gidiyorum. Dilenci zihnim potansiyellerimi gördükçe dilenmekten vazgeçti ve artık benimle oyuna katılmaya karar verdi.

Sevgi Dışarıya kaçtı, İçerisi Dam’sız Kaldı!

Oyunlar demişken sonu olmayan ve her an kendini değişik  rollerde göstermeyi seven ve benim içlerinde en sevdiğim oyunlardan biridir sevgi dilenciliği.

Dışarıdan beslenmeye bayılan ve bir türlü istediğini bulamayan sevgi. Dilenmeye o kadar gönüllü ve bir o kadar da gururludur ki,  kimseyi bulamasa da sessizce dilenmeyi sever. Rolünü çok iyi gizler ancak koşulsuzluğa girince maskesini düşürür. Aslında burada çok önemli bir önemli bir nokta vardır ki; o da dışarıya bağımlı iken güçsüz, dışarıyı koşulsuz sevince güçlü olmasıdır. O zaman bu bir çelişki değil midir? Bugüne kadar ‘ne varsa sen de var, dışarıda hiçbir şey yok , ne ararsan senden iste,  sen de bul’ denirken, o zaman koşulsuz sevginin anahtarı gerçekte nerede?

Kuşkusuz koşulsuz sevgiye verilecek en güzel örnek, çocuklarımıza duyduğumuz sevgidir. Onlardan hiç bir talebimiz ya da beklentimiz yoktur ve onlar ne yaparlarsa yapsınlar her zaman bizim vazgeçilmezlerimizdir. Eğer bu söylediklerime katılıyorsanız hemen vazgeçin çünkü bunlar koskoca  yalanlardır!

Bizler en büyük beklentiye çocuklarımızla gireriz. Emeklerimizin karşılığını en çok onlardan almak isteriz. Ama en derinlerde kendimize benzetmek isteriz. Kime çekmiş, kimin huyunu almış diye katagorize ederiz. Sonuçta hayatımızda yapamadığımız ve içimizde ukte kalan ne var ise, çocuklarımız aracılığı ile yapmak isteriz. Onların olmak istediklerini değil, bizim olamadığımız yetenekleri empoze etmeye çalışırız. Üstelik bunu ‘benim senin gibi imkanlarım yoktu’ efsanesine dayanarak yaparız. Sadece bununla sınırlı kalmayız. İnaçlarımızı dayatırız, inanmadıklarımızı yasaklarız, kavgalarımız onların itaaktar olmamasına bağlı olarak gelişir, cezalarımızı en sevdiği şeylerden mahkum bırakarak veririz. Arkadaşları ve yakınları ile sürekli kıyaslarız. Olamadıkları şeyler yüzünden yargılarız. Ama sonuçta onlar bizim çocuklarımızdır ve biz onları koşulsuz olarak severiz!

Böyle yetiştirilen çocukların sürekli dışarıdan onay alarak kendini geliştirmeye çalışması da gayet normaldir. Kendisine gerçek anlamda ne olmak veya ne yapmak istediği sorulmamış çocuklarımızla ilişkilerimizdeki beklentilerimiz ise her zaman en üst seviyededir.

İşte en büyük koşulsuz sevgimiz bile buraya kadardır. Gerisini anlatmama gerek yok. O zaman koşulsuz sevgi nedir? Koşulu olmayan sevgi var mıdır?

Kesinlikle evet. Bana görü koşulu olmayan sevgi; kendinizi ve karşınızdakini her haliyle onaylamak, özgürleşmek ve özgürleştirmektir. Eğer sevdiğiniz her kim ise (evcil hayvanınız dahil) onu onaylamıyor ve özgürlük alanı açmıyorsanız, sakın sevdiğinizi söylemeyin zira bu büyük bir aldatmacadır.

Dışarıya açılan ama kendini içeriye sıkıştıran bir kişinin enerjisi dilenciliğin en son noktasıdır. Çünkü kendini onaylamayan, hiç bir şeyi onaylayamaz. Kendini özgürleştirmeyen , kimseyi özgür bırakamaz. Hakimeyet hep elinde olsun ister. Yaşam hakkını kimseye tanımaz. Kontrol etmeyi ve baskıcı olmayı çok sever. Bu ona kendini kendisinden saklamak için zaman kazandırır. Kendisini karşısında görme bilincini geliştiremeden yaşayan kişi, böylelikle koşulsuz sevmeyi en başta kendisi için gerçekleştiremez.

Başkasından beslenmek dediğimiz sevgi dilenciliği büyük dramları da peşinden getirir. Sevilmeye olan bağımlılık ve yanlız kalma korkusu insanlara taviz verdiren bir yanılsamadır. Bu yüzden kendi potansiyellerimizin farkında olmadan yıllarca ve yıllarca yaşamlar süreriz. Daha da kötüsü başkalarının yaşamlarını yaşarız. Kendi yaşamlarımızı yaşamak büyük sorumluluğu da beraberinde getirmesinden dolayı bunu istemeyiz. Kocamız, ailemiz, komşularımız, iş arkadaşlarımız daima bizi sevsinler isteriz.

Sürekli tekrarlanan bu davranışlar dışarıdan kolaylıkla anlaşılacak türden değildir. Etrafımızda her derde deva olan ve her işinize koşan pek çok tanıdıklarınız vardır. İşte en çok onlar mutsuz ve dilencidir. Çok fazla beklenti içinde zihinleri vardır ve bir türlü istedikleri ilgiyi göremezler. Her yerine getirdikleri iyiliği beslenme çantalarına atarak mutlu olmaya çalışırlar. Tatmini dışarıda aradıkları ve sürekli iyilik peşinde oldukları için dışarıya bağımlı sevgi geliştirirler. Çok fedakar ve cömerttirler. Hayır kelimesi lugatlarında yoktur. En ufak bir red edilmeye alışkın değillerdir ve buna bağlı olarak çok kırılgandırlar. Desinler, dediler, sevdiler, takdir edildim kelimeleri hayatlarının amacı haline gelmiştir. Böylelikle onlar onaylanma ve kabul edilme dilencisi olmuşlardır.

Onaylanma dilenciliğinin sonu hiç de tatmin edici değildir. Çünkü toplu bilinç onaylarken aynı zamanda kendi  kurallarını da ortaya koyar. En basit kuralı da ‘ yaptığınız bir iyiliği size görev olarak dönüştürmesidir’. Kapınıza gelen bir dilenciye her seferinde bir şeyler veriyorsanız, sizden mükemmeli yoktur ama artık siz vermemeye karar verirseniz görevinizi ihmalden yargılanma durumuna gelirsiniz. İşte kötü ve merhametsiz oldunuz. Oysa bugüne kadar ne kadar da cömertliğinizle onay alıyordunuz…

Buradan haraketle biz,  kendimizin her haline onay vermeliyiz. Kendinizi en çok ne zaman onaylamazsınız? Bir işe yaramadığınızı düşündüğünüz zaman. Bu koskoca bir dayatmadır. Bu zihinlere kazılmış bir illüzyondur. İşin sırrı hiç bir şey yapmadan dahi kendinizi onaylamaktır. Değerinin altında gösterilen insanın bunu yutması sonucu dilenci varlıklar haline geldik. Ve eğer buraya, dünyaya geldiysek çok önemli sebebi vardır. Bunu anlamak için öncelikle kendimizi koşulsuz olarak sevmeli ve onaylamalıyız.

Koşulsuz sevgi kendimize duyulan olmadığı sürece inanılmaz tuzaklara düşeriz. Yaratılan illüzyonlar karşında gerçeği görebilmenin tek yolu ‘ben böyle olmayı seçtim ve burada en muhteşem şekilde deneyim yaşıyorum’ diyerek kendimizi red etmemektir ki o zaman üzerimizdeki sis perdesini aralayarak varlığımızı onaylamış oluruz.  Bu kuşkusuz kendimize yaptığımız en büyük iyiliktir ki bu beklentisizliktir. Yaşamın her haline onay veren kişi beklenti mağduru olma dramından çıkar ve başkasından da bir şey beklemez. Bu sayede kendi yaratım enerjisini tetikler. Artık başkası diye bir enerji yanılsamasına girmez. Büyük uyanışa adım atan beklentisiz varlık, bu an’da olmakta olan ne varsa tümünü onurlandırır ve başkasından değil kendinden ve kendiliğinden olan akışa girer.

Ancak bir diğer yanılsama olan bir kesim de vardır ve Onlar, sadece içeride yaşayan ve dışarıdan hiç bir alış-verişi olmayan kişilerdir. Onlar da sadece kendileri için yaşarlar. Dışarıya hiç bir bağımlılıkları yoktur. Sevilmek ya da onaylanmak gibi dertleri de yoktur. Tek istedikleri yanlız kalmak ve rahatsız edilmemektir. Bu aslında tecrit bir yaşamdır. Ve içeriye kimseyi alamadıkları için deneyim yoksunudurlar. Bu, dilenciliğin daha farklı tanımıdır. Kendi kısıtlanmış ve izole edilmiş varlığından beslenirler. Kendi varlıklarını onaylamazlar. Ve yanlızlığın dilencisidirler. Dışarının korkutucu olduğunu düşünerek, dram yaşamak zorunda kalmayacağı için sevinirler ama hüzünlü ve sorunludurlar. Kendilerine  acımaları en büyük beslenmeleridir ve dolayısıyla bu onları yaşamın güzelliklerinden alı koyar. Korku en büyük dostlarıdır. Onu bolca besleyerek böylelikle kırılmaktan, sevilmemekten ve değersiz olmaktan kurtulmuş olurlar.

Genişleyemeyen insan kendi hikayesine sıkışıp kalması sonucu aslında yaşarken ölümü dört gözle bekleyendir. Oysa yaşam, hepimizin hikayelerinin bütünleşmesi sonucunda harkuladedir. Deneyimler zenginleştikçe, bizler daha yüksek enerjilere doğru bütünleşerek yol alırız. Bu da kendiliğinden yaşamaya izin verdiğimiz zaman gerçekleşir.

Yaşama katılan en özgür halimiz içeriyi dam’sız bırakmadan en güzel dansını edene kadar her varlığı ve kendini olduğu her haliyle onurlandırarak ve onaylayarak, denge içinde bireysel farkındalığa ulaşacaktır.

Senin ve benim aracılığımla ve de dolayısıyla ifadelerimiz yoluyla ortaya konmak istenen deneyimler, hepimizin bir alanından çıkmış ama bunu genişlemesine izin verilmeyen karanlık tarafın kasti olark hipnozu yaymasına izin vermemiz sonucu bireysel farkındalığımıza güven duyamadık. Artık dilenen zihinlerimizin, sadaka veren Tanrı’sına mahkum edildiğmiz zamanları geride bırakıyoruz. Biz artık toplu bilincin Tanrı’sına değil, kendi Tanrısallığımıza sahip çıktığmız zamana kadeh kaldırıyoruz. Biz kendini bilmeyen Tanrı ile ilişkimizi kesiyoruz.

Ben gidiyorum. Nereye? Bilinmeze. Peki giderken yanımda götüreceğim, yaşarken onayladığım belgem yanımda olacak mı? Elbette olacak. Varmak istediğim nokta, gitmeye değil sadece alkışlar eşliğinde karşılanmaya bu kadar özlem duyuyorsam zaten her halimle onaylanmışımdır. Ve bunun anlamı; ben özgür bir varlık olarak seçimimi zaten buraya gelerek yapmışımdır. Sahne benim için perdesini açmış ben de en güzel oyunumu sergilemişimdir. Bazen hiç bir şey yapmayarak ki hiç bir şey yapmayanları da böylelikle onaylamışımdır, bazen de rolümün sırası geldiğinde en kötüsü bana gelmiş ya da sınavda çalışmadığım, en zor yerden sordular dramını oynamadan yaşamı, en eğlenceli haliyle neşe içerisinde kucaklayan varlık olmaya kendime izin vermişimdir.

Bundan böyle bir dilencinin, yine kendisi gibi bir dilenci görecek olursa, onun ortaya çıkmak isteyen potansiyellerini seçmeye izin vermesi yerine, başkasının ve kendisinin daha önce denenmiş olan potansiyellerini tekrarlayan, en aciz rolünü oynadığını anlamasını diliyorum. Kendisini ve dışarıdaki kendisini bu haliyle onaylayan kişi, bütünün kurtuluş ateşini yakacaktır!

Esra Ö. Erdoğan