“Bir kez şiddete bulaştınız mı, geri dönüşü yoktur.”

Genç barış yanlısı protestocu bunu söylerken gözlerinde kendinden emin bir pırıltı vardı. “Bush bizi Irak’taki savaşa soktu; biz de buna bir son vermeliyiz.” “Savaşa giderim diye endişelenmiyorum” diye cevap verdim ama bunu söylerken bile sesimdeki kararsızlığı fark ettim. “Barışın aradığımız cevap olduğunda emin değilim.” Kendi kendime belki de bu bir hataydı diye düşündüm.

Güzel bir ekim günü Vermont’un Green Dağları’nda araba kullanırken bir kent merkezinde küçük bir savaş karşıtı gösteriyle karşılaştım. Öğle yemeği için durmuşken kendimi birden protestocularla günün en önemli politik konusunun tartışması içinde buldum: Irak. 11 Eylül’ün üzerinden 13 ay geçmişti ve tüm göstergeler yakın bir saldırıyı gösterirken barış protestocuları her yerde ortaya çıkıyordu. Bana yarı inanmaz gözlerle bakan bir adam şöyle dedi: “Barış tek cevaptır.” Adamın konu hakkındaki kararsızlığımı sezdiği hissine kapıldım, belki de beni aydınlatabileceğini düşünüyordu. “Eğer şiddet kullanırsak, diğerlerinden nasıl daha iyi olabiliriz ki? Şiddet sadece kendisini besler. Başka bir yol bulmalıyız. Barış buna verilecek tek cevaptır” diye sözlerini tekrar etti.

Gösterinin karşısında olma fikrini rahatsız edici buldum. Sonuçta, birkaç yıl önce bu sözleri söyleyen bendim. Uzun yıllarımı tutkulu bir biçimde barış hareketinin savunucusu olarak geçirmiştim. Aslında benim eski kahramanlarımdan biri büyük 20.yy. ruhsal eğitmeni J. Krishnamurti idi. Kendisi 2.Dünya Savaşı (ahlaki açıdan çok belirsiz bir savaştı, sanki olanı varmış gibi) zamanında bile yeminli bir barış yanlısıydı. Ama o o zamandı ve bu da şimdi…
Bir protestocunun elinde gördüğüm bir yazı vardı. Beyaz kartonun üzerine şu yazılmıştı: “Tanrı barış yanlısıdır.” Ona “Gerçekten Tanrı’nın barış yanlısı olduğuna inanıyor musun?” diye sordum. Gülümseyerek şöyle cevap verdi: “Şöyle anlatayım…Savaş taraftarı olmadığından adım gibi eminim.”

Arabama geri dönerken artan protestoları gördüm. Göstericiler başkanımızın savaşmaya epey istekli olduğu konusunda haklıydılar. Yönetimin dikkati yavaş ama amansız bir biçimde Afganistan’ın dağlarından Irak’ın çöllerine kayarken Saddam Hüseyin arada kalmış bir adam gibi görünüyor. Batı dünyasında ise belki de tüm tarihi boyunca ilk kez gelecek geçmişten daha tehlikeli görünüyor.Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması ve bir anıta dönüşümü, katilin hala serbest oluşu ve radyoda 11 Eylül’de “merdivenlerden yukarı, ateşin içine” doğru çıkmaya cesareti ve inancı olan itfaiyecilerin anısına Bruce Springsteen’in “The Rising” şarkısının çalması… Korku ve belirsizlik hala öyle havada asılı duruyor ki Amerikan toplumu renk farklılığına dayanan “tehdit seviyeleri” oluşturmuş ve bundan büyük terörist saldırılarının olabileceği anlamını çıkarıyor. Bir süre için -kimi korkutucu kimi tuhaf- uyarılar hızlı ve öfkeli bir biçimde hayatımıza hücum etti. Sabahları gölün yakınında jogging yaparken, Ashcroft’un kısa süre önce söylediği gibi, El Kaide’nin yakınlardaki çiftlik evlerine ağır kimyasal silah yerleştirmeye hazır dalgıçlarının sudan çıkacağıyla ilgili tuhaf görüntüler canlanıyordu zihnimde..

Biri konservatif, veya neo-konservatif, yavaşça Amerika’nın dünyadaki girişimci rolünü kabullenmeye başlayan bir akım -eğer anketlere inanıyorsanız- tarafından tutuluyordu. Ortadoğu’nun mayın tarlası politikasına, sırf dünyayı tehlikeli bir diktatörden kurtarmak için, ordu ile müdahale etmeye hazırlardı ve istiyorlardı. İddialarına göre, demokratik değerler uğruna dünyanın terörizm yatağı olan bir bölgesindeki zorbalığı yıkmak istemeliymişiz. Politik görüşün bu yanında geleneksel dindar toplum-anayol Hıristiyanlar, Evanjelikler, Amerikan Baptistler, tutucu Yahudiler gibileri vardı. Ve bu görüsün belirtileri, ister dünyanın Pat Roberson’u tarafından söylenmiş veya ister basitçe Bush’un “Şer Ekseni” görüsü ile belirtilmiş olsun, Tanrı’nın özgürlük ve demokrasi düşkünü olması ve Amerika’nın yanında yer almasıydı ve bu Tanrı, Amerikan kartalının küresel dengeleri bozan asi devletlere ve uluslararası teröre karşı bu şanssız fakat iyi niyetli savaşında galip gelmesini her şeyin üstünde tutuyor ve her şeyden çok görmek istiyordu.

Çitin öbür tarafında ise, savaş fikrine inanarak karsı çıkan ve yönetimi eleştiren, Demokrat Partinin ve ülkenin daha liberal kesimi vardı. Bu akım daha liberal, anayol dindar topluluğun ekumenik üyelerini içeriyordu ve bunlar, Amerikan Budizmi, kendine yardım hareketi, yeni çağ, yeni düşünce Hıristiyanlık gibi diğer ruhsal veya taklit-ruhsal akımları da içerdiler. Bunlar kesin bir pasif görüş belirleyerek savaş hakkındaki bütün konuşmaları eleştirdiler. Ve bu sert gönderme kaçınılmazdı: Tanrı, tin, veya en azından ahlaksal ve ruhsal otorite aslında obur tarafı tutuyordu-çoğulsalcılığın ve hoşgörünün, barışın ve çözümün tarafını savunuyor, şüpheli bir Amerikan ajandasını ve teksel olarak dünyayı istediği yönde değiştirmek için kolayca öldüren bir taraf yanlısı değildi. Vermont’taki bir insanin pankartında “Tanrı barışın yanında” diye yazıyordu.

“Tanrı barışın yanında” Bu söz, sıcak bir sonbahar gününde, altın renginde tepelerden geçerek araba kullanırken aklımda yankılandı. Tanrı gerçekten barış yanlısı mi? Neredeyse turizm gibi geldi. Tanrı ve barış, çoğu insanin aklında Amerika ve elma turtası gibiydi ve tanrının savaş yanlısı olduğunu düşünmek çok zordu. Ayrıca barış, neredeyse tüm geleneksel dinlerin verdiği bir mesaj değil miydi? Bana göre, barış kelimesinin ilişkilendiği her zaman çok kuvvetli anlamlar vardı. İyi bir fikirden öte, hayata dair bir bakışı vardı; gelecek olan daha iyi bir dünyanın gizemsel fikrini gelecekten bize getirmiş ve bu küçük dünya üzerinde bize hoşgörüyü göstermişti. Barış, ruhsal, felsefi, ahlaksal ve politik görüşlerin bir araya gelmesiydi ve kendi hayatımın çoğunu bunu en iyi şekilde anlatmaya harcamıştım ve yalnız değildim. Barış ve şiddetsizlik, ilk defa silahlar bildiğimiz hayati bitirebileceği için, insanlığın daha derin bir manasını bulmaya adamış bütün bir neslin idealleri oldu.

Fakat, o sonbahar aksamı, savaş karşıtı göstericilerin bağırışlarını dinledikçe ve Amerikan politikasına karşı şüphe dile getiren barış hareketlerinin dünyada yayıldığını izledikçe, en azından benim için o özel sihrin kaybolduğunu hissetmeye engel olamadım. Barış hareketinin ahlaksal gücünün benim ruhumu harekete geçirip idealisttik tutkumu ateşlendirmesi uzak gözüktü. Bu sefer, hareketin buyup ülkeyi saracağını dünyaya bildirmek umre Vietnam zamanı aktivistlerinden biri geldi. Hayatı “Doğum Günü Dört Temmuz” isimli filmde Tom Cruise tarafından canlandırılan aktivist Ron Kovic, CNN’de bu barış hareketinin “Amerikan tarihinde bir dönüm noktası” ve “olağanüstü bir dönüş” ve şiddetsiz bir devrimin başlangıcı olacağını söyledi. Ve merak ettim; gerçekten doğru olabilir miydi?

Gerçekten de barış hareketinin sorunlarıyla ilgiliydim. Aslında düşününce barış fikri o kadar da kötü görünmüyordu-sadece yetersizdi-. İster beğenin ister beğenmeyin çatışmayla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sadece silahlar değil mesele, ideolojik ve dünya görüşü açısından da durum bu.. Ve pek çok Amerikalı gibi ben de global toplumun hassas birlik ve beraberlik ruhunu tehdit eden bu aşırı basınca nasıl karşılık vereceğimizle ilgileniyorum. Bizler batının barış ve konforuna karşı, kaos ve barbarlığın bir sokak ötemizde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Etnik temizlik kabusu neredeyse haberlerin sıradan bir parçası haline geldi; Burundi’de çocuklar silahlarının ucuna vücut parçaları asıyorlar; Pakistan Orta Doğu’da silah ve kitlesel imha deposu hizmeti veriyor, petrol ve su rezervleri giderek azalıyor, ekolojik felaketler beliriyor, yeni hastalıklar dünyayı tehdit ediyor, El Kaide yanlıları nükleer yetki veren Pakistan hükümetini düşürme veya en azından sarsma planları yapıyorlar. Bunların oluşturduğu arka plana karşın tüm sorunların barışçı yollarla, şiddete gerek duyulmadan hallolabileceği düşüncesi gerçek bir inanç sınaması gibi görünüyor. Ruhsal düşünmeyi bilen, dünyanın durumuyla ilgilenen pek çok kişiye göre barış ve şiddet karşıtı olmak birbirinden ayrılmaz iki görüş.. Bu kişiler tüm eleştirel analizleri kendi pragmatik değer yargılarıyla geri püskürten bir çeşit teflonla kaplı gibiler. Merak ediyorum. Acaba Tanrı bir barış yanlısı mı? Tüm ulvi insan gayretleri barış kaynaklı mıdır?

Vermont’un merkezinde durduğum o sonbahar gününün üzerinden yaklaşık iki sene geçti ve bu süreçte bazı sorunlar giderek daha da ümitsiz biçimde aciliyet kazandı. Aslında Musa’nın dağdan elinde üzerinde “Öldürmeyin” emri yazılı şu basit levhayla inişinden 3500 yıl sonra, Krişna’nın “kötü işler çeviren düşmanları yen” diyerek Arjuna’ya savaşmayı öğretmesinden 3000 yıl sonra, Sokrates’in Atina devletiyle savaşmayı veya oradan kaçmayı reddederek baldıran içişinden 2500 yıl sonra, Romalıların müritlerine “diğer yanağınızı çevirin” diyen bir Yahudi hahamı çarmıha germesinden 2000 yıl sonra, Hıristiyanların Ortadoğu’daki kutsal toprakları geri almak için sefere çıkmasından 900 yıl sonra ve Hintli bir avukatın aklından başka silahı olmadığı halde İngiliz İmparatorluğu’nu dize getirişinden 60 yıl sonra ve yine bundan birkaç yıl sonra İslam adına Amerika topraklarında 3000 sivilin çok dikkatle planlanıp gerçekleştirilmiş bir savaş atağında öldürülmesinin ardından insanlık tarihinin bu dönüm noktasındayken akla takılan soru şudur: şiddet kullanımı ne zaman, neden ve nasıl daha karmaşık, komplike ve önemli olabilir?

BARIŞ KÜLTÜRÜ

“Bunu bilerek yaşayan son birkaç adamdan biri olarak savaştan daha tiksindirici gelen bir şey yok benim için, uzunca bir süre de toptan kaldırılması gerektiğini savundum. Hem dostlar hem de düşmanlar açısından yok edici etkisi çok büyük ve bu da savaşın uluslararası sorunların çözülmesindeki yararsızlığını ortaya koyuyor.” General Douglas MacArthur

Aslında barışa en büyük iyiliği yapanın savaş olması tarihin ironilerinden biri olsa gerek ve bu daha önce hiç 20. yy’da olduğu kadar doğrulanmamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın ardında bıraktığı yıkım, soykırım, Japonya üzerinde denenen nükleer silahlar, şiddete karşı olan insanların fiziksel, ahlaki ve ruhsal kapasitesinin sınır noktalarına dayandığının bir göstergesi olarak barış çığlıkları hiç olmadığı kadar yüksek perdeden atılıyor. Barış tarihçisi Carl Becker “Dünya ne kadar acımasızlaşmışsa, o kadar da idealist karşılığa ihtiyacı var anlamına gelir bu” demişti. Son yıllarda bu mesajı içten hisseden insan sayısı fazlalaşıyor olmalı.. Aslında bizim dünya savaşı sonrası kültürümüz gerçek bir patlama yaşıyor: eğitim, araştırma, aktivistlik, üniversite programları, doğa ve barışın anlaşılmasına, şiddetsizliğe, barış severliğe ve dini zorlamaya adanmış pek çok uluslararası enstitü.. Savaş ve barışın felsefi bazda kökeni ilkçağlara kadar uzanıyor. Bazı bilim adamlarının iddiasına göre barış aktivizmi Sümer Medeniyeti’ne dayanıyor. Ama hem bilimsel hem de aktivistlik açısından 20. yüzyıl dengesini bulamadı.

Eğer 21. yüzyılda büyük önem arz eden barış ve şiddet karşıtlığı konusunu anlamak istiyorsak bu kavramların çağdaş dini ve dünyevi hayatta nasıl anlaşıldığıyla işe başlamak yapılacak en iyi şey olur. zaten öyle bir zamanda yaşıyoruz ki barış fikri kültürümüzün her kıvrımında ortaya çıkıyor. Bir zamanların tehlikeli sınırı, kültür karşıtı olan barış, şimdi doktora çalışmalarının, tezlerin en ciddi konularından biri olup çıktı. Eskiden ender bulunur, dini bir şekli varken modern çağda neredeyse tamamen dünyevi özellik kazanmıştır. NGO’nun odalarında, siyasetçilerin strateji toplantılarında modernizmin becerilerini konuya fazlasıyla dahil ediyoruz. Daha hızlı ve daha etkin sonuçlar alabilmek için parçalara ayırıyor, süreçlerini analiz ediyor, yeni yöntemleri üzerinde deniyor, durum raporları hazırlıyoruz. Kongre üyesi, başkan adayı Dennis Kucinich kabinede idari bir kol olarak bir barış departmanı kurulmasını bile önerdi. Washington DC’yi “resmi şiddetin mekanı” olarak adlandıran Kucinich “savaşın kaçınılmaz olduğu fikrine meydan okumak” konusunda kararlı… Dünya üzerindeki karmaşaların tarihini temizlemek için çalışan binlerce görevliyle dolu, kabile savaşlarını durdurmak için yeni yollar arayan, barışı korumak için daha iyi metotlar bulan, dünya üzerindeki sorunlu noktalara ışık hızıyla ulaşan özel güçleri bulunan farklı bir Pentagon düşünün. Kucinich’in bakış açısıyla bu tür şeyler olağan bile sayılabilir.

Çağdaş kültürdeki bazı barış manifestoları daha da kaygısız… Ulusumuzun araba arkası yazılarıyla yargılamak, barış yapmak, barış yaratmak, barış öğretmek, barışa bir şans daha vermek, barışı sürdürmek, dünya barışını gözümüzde canlandırmak “40 günde daha barışçıl bir insan olmak” ve “daha barışçı bir dünya yaratmanın 108 yolu” gibi kitapları var. Geçenlerde “Yeni Başlayanlar için Irak’ı Anlama Rehberi” tarzı bir kitabın piyasaya sürüldüğü bir toplumda “Peace for Dummies (Aptallar için Barış)” adlı bir başkasının da çok uzak ihtimal olmadığını düşünüyorum. Miss America adayları ne için çalışmak istiyor? Dünya barışı. Dünya etrafında savaş ve karmaşa bu şekilde sürüp giderken bazen barışın sadece araba arkası yazıları, anahtarlıklar ve kültürler arasında moda olan baskılı T-shirtler üzerinde kendine sürekli bir yer bulduğu fikrine kapılıyorum. Barış cool insanların malı olmuş.

Bu post modern barış bolluğunda yanlış hiç bir şey yok ama bu terimle ne anlatılmak istendiği konusu akıllara daha büyük bir soruyu getiriyor: Barış ruhsal bir kavram mıdır, yoksa politik mi? Diğer ülkelerle barış mı demek istiyoruz? Ortadoğu’da barış mı? El Kaide ile barışmak mı? Irklar ve ırkçılarla barış mı? Politik anlamda popüler olan “barış koruyuculuk”tan mı bahsediyoruz? Veya asıl söylemek istediğimiz basmakalıp, az biraz belirsiz bir “iç huzur” fikri mi? Belki de insanlar en çok barışseverlik anlamında kullanıyorlardır.

1970’lerin başında Berkeley’deki California Üniversitesi’nde Barış Çalışmaları Programı’nı başlatan Dr. Michael Nagler şöyle açıklıyor bunu: “Barışseverlik savaşmayı reddetmek demektir.” Basit görünebilir ama bir uyarı olarak alacak olursak Eskimoların ünlü örneği, dillerinde “kar”ın pek çok karşılığı olması gibi barış üzerinde çalışan bilim adamlarına göre savaş ve şiddet karşıtlığının da pek çok şekli ve belirgin farklılıkları var. Örneğin, ütopik pürizm (ütopya yaratmaya uğraşanlar), katı mantıkçı pasifizm ( kişisel mantıklarının öldürmelerine izin vermediği kişiler), kategorileşmiş zorunlu barışseverlik ( Kant’la alakalı bir tür), şiddet olmaksızın bir değişim içeren barışseverlik ( sosyal adalet arayanlar için )… Şiddeti ve savaşı kaç şekilde protesto edebilirsiniz? İster inanın ister inanmayın ama bunu sayanlar var. Tabii bu barış derslerinin sırlarını ortaya dökmeden önce barış savunuculuğunun tablosuna bakarsak: barışseverlik genelde şiddetin reddi olarak algılanıyor, Michael Nagler’in dediği gibi “savaşın reddi” ama İncil’den alıntılanan bir ibare sayesinde “Kötüye direnmeyin”(Matta 5:39) “dirençsizlik” de deniyor. Hıristiyanların, İsa örneğinde olduğu gibi adaletsizliğe karşı savaşmamaları gerektiği anlamı çıkıyor. Menonitler veya Quaker Mezhebi’ni düşünün. İki mezhebin de güçlü barışsever duyarlılığı vardı ve savaş zamanlarında taraftarları hükümetin “vicdan sahibi protestocular” olarak nitelediği konum onların savaşla ilgili eylemlere katılmalarına izin vermezdi. Bu barışseverlikti. Eğer savaş karşıtı oturma eylemleri gibi gösteriler yapma, görevlendirme kağıtlarını yakıp tutuklanma gibi eylemler yapılıyorsa bu farklı bir şeydir. Sadık bir barışsever şu anda aktif direniş içinde olduklarını söylenebilir. Edeb-i kelam olarak bu barışseverin sözü bir çeşit savaşmaktır. Aktif sosyal protestoların karşısındalar, arabaları ters çevirip RPGleri yakmaya başlamadıklarına göre “şiddet karşıtı direnç” veya sadece “şiddet karşıtı” olmayı deniyorlar.

“Şiddet karşıtı” kelimesi İngilizce’ye 1923’te Mohandas Gandhi tarafından Hintlilerin Kutsal Kitabından alınma Sanskritçe bir kelime olan Ahimsa’nın tercümesiyle geçti. Ahimsa “zarar veren tüm tutku emareleri ortadan kaldırıldıktan sonra açığa çıkan güç demektir.” diyor Michael Nagler. Güç güzel bir kelime çünkü şiddetsiz direniş pasif kalıyor. Aslında Churchill’in Gandhi’yi tasvir edişindeki gibi “yarı çıplak Hint fakiri”nin becerikli ellerinde şiddetsizlik fikri politik çevreyle iletişimde devrim yaratacak yeni bir yolu gösteriyor. Güç uygulama konusunda yeni bir metodun doğuşu, sınırsız şiddetle diğer yanağı çevirmek arası bir orta yol sanki.. Gandhi, Jainizm’in şiddetsizlik öğretilerini, Henry David Thoreau’nun sivil başkaldırısını ve Bhagavad Gita’nın “görevini yap ve sadece bu uğurda savaş” çağrısını harmanlayıp bunların sonucunda ulaştığı füzyonla 20.yüzyılın çehresini değiştirdi.

ŞİDDET KARŞITLIĞININ GÜCÜ

“Bazı insanlar “güç” ve “şiddet”in arasına çizgi çekiyorlar. Böyle bir kelime oyunuyla konuyu gölgelemek istemem. Bir devlet kurma gücü şiddettir, onu devam ettiren güç şiddettir, sonunda onu yenen güç de şiddettir. Ancak bir tavşan tarafından öldürülecek olmak içinizi daha ferahlatacaksa, bir file tavşan deyin.” Dr. Kenneth Kaunda, Zambiya Kurucu Başkanı.

Bir zamanlar Gandhi için politikacı kılığında bir aziz denmişti. Gandhi kendisi hakkında yapılan bu tanımı ve yaptığı işi düşünüp şöyle düzeltmişti: “Hayır, ben aziz kılığında bir politikacıyım.” Konu ne olursa olsun Gandhi daha önce kimsenin yapamadığı bir şeyi yapıp ruhsallıkla politikayı bir araya getirmişti. Şiddetsizlik fikrini dünyanın dinsel geleneklerinden çıkarıp ağır sosyal protestolarda bir güç olarak kullandı. 20. yüzyıla radikal sosyal değişimlerin şiddetsiz de mümkün olduğunu gösterip tüm dünyadaki insanlara bu uğurda ilham kaynağı oldu. Savaş silahlarını kullanmadan Polonya’daki Sovyet zulmünden Filipinlerdeki Marcos’un rejimine kadar, hatta buradaki ayrımcılığa varana kadar, baskıcı sosyal sistemleri yıktılar. Silahsız bir savaşa giriştiler, vicdanın savaşıydı bu.. -Ama hata yapmayalım- hala bir savaştı.. Gandhi’nin Tanrısı bir boyoneti veya bazukayı nasıl kullanacağını bilmiyor olabilirdi ama gücü maksimum avantajla nasıl kullanacağını biliyordu ve bunu yaparak büyük etki bıraktı.

“Şiddetsizlik tam olarak pasifizm değildir.” diye açıklıyor Dr. Arun Gandhi. M.K. Gandhi Şiddetsizlik Enstitüsü yöneticisi ve Hint bağımsızlığının büyük liderinin torunu.. “Pasifizm hiç bir yöntemle karşılık vermemektir, şiddetsizlik çok daha aktif bir felsefedir. Biz şiddet kullanmadan haksızlığın karşısına dikiliriz ve gerekirse bu uğurda hayatlarımızı veririz demektir.”

Vladimir Lenin şu sözüyle ünlüdür: “Eğer omlet yapmak istiyorsan birkaç yumurta kırmak zorundasın.” Gandhi kendi zamanında çok yumurta kırdı ama amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanmayı hep reddetti. Bir silahtan çıkan kurşundan daha güçlü pek çok başka güç olduğunu kanıtladı. Ama aynı zamanda İngiltere’nin Hindistan’dan çıkması konusunda o kadar militandı ki, kargaşa yaratmaktan da çekinmedi. Bazı pasifistlere göre bu çok ileri gitmek demekti. “Gandhi’nin programı barış gibi değildi”, diyordu büyük Menonit pasifistlerinden Guy Hershberger. “daha çok bir savaş çeşidiydi.”

Barışın şiddetsizlikle hep gergin bir ilişkisi olmuştur. Şiddetsiz direnişin odak noktası, Gandhi’den krala, Walesa’dan Mandela’ya, adaletsiz toplumun evrimi ve dönüşümüyle değişir. Tüm bireyler huzur ve sessiz sosyal uyumun devamlılığı üzerindeki bu dönüşümün içinde yer alır. “Martin Luther King’e bakın. İnsan Hakları Hareketi döneminde Güney’den geçerken tutuklandı.” diyor Dünyanın Durumu Forumu’nun kurucusu ve başkanı. “İsa’ya bakın. ‘İnsanları sevin’ dedi ama Ortodoks liderlerle karşı karşıya kaldı ve onu öldürdüler. Tapınakta ‘Hadi burada oturup dua edelim’ demiş olsaydı onu öldürmezlerdi.”

Evrim biyologları doğada, dış etkenlerin bir organizmayı değiştirip yeni yaşam koşullarına adapte olmaya zorladığını anlatmayı severler. “Gerginlik(stres), yaşayan sistemlerde evrimi/gelişmeyi sağlayan tek şeydir.” diye vurguluyor Elisabet Sahtouris. Bu insanoğlunun kültürüne de aynen uygulanabilir bir durum. Gandhi bir biyolog değildi ama bu kuralı iyi uygulamış ve hareketin gücüyle İngiliz kolonicilerinin üzerinde yarattığı gerginlik artıp öyle bir noktaya gelmişti ki yaptıkları adaletsizliğe devam etmeleri hoş görülemezdi. Gandhi’nin yaptığı sadece sosyal bir devrim değil, gücün ve doğanın etkisiyle anlayabileceğimiz bir devrimdi. Gandhi –ruhsal güç dediği- muazzam bir güç kullanmış ama bunu şiddetten çok uzak bir biçimde yapmıştı ve bu durum siyaset teorisyenlerine düşünmeleri için yeni sorular yaratıyordu. Şöyle sorular: Şiddet karşıtlığı prensibinin sınırları nelerdir? Her durumda mı, yoksa sadece belli durum/ şartlarda mı işe yarar? Şiddet karşıtlığı prensipleriyle ülke yönetmek mümkün müdür? Şiddet karşıtlığının ahlaki zemin sağlamak amacıyla çok verimli kullanıldığı Güney Afrika’da aktivistler bir yandan savaş verirken bir yandan da bu soruların ışığında kendi içsel arayışlarını sürdürdüler. 1986’da Başpiskopos Desmond Tutu şöyle bir açıklama yapmıştı: “Öyle dikkat çekici insanlar var ki, en kötü düşmana karşı bile olsa şiddet kullanımının kesinlikle adil olmadığına inanıyorlar.

Bazı tam pasifistler, Hıristiyanlığın Gospeli’nin bile insanları ellerine kılıç almaktan uzak tutması gerektiğine inanıyorlar. Bu gibi insanlara hayranım ama ben daha az dayanıklı bir malzemeden yapılmış olmalıyım. Şiddet karşıtlığı adaletsiz bir sistemi sona erdirme yöntemi olarak ele alındığında uygulayıcıları ahlaken minimum seviye gösterirler.” Pek çok çağdaş politika ve şiddet karşıtı bilim adamı, Gandhi, Tutu ve diğerlerinin -belki de en bilineni Gene Sharp’tır- ortaya attığı konuları tartışıyor. Sharp, Cambridge, Massachusetts’teki dünya üzerinde şiddet karşıtlığının stratejik kullanımını arttırma üzerinde çalışan bir kurum olan Albert Einstein Enstitüsü’nün kurucusu ve büyük bilim adamıdır. En büyük eseri Şiddet Karşıtı Eylem Politikası, pek çok aktivist grubun zulme karşı savaşırken yardımcı kitap olarak baktığı bir kitaptır. Eğer Gandhi ve Kral şiddet karşıtı hareketin Hıristiyan figürleri olsalardı, Sharp da Augustine olurdu, tarihteki herkesten çok daha derinlemesine düşünerek şiddet karşıtlığının stratejik kullanımının analizini yapardı. Kendi çalışmasında gücün toplumda nasıl kullanıldığını uzun uzadıya anlatır.

“Bu çok bilinen bir durumdur”, diye yazar Sharp, “bu tarz karmaşalar toplumlarda yaygındır ve hem ilke, hem de insan refahı bu karmaşada tehlikededir.” Örneğin 2. Dünya Savaşı’nda pek çok kişi “prensip ve refah”ın tehlikede olduğu gibi çok önemli konularda fikir birliğindeydi. Biz, iyi bir sebep için, savaşıyorduk. Sharp şöyle devam ediyor, “bu durumlarda karmaşaların sonucunu etkileyecek sorumluluklardan çekilinmediği sürece gücün kullanımı kaçınılmazdır.” Eğer biz dünyada güç kullanmasaydık o zaman bunu yapacak kişilerin dünyayı etkilemesine izin vermiş olurduk. Sharp “nihai güç uygularken belirli zamanlarda bazı yaptırımların uygulanması veya çeşitli savaş yöntemlerini içerdiğine” dikkati çekiyor. İşte büyük soru geliyor: Bu “yaptırım ve savaşma yöntemleri” kaçınılmaz olarak bazı şiddet türlerini mi ima ediyor? Bu soru sadece politikacılar için değil, aynı zamanda milenyum için savaşmakta olan dinsel geleneklerimiz için de geçerli…

“ÖLDÜRMEK”LE NE KASTETTİĞİNİZE BAĞLI

“Tanrımız, güllelerimizle onların askerlerini parça parça etmemize yardım et, vatansever ölümleriyle solmuş bedenlerini topraklara sermemize, yaralarının acısıyla kıvranırken ağızlarından çıkan çığlıklarla silahlarının gürültüsünü boğmamıza, bir yangın fırtınası estirerek evlerini yerle bir etmemize yardım et. Topraklarının terkedilmiş kalıntılarında tek bir arkadaşlarını göremeden küçük çocuklarıyla birlikte sığınacak bir dam altı bile bulamayacakları bir hale getirmemize yardım et. Bunu sevginin ruhu için, Sevginin Kaynağı Olan adına istiyoruz.” Mark Twain

“Ruhsal anlamda uyanmış bir insanın kendisi –hangi kültürden gelirse gelsin- Tanrı’nın pasifist olduğuna dair bir kanıttır”, diyor Hıristiyan papaz Wayne Teasdale. “Eğer onları dönüşümle bağlantıya geçiren bu yoğun deneyimleme aşamasına geçmişlerse, zarar vermemenin olgun ruhsal yaşamın vazgeçilmez bir öğesi olduğunun da farkına varırlar.” Bilginler Teasdale’in bizim dini geleneklerimizin kültürler arası doğasında haklı olduğunu söylüyorlar. Her kültürün savaş ve şiddetten göz korkutmak için kendi öğretileri vardır, ve her kültür barışı yüceltir. Tek sorun pek çok kültürün bu buyruklarını boş ve geçersiz kılan istisnai durumlar ortaya koymasıdır.

Örneğin Batı kültürlerinin kaynağında ruhsal pasifizmin klasik ifadesi “Öldürmeyeceksin” –en eski ve saygı duyulan yazmalardan birinde, 10 Emir’de geçer-. Musevi-Hıristiyanlık’taki en önemli figürlerden birine Sina Dağı’nın yokuşunda bu çok kesin şartlar indirilmiştir. Ayrıca dünyadaki en büyük üç din için temel bir ilkedir. Ama dini ilkelerle güncel politik yaklaşım arasındaki farklılığı Yahudi rabbilere, Hıristiyan papazlara veya Müslüman hocalara soracak olursak bu kati kuralın bazı istisnaları olabileceğine dair çok felsefi bir yanıt alırız.“ Öldürmeyeceksin, tabi x, y ve z durumları dışında.” Tanrı’nın insan davranışları konusundaki pasifist niyetleri Musa’nın tabletinde siyah ve beyaz kadar açık olmasına rağmen sonrasında birkaç gri ton da eklenmişe benziyor.

6. Emirle çelişen veya onu dengeleyen başka yazmalar olduğunu da biliyoruz, bu yazmalarda savaşın ve şiddetin makul şeyler olduğu anlatılıyor. Aziz Thomas Aquinas, 13. yüzyılda yazdığı büyük eseri Summa Teologica’ da Hıristiyanların haklı sebeplerle savaşa gitmesinin temellerini yerleştirirken “Adil bir savaş için üç şey gereklidir, öncelikle bir krallığın otoritesi, sonra adil bir sebep ve son olarak da haklı bir niyet” diye yazar.
Kendini savunma, öğrendiğimiz üzere, şiddet kullanımını, hatta sonu ölüme varacak olan şiddet kullanımını bile meşru kılar. “Kime karşı savaşılıyorsa, (savaşmaya) izin verilmiştir, çünkü onlar yanlış yoldadır… Allah onların yardımcısı olacak en büyük güçtür.” De Kuran’ın Müslümanları yönlendirişidir. Yine aynı bağlamda Yahudilerin Talmud’u kendini savunma konusunda çok basit ve pratik bir öğüt verir: “Eğer biri seni öldürmeye gelirse, onu öldürerek yolunu kes.”

Yeterince iyi bakarsak 6. emri geçersiz kılacak pek çok farklı istisna bulabiliriz: aileyi koruma, kabileyi veya dini inancı savunma, masum hayatları kurtarma, gelecekte çok daha büyük bir karışıklığı önleme… Bir süre sonra “Öldürmeyeceksin” bir emirden çok sürekli yeniden görüşülen ve her türde boşluk, yan madde ve yasal koşullarla dolu 3500 yıllık yasal bir antlaşma gibi duruyor. “Ortadoğu’daki petrol rezervlerini koruma” konusu da yan maddelerden biri olarak ortaya çıkmadan önce bunu çok kişiyle konuşmalıyız. Ama Piskoposluk Kilisesi’nin önceki başı, muhterem papaz Edmund Browning, ilk Körfez Savaşı’nın başladığı gece bu soruyla karşılaşmış. Browning’e o gece Başkan George Bush’tan bir telefon gelmiş. Başlamak üzere olan savaş için dua ve desteğini isteyen Bush’un Browning’i arama sebebi, onun, Bush’un bağlı olduğu Piskoposluk inancının en üst dini lideri konumunda olmasıydı. Browning kendine şu soruyu sormak zorunda kalmış: “Saddam Hüseyin’i Kuveyt’ten çıkartmak uzun süre önce kurulmuş “adil savaş” şeklindeki Hıristiyan inancına denk düşer mi?” Cevabı “Hayır” olmuş ve ABD başkanına dualarını gönderebileceğini fakat desteğini sunamayacağını, Amerikan bağımsızlığını ucuz petrol üzerinden devam ettirmenin Hıristiyan inancının geneline uygun düşmeyeceğini söylemiş. Çöl Fırtınası Operasyonu Başlarken o akşamı, Browning yerine Billy Graham Beyaz Saray’da geçirmiş.

Dağdaki vaazında İsa şöyle demiştir: “Barış sağlayanlar, kutsanmış olanlardır.” Yahudi inancında “shalom” selamlamakta kullanılır ve “barış” demektir. İslamiyet’te Allah sık sık “barışın kaynağı” anlamında kullanılır. Bu Batı dinlerinin pratik ve teolojik mirasına bakıldığında net bir barış veya şiddet görülmez. Çok derin bir belirsizliğin kalıtımı gibidir. Virginia’daki George Mason Üniversitesi Dünya Dinleri, Diplomasi ve Sorun Çözüm Merkezi yöneticisi Marc Gopin de buna katılıyor. “Tanrı bir barış yanlısı mıdır?” Bu soruya “evet” demek zor. Tüm Batı dinleri bu bağlamda ciddi zıtlıklar ortaya koyarlar. Birbiriyle çelişen sesler çoktur. Tanrı’nın çok şiddet uyguladığına –düşmanlardan öç almakla ilgili emirler, tüm suçlar için ölüm cezası- dair birçok yazılı eser vardır. Tüm bunlar da Tanrı’nın bir barış yanlısı, bir pasifist olmadığına delalet eder. Ayrıca şiddet uygulayanlar için de sıkı tedbirler ve azarlamalar vardır. Pek çok teolog Tanrı’nın doğasıyla (Tanrı bir barış yanlısı mıdır?) , insanoğlunun nasıl olmasını istediği (Tanrı bizim barış yanlısı olmamızı mı ister?) arasına bir çizgi çekiyorlar, ama her iki durumda da muğlaklık galip geliyor. “Tanrı bizim barış yanlısı olmamızı ister mi? Evet, bunu işaret eden pek çok kanıt görebiliriz,” diyor Gopin, “ama pek çok da karşı kanıt görüyoruz.”
Bu belirsizlik Sufi yazmalarındaki Allah’ın 99 İsmi’nden başka hiçbir yerde bu kadar iyi gösterilemez. İlahiliğin çoğu özelliğini simgeleyen bu yazmada Tanrı’nın manifestosu sırayla gösteriliyor. Pasifizm de bu listede bir yerlerde geçiyor; mesela 6. isim, es-Selam, Tanrı’yı ‘barış ihsan eden’ olarak ifade eder; 31. isim, el-Latif, Tanrı’yı “en nazik ve müşfik” diye tanımlar. Ama 99 isimden 2-3 tanesi dışında pek günümüze uyanı yok gibidir, özellikle de liste 81. isim gibi tanımlar içeriyorken: “Öç almanın Tanrısı, Cezalandırıcı”…

DOĞU DOĞUDUR VE BATI DA BATIDIR

“Şiddet karşısında herkes titrer; hayat herkes için değerlidir. Kendinizi başkasının yerine koyun. Kimse kimseyi öldürmemeli veya başka birini öldürmeye sebebiyet vermemelidir.” Buda, Dhammapada 

Eğer Doğu’nun bilge kültürüne dikkatimizi verirsek, ilk gördüğümüz şey çok farklı bir hikayedir. Aslında bazı çok derin şiddet karşıtı örnekler Asyalıların zihinlerindeki mistik derinlikten çıkar. Buda ve Mahavira, Jainlerin kurucusu, 6. yüzyıl BCE Hindistan’ında birbirlerinin çağdaşıdırlar. Yaşamlarında şiddet karşıtı duruş üzerine en ünlü üç öğretiyi vermiş ve bunlarla sadece Hindistan’da değil, dünyanın geri kalanında da sayısız kuşağı derinden etkilemişlerdir.

“Yaşayan herhangi bir şeye zarar vermekten veya öldürmekten kaçının”, Budist ahlakının temelinde yatan prensiptir ve ahimsa ya da şiddet karşıtlığı, Jainizm öğretilerinin uygulayıcısı bir kişi için ana ilkedir. Şöyle de bir efsanesi vardır: Mahavira herhangi bir sezgiye sahip olan bir varlığı öldürmeme konusunda o kadar kararlıymış ki, böceklerin bile üzerinde dolaşıp onu ısırmasına izin verirmiş. Basitçe anlatacak olursak, Budizm ve Jainizm yüzyıllar boyunca yerleştirdikleri öğretiler, yazmalar ve davranışlarla hayata karşı şiddet karşıtı bir ilişki geliştirmeyi destekleyen, bunu vurgulamalarıyla da diğer tüm kültürlerden ayrılan bir yapıya sahiptirler. Günümüzün en ünlü şiddet karşıtı savunucusu Dalai Lama’nın -tam bir şiddet karşıtı konuma sahip olmadığı söylenmesine rağmen- kısa süre önce teröristlere şiddetle karşılık verilmesini ve Irak’taki savaşın da bu yargısını değiştirmediğini kabul etmesi pek de şaşırtıcı değil…

Hinduizm, şiddet karşıtı ilkelerin güçlü kurucularından biri olagelmiştir. “Şiddetten bağımsız olmak her insanın görevidir. Zihinlerimizde intikam, nefret ve kötü isteklerin yeşermesine izin vermemeliyiz. Başkalarına zarar vermek nefret duygusunu yüceltir,” diyor büyük 20. yüzyıl bilgesi Swami Sivananda, ki kendisi, yüzyıllar boyunca Hindistan’ın şiddet karşıtı kültürünün zengin tarihi boyunca yetiştirdiği büyük mistik ve dini liderlerden binlercesinden biri olmasa da yüzlercesinden biridir. Yine o liderlerden biri, 6. yüzyılda Sih dininin kurucusu olan Guru Nanak, bir Hintli olarak doğdu, pasifist duyguları yeni inancıyla birlikte harmanladı, takipçilerine “Kimseye zarar vermeyecek silahlarla kendinizi donatın, insanlara karşı açık ve anlaşılır olun, düşmanlarınızı dostlara çevirin, silahsız ama Allah’ın sözüyle, mertlikle dövüşün,” diye öğütler veriyordu.

Bununla birlikte şiddetin-dini sebeplerce haklı hale getirilmiş şiddet de buna dahil- Doğu’nun ruhsal mirasında geçmediği yerler nadirdir. Hindu yazmaları, Veda’dan Mahabarata’ya kadar savaş referanslarıyla doludur. En önemli felsefi arayışlardan biri olan savaş ve barışın faziletleri Krişna ve Arjuna arasındaki savaş alanı diyaloğunda geçer. Ruhsal efendi ve öğrencisi arasındaki uzun diyaloğun sonunda Krişna, Arjuna’ya bazen fiziksel güce başvurmanın gerekli olduğunu söyler: “Eğer bu adalet savaşında savaşmazsanız, görevinizi ihmal eder, ününüzü zedeler ve boşlama günahını işlemiş olursunuz. Görevinize saygınız varsa, duraksamayın, çünkü bir savaşçı için adalet savaşından daha önemli hiçbir şey yoktur.”

“Diğer tüm yollar başarısızlığa uğradığında, kılıçları çekmek adil olur,” diye yazar Sih geleneğindeki 10. guru ve büyük bir general olan Guru Gabind Singh.. Sihizm, kurucusunun sahip olduğu yoğun pasifizme rağmen yıllar geçtikçe daha militan bir kültüre geçmiştir. Katı takipçileri giysilerinin bir parçası olarak özel bir hançer taşırlar, dinlerinin sembolü beş silahtan oluşur, nerede ve nasıl savaşacaklarına dair açık öğretileri vardır, bunlar birkaç taneden fazladır. Üstelik Hindistan’ın Pencap bölgesindeki Sih militanlarının son yıllardaki en şiddet dolu hareketlerden birinin içinde rütbelerle teşvik etme konusunda yarattıkları şüpheli bir fark da söz konusudur.
Budizm ve Jainizm, şiddet karşıtlığı konusunda kendi sıra dışı tutumlarıyla birlikte diğer kardeş dinlerinin çoğundan farklı bir kategoriye girerler. Her ikisi de “adil” veya “hak” savaşları üzerine öğreti geliştirmemiş, herhangi bir kutsal savaş veya sefer türüne katılmamıştır. Bir Budist cihadı veya haşin ve hak arayan Jain rahiplerince çıkılmış bir Haçlı seferi düşünmek zordur. Aynı zamanda yine bu sebeple, gücün idaresini kullanmaktan kaynaklanan şiddetle savaş konularının zorluğunun altında ezilmemek ve açık bir politika izlemek adına bu kültürler kendi ünlerini lekesiz tutmayı başarmışlardır.

Ünlü bir Thai Budist eylemcisi olan sulak Sivaraksa, pasifizmin uzun süredir Budist yaşamında önemli bir ahlaki mihenk taşı görevi gördüğünü, bunun da kültürlerini devletin işlerinde daha önemli bir rol oynamaktan uzak tuttuğunu ifade ediyor. Politik bilincin ihmali, yönetme statükosunu eleştirmeden kabul etmekle sonuçlanır. Japon savaşından önce bu eleştirisiz kabullenme çok ayıplanacak bir savaşçılığa dönüştü. Savaştaki Zen kitabının yazarı Brian Victoria’ya göre, 2. Dünya Savaşı’ndaki Japon Budist liderler savaş karşıtı olmaktan son derece uzaktılar ve savaşın sıcaklığı içinde jingoizmle savaşın en kötü öğelerine bile mutlulukla onay verdiler. Kısa süre önce Sri Lanka’daki Budist hükümet tarafındaki şiddet, politikayla Budizm’in sorunlu evliliklerden biriydi. Çoğuna göre, Jainistler, bu tarz karışıklıklardan uzak durdular, bununla birlikte özellikle son zamanlarda, hükümet işlerinden de uzak kaldılar.

Yıllar boyunca dini kültürümüzün barışla pasifizmi aykırı addetmesi, Tanrı’nın şiddet karşıtı olmayı tercih etmediği anlamına gelmez. Belki de Tanrı ümitsizce saçlarını yolarken yeni bin yılı ve şiddetle dolu tarihimizin kendini tekrar ederek anlatışını izliyor. Rahip Wayne Teasdale, “Şiddet, ilahi gerçekliğin bir parçası değildir. Umursamazlık içindeki insanoğlunun gerçeğinin bir parçasıdır,” diye açıklıyor. Yine de hiçbir ruhsal kültürün saf pasifizmi veya saf şiddet karşıtlığını yaymaya çalışmadığı da açık… Şiddetten arındırılmış bir konumun, her ne amaç için olursa olsun, ulaşılmaz olduğu sonucuna varıyor hepsi. Acaba bu bizlerin, en azından fiziksel boyutta, hiç ulaşamayacağımız bir konumun var olmasını arzu ederek, uzanabileceğimiz yerin ötesindeki kurtuluşu, ideal huzuru, barışı ve uyumu arayarak yaşamaya yazgılı olduğumuz anlamına mı geliyor? Gandhi bile tam bir şiddet karşıtlığının bu dünyada imkansız olduğuna, “yaşama isteği”nin içinde bile az da olsa doğuştan gelen bir şiddetin barındığına inanıyordu. Yapabileceğimizin en iyisi, bedenlerimizin içindeyken uyguladığımız şiddeti en aza indirgemektir.

Ama bazıları tarih kitaplarından alınacak başka bir ders daha görüyorlar. “Tanrı’nın pasif, bizimse şiddet dolu olduğumuza dair bir kanı var, Tanrı kalıcı, bizlerse geçiciyiz. Tanrı doğada ve evrende tanıklık ettiğimiz her şeyin en büyük istisnasıdır,” diyor Jim Garrison. “Ama bence Jung’un da bizim kendi içinde derin bir didişme yaşayan bir evren ve ilahi dramanın parçası olduğumuza dair büyük bir sezgisi vardı ve bireyin içindeki didişme doğada, evrende gördüğünün mikrokozmozu, Tanrı’nın kafasının içindekininse bir yansımasıdır.”

TANRI’NIN İSTEĞİ

“Beni en çok şaşırtan şey, kötü işlerin kötü insanlar tarafından yapılması değil, kendilerini iyi gösteren insanların -, dindar insanların dünyanın daha ahlaklı bir yer olması için kendilerini adayıp dinsel terörizm uygulaması gibi – kötü şeyler yapmasıdır.” Mark Juergensmeyer, Tanrı’nın Zihnindeki Terör

İncil bize şunu söyler, “Benim isteğim değil, ama O’nun isteği olacak.”

İsa bu sözleri zamanı belli olmayan konuşmalarından birinde, Gethsemon Bahçesi’nde, tutuklanışı ve çarmıha gerilişi öncesinde söylemiştir. İsa’ya göre ” O’nun isteği” pasifizmdir, en azından o özel sabah için.. Romalı askerlere direnmemiş, havarilerinin silahlarını çekmelerine engel olmuştur. Şimdi, eğer yazılanlar doğruysa, Tanrı’nın onun için planladığı şey konusunda kesin bir fikri var gibi görünüyordu ama “Tanrı’nın isteği”nin ne olduğu dinsel hayatın en önemli ve tehlikeli mücadelelerinden biri olagelmiştir.

“Verilen herhangi bir zamanda, iki dinsel eylemcinin her ikisi de Tanrı’nın isteği ve izlenecek yol konusunda bağlılık ve dürüstlük anlamında tamamen birbirinin zıddı sonuçlara ulaşabilir.”diyor din uzmanı Scott Appleby. “Bu bağlamda şiddet içeren tavırlar da içermeyenler kadar olumsuz sonuçlar verebilir.” Appleby intihar bombacılarının bile -her ne kadar yaptıklarını yersek de- gerçekten ahlaki ve dini inançla dolmuş bir şekilde harekete geçtiklerinden bahsediyor. Bu, Usame bin Ladin’in Tanrı’nın isteğini yerine getirdiğini göstermez ama bizim yapılan eylemlerin din için olup olmadığına dair bazı genel geçer sonuçlara varışımıza karşı çıkabilir. Aslında tanık olduğumuza araba bombaları, akıllı bombalar ve canlı bombaların Ortadoğu boyunca kestane fişeği gibi patlamasına her tanık oluşumuz, bizi tüm bu dini şiddetin ahlaksız ve herhangi bir ruhsal kökenden kopuk olduğunu otomatikman söylemeye teşvik ediyor. Ama bu bir hata olur diyor Appleby “kutsanmış şiddet” içeren tüm eylemleri eylemin doğası gereği din dışı ilan etmek, dini yanlış anlamak ve kendi terminolojisiyle ölümcül zıtlıkları bildirmesini göz ardı etmek demektir.

11 Eylül’den kısa bir süre sonra Marc Gopin’in yaptığı şu açıklamayı dikkate alın:
Politik doğruculuk olsun veya olmasın, bu savaş dinle ilgilidir. Eğer bunun dinle alakası olmadığını düşünen varsa, askerlerinin kutsanmış ölümlerine hazırlanmaları için Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından sorumlu terörist başı Muhammed Atta’nın yazdığı yazılara bir göz atılmasında yarar var. Şimdiye kadar okuduğum en derin dini yazılardan biriydi ve insanları güzel bir ölüm ve ölümden sonra yaşama hazırlayışı o kadar çekiciydi ki neredeyse yazının kitlesel katliamla ilgili olduğunu unuttum. Kendim de bizzat bu yolculuğa katılmaya karşı bir istek duydum. Müslüman olmayan bir kişi olarak ben bu kadar etkilendiysem, özel bir yaşam ve anlamlı bir ölüm arayışındaki çevresine yabancılaşmış milyonlarca genç Müslüman erkeğin bundan nasıl etkileneceğini varın siz hesaplayın.

Şehitlik uzun süredir dini fedakarlığın kutsanmış davranışlarından biri, tüm kültürlerde ve hatta bazı oluşumlarda kutsanmıştır. “Bana ya özgürlük verin ya da beni öldürün”, Amerikan Devrimi süresince şehitlerin içgüdüsel olarak yaptıkları büyük açıklamaydı. Ama sadece pek az kişi Muhammed Atta’ya modern tarihin en zalim ve yanlış yönlendirilmiş katillerinden biri payesini bahşedecektir.

Bazı dini şiddet eylemleri, sadece otantik dini inançları ifade etmenin dışında daha derin ve yüksek ahlakı da ortaya koyar. Alman pasifist ve teolog Dietrich Bonhoeffer, şiddet karşıtı prensiplerini bir kenara bırakıp 1943’te Adolf Hitler’e suikasta kalkıştığında, bu büyük cesaret gerektiren bir eylemdi, eğer başarılı olsaydı, dünya çapında övgü toplayacaktı. Normandiya Çıkarması’nın 60. yıldönümünü, Nazi tehdidinden dünyayı kurtarmak için hayatını verenlerin onuruna, eğer Bonhoeffer’in amaçlı şiddet eylemi başarılı olsaydı kaç hayatın kurtarılabileceğini ancak hayal edebiliriz. Başarısız oluşuysa tarihin pişmanlıklarından biridir ve o da bu sebeple şehitlik mertebesine yükselmiştir.

Dini terörün şiddet olduğunu temellere oturtamazsak, suçlu çıkaramazsak bu bizi nereye götürür? Dini aktörler, dünya sahnesinde ruhsal olarak “haklı” şiddet eylemlerini, kutsanmışlığın şüpheli yorumlarına dayanarak gerçekleştirirlerken bizler bu kırılgan global çevrede yaşamaya mı yazgılıyız? En azından şunun anlaşılması önemli, Appleby’ın da dediği gibi, birileri kendini dine adamış olsa da hala “Tanrı’nın isteği” konusunda çok tehlikeli sonuçlara varmış olabilir. “Kutsanmışların doğa üstü gücü -hatalı zeka, istek ve duygu kanallarının naklettiği- ahlaki bir yön gösterici vasıtasıyla gelmez.”

Tanınmış Zen bilgini D.T. Suzuki aynı duyguyu 1946’da 2. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş boyunca Zen rahiplerinin eleştirel düşünme konusundaki büyük yetersizliklerinin matemini tutarken hissetmiştir. İmparatorun jingoist geçit törenine mutlulukla katılıp olaydan sonra kendi aydınlanmalarının gücünün Japon savaşçılığıyla az da olsa bir suç ortaklığının yarattığı ahlaki felaketten geldiğinin farkına vardılar. “Sadece satori (kendini bulma, uyanma) ile Zen rahiplerinin toplumun liderleri olarak sorumlulukları yüklenmesi imkansızdı” diye açıklıyor Suzuki. “Satori savaşın doğru ve yanlışlarını yargılayamaz. Dünyadaki tartışmaları da dikkate alarak zihinsel ayrım yapılmalı.. “

Postmodern dünyamızda, ruhsal deneyimlerle ahlaki gelişmenin hep başa baş gitmesi fikri yeniden yapılandırılmaya başlandı. Ken Wilber gibi bazı çağdaş filozoflar kesin olarak ruhsal deneyim durumlarını ahlaki gelişim aşamalarından kesin olarak ayırmışlardır. Ama hangi modeli kullanırsak kullanalım, ruhsal deneyimi nasıl yorumladığımız, deneyimin kendisinden bile daha önemli olabilir, “kutsanmışların doğa üstü gücü”nden daha önemlidir. Suzuki’nin yarım yüzyıl önce yazdığı gibi “Zen rahiplerinin bağımsız düşünme güçlerini teşvik etmek isterdim. bu öğeyi ihmal eden bir satoriyi Pasifik Okyanusu’nun ortasına götürüp doğruca dibe yollamalı!”.

ŞİDDETSİZLİK: MUHALEFETTEKİ PARTİNİN LÜKSÜ

Sonuç olarak iki tür güç vardır: fiziksel ve yasal… İnsanlar ya şiddet korkusundan ya da otoriteye olan saygılarından dolayı kurallara uyarlar. Medeniyet ve düzen de yasal otoritenin hizmetine verilen fiziksel güçten gelir. Düzen için fiziksel ve yasal güç vazgeçilmezdir. Yasallık olmaksızın kullanılan fiziksel güç kaos yaratır; fiziksel güç kullanılmadan gelen yasallıksa yok olur. Robert Cooper, Tony Blair’in eski danışmanı

“İsa olsaydı kimi bombalardı?” bir barış hareketi sırasında ortaya çıkmış bir ifadedir. “İsa olsaydı ne yapardı?” (WWJD?) şeklinde, insanlara aynı arzuları ilham versin diye, İsa’nın hayatında ve yaptığı işlerdeki ahlaki standardını hatırlatmak için söylenmiş ve Hıristiyan cemaatlerinde yangın gibi yayılan, kahve fincanlarından Mouse padlere, şapkalara kadar her yerde görülebilen sloganla bir kelime oyunu yapılmış.

Barış ve şiddet karşıtlığına açık eğilim gösterildiği için benzer öykünmeler de pasifizm olarak anlamlandırılabilir. Aslında, kilisenin ilk zamanlarında, bilginlerin dediğine göre, İsa’yı izleyenler güçlü bir savaş karşıtı duruş geliştirmişler. İlk Hıristiyanlar Roma ordusuna katılmamış, pek çoğu Sezar adına adam öldürmek yerine şehit olmayı seçmiş. Gerçek Hıristiyan yazarların çoğu kararlı pasifistlermiş ve bu tavırlarını İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra 700 yıl sürdürmüşler. Sonra birden her şey değişmiş. Hıristiyanlar Roma ordusunda savaşmaya başlamış. St. Augustine “hak savaşı” doktriniyle Hıristiyan düşüncesini bu konuya kaydırmış. Savaşa mazur görülebilir olmuş, muhakeme ortadan kaldırılmış, haklı sebeplerle, bir de ücretlendirildiği sürece günümüze dek Hıristiyanlık içinde bir standart bir olay haline gelmiş.

Ama gerçekten değişen ne? Cevap teolojik olmaktan çok politik gelecek. Hıristiyanlık güç kazandı. İmparator Constantine, Roma İmparatorluğu’nu Kutsal Roma İmparatorluğu’na dönüştürdü. Eğer devlet işlerinden, idareden sorumluysanız yani otoritenin ipleri sizin elinizdeyse pasifizm felsefesi gözünüze biraz farklı görünür. Gerçekte, genel olarak şiddet karşıtlığı, pasifizm, muhalefetteki partinin lüksüdür; pratikte idareciliğin zorlu koşullarıyla uğraşmak zorunda olmayanlarda.. Barış istemek farklıdır, Cenova Antlaşması ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni bile -ne yazık ki- vizyonuna tam oturtamamış bir dünyada hep birlikte işe yarar çözümlerle ortaya çıkmak farklıdır.

“Bush yönetimine karşı konuşmalar”ın “pasifist retorik”le birleştirilmesiyle, siyaset analizcisi Mark Satin’in dediği gibi, günümüzdeki barış hareketleri verilen mesajı doğru almışlardır. Din yorumcusu Alan Wolfe kısa süre önce savaş karşıtı hareketlerin çoğu hakkında konuşmuştu: “Liberaller, bir deyişle, güç konusunda rahatsızlar ve bu yüzden de politika yaptıkları zamandan çok daha fazlasını eleştirmek için kullanıyorlar. Ama eğer körü körüne barış ve şiddet karşıtlığı ideallerine takılı kalırsak, bunlar gerçek dünyaya uygulanamadığında yönetimin güncel gerçeklerden kopma tehlikesi ve vicdanen aynı seviyede olmayan kişilerin ve ölümüne fiziksel güç kullanımına yönelmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. Bu durum, makale henüz araştırma aşamasındayken aydınlatıldı. Amerikan Üniversitesi’nden uzlaşma uzmanı ve gerçekten ruhsal bir kişi olan Profesör Abdul Aziz’le konuşurken, politikada şiddet kullanımına ihtiyaç duyulduğunu görüp görmediğini sordum. “Hayır, ben şiddet kullanamazdım”, dedi. “Ben sadece şiddet içermeyen çözümler kullanmaya çalıştım.” Bu inancı üzerine kendimi şu soruyu sormak zorunda hissettim: “Hükümette şiddet kullanılmasını gerektiren durumlar olduğu düşüncesinde misiniz?” Bir an durdu ve bir kahkaha attı, “Sanırım tam da bu yüzden hiç hükümette görev almadım.”

Ülkenin işleyişine karşı tavrınız ne olursa olsun, biz hala hükümetin gücünden yararlananlarız. Bize sağlanan, örneğin polis gücüyle, göreli barışı ve güveni kullanıyoruz. Sonra, polisin görevi hükümetçe onaylanmış güç tehdidini bilinçli olarak kullanıp kanunların işleyişini güçlendirmek değilse nedir? 80’lerdeki ırk ayrımcılığına karşı hareketin öncülerinden Güney Afrikalı aktivist Frank Chikane, “Hiç kimse şiddet yoluyla sağlanan güvenliği kullanma ikiyüzlülüğünü yapmadan şiddet karşıtlığı hakkında konuşamaz.”

Örneğin tüm yasal gücü Kuzey Amerika’dan kaldırırsanız ne olur? Belirli sınırlar içinde hareket etmek için incelikle güç kullanmak ve hayatımızı sürdürdüğümüz ortalama standartları desteklemek için kanunun tam gücü her zaman arkadadır. “Pasifistler kendi içlerinde şiddetin bir seviye ötesine geçmiş bireylerdir”, diyor yazar David Rieft “ ama bu aynı seviyeye ulaşmış bireylerden oluşan global bir toplum içinde yaşıyoruz anlamına gelmez.” Yüzyıllar boyunca ne kadar gelişmiş olursak olalım, yasanın ötesine geçecek kadar gelişmedik. İşte bu güç ve ardında yatan gücün tehdidi, başka türlü asla bilemeyeceğimiz özgürlüğü sağlıyor. “Kanunlar vicdanın ikna edici uygulanış biçimi” diyor Global Güvenlik Enstitüsü nükleer bekçi köpeği organizasyonu başkanı Jonathan Granoff. Bu “vicdanın uygulanması” bazen fiziksel güç kullanarak da olsa evrimsel bir gerilim sağlayarak toplumun genelini kullandığı güçle yukarı doğru çeker, daha üst bir sosyal organizasyonun yerel, ulusal ve hatta global seviyede -global yönetimi tecrübe etme konusunda adımlar atarken uygulanabilen- gerek yasal veya iyilik için kullanılan güç gibi yaratıcı yollar, gerek verimli yöntemler kullanarak gelecek yıllarda büyük uluslararası dayanışma girişimlerinin başarısını sağlamak için büyük aşama kaydedildi.

Jim Garrison şöyle açıklıyor: “Bir sosyal organizasyonun devamını sağlamak için güce ihtiyaç var. Ütopik toplulukların düşüncesi olan “Hepimiz özgürüz, güç olmadan da yapabiliriz.” şeklinde pek çok örnekle karşılaştık ki hepsi dağıldı. Gücün uygun takdiri, insanoğlunun gölgede kalmış bir kısmının henüz yeterince olgunlaşmadığı sonucundan çıkar, hep kontrolde hatta bazen ölüm tehdidi altında tutulmalıdır. Gerçek özgürlük, gücün rolünü tam olarak değerlendirmekle başlar. Güç olmadan anarşi oluşur ve özgürlük yok edilir. Ama düzenle, hiyerarşik sıralamayla ve hiyerarşiyi güçlendirmek için ihtiyaç duyulan güçle insanlar onsuz olmayacak nezaketin ve özgürlüğün tadına varabilir. Güç ve şiddet bana göre aydınlandığımızda üstesinden gelemeyeceğimiz kadar kötü şeyler değildir. Doğal sürecin ana parçalarındandır.”

EVRİMLEŞME POLİTİKASI

“Evrim, her olayı aydınlatan bir ışık, her çizginin geçmesi gereken bir kavistir.“ Pierre Teilhard de Chardin, İnsanın Tabiatı

“Bizler yıldız kumaşındanız, yıldızları seyrediyoruz”, cümlesi Carl Sagan’a atfedilen pek çok zihin açma açıklamasından biridir. O haklıydı. Bilim, insan vücudundaki pek çok öğenin uzaklarda patlayan yıldızların kazanında yapıldığını keşfetti. Bize hayat veren ve üzerinde yaşadığımız bereketli dünyayı oluşturan doğal yaratma sürecini karmaşık olsa da kozmik boşlukta çok uzun zaman önce yok olan dev yıldızların geçirdiği zorlu süreçlere bağlıyorlar. Aynı şekilde şiddet veya daha hafifleterek söylersek gücün bir türü, sağlıklı bir sosyal oluşumun işlemesi için gereklidir, ayrıca biz öğrenmek için, hayatın kendisinin evrimleşme sürecinde hayati rol oynamak buradayız.

Jim Garrison “Açık olarak söyleyebilirim ki Tanrı pasifist değildir,” diyor. Doğanın düzeni pek çok şiddet ve afetle doludur, yıldız sistemleri patlayıp süpernova durumuna geçer, tüm galaksiler patlayıp başka oluşumlar halini alırlar. Dünyadaki doğaya, besin zincirine bakarsanız şunu görürsünüz: her şey her şeyi yer. Besin zincirinde ne kadar üstlere çıkarsanız yeme alışkanlıkları da o kadar vahşileşir. Tanrı her kimse, elinden çıkan işle kendini belli ediyor ve ben pasifize olmuş bir evren görmüyorum.” Garrison’ın doğanın doğası üzerine yaptığı gözlemler pek yeni değil -dişlerdeki ve pençelerdeki kırmızılık diye eski bir deyiş bile vardır- ama evren hakkındaki görüşleri yakın zaman önceki bilimsel devrimlerin sonucudur. Gerçekten de geçen yüzyılın son yarısında bilim adamları, milyarlarca yıl yaşında gelişen bir evrende yaşadığımızı korku kaynaklı tanıma teorilerine ekliyorlar. Kozmolojik zamanın tüm boşluklarında, artık biliyoruz ki, yaşadığımız evren değişti, gelişti ve evrimleşti; fizikçi Paul Davies’in dediği gibi, “uzun ve karmaşık bir kendini düzenleme ve karıştırma süreçleri”nden geçti. Bu süreçler –Hubble’ın bize gösterdiği üzere- pek sakin ve huzurlu değilmiş, birbirini yutan galaksiler, patlayan yıldızlar, çarpışan nebulalar, ileri teknolojik özellikli teleskoplar gökyüzünde olup biten kozmolojik tren kazalarını bize gösterdi. “Doğal varoluşun kendisi vahşi bir oluşumdur,” diye açıklıyor eko-teolog Thomas Berry. Özetlemek gerekirse Bırakalım-O-Yapsın tarzı bir evrende yaşamıyoruz. Şiddet dolu, vahşi, kontrol edilemez ama devamını sağlayan sıra dışı bir şeye sahip.. Evrimleşiyor, değişip gelişiyor ve hiç kimse bu evrimleşme sürecinin inanılmaz başarısını sorgulayamaz. Büyük Patlama’dan Büyük Ayı’ya, oradan Büyük Elma’ya.. hepimizi bu sistem yarattı.

Peki ya barış ve pasifizm? Barışın göklerdeki ve çevremizdeki Tanrısı nerede? Barış, düzen ve denge yeni kozmolojik kalıtım kavramının merkezini oluşturmuyor. Peki yok olan ne? Sabit durumdaki evrenin bir dengesi olduğuna dair yaygın paradigma… Dünyanın doğasının çok eski, barışçıl ve değişmez olduğu inancı… Karmaşa bilimcisi Stuart Kauffmann’ın dediği gibi, genişleyen, kendini düzenleyen ve sürekli “yenilik ve çeşitlilik” yaratan bir evrende yaşıyoruz. Bilim adamlarının açıkladığı üzere dengesizliğin tehlike sınırında duran, kontrolden çıkmasını önlemeye yetecek kadar düzene sahip, farklı bir kaos ortamındaki yeryüzünde yaşıyoruz.
Evren, mutlu, dostluk ve sevgi dolu, yaratıcı, uyumlu, şirin bir yer değil; aynı zamanda kaos, şiddet, yok etme ve çökme de var”. diyor Hıristiyan papazı ve eski çevreci aktivist Michael Dowd. Dowd son iki yılını kozmolojik evrim konusundaki yeni anlayışın ruhsal imaları üzerinde çalışıp dersler vererek geçirmiş ve doğanın şiddet içeren eylemlerinin genelde yaratıcı olduğunu ve daha büyük evrimleşmelere hizmet ettiğine dikkati çekiyor. “Evrim, barış ve sükunetle ilerlemez. Evrim organizma ve canlıların dayanabileceği ölçüde büyük zıtlık ve gerilimlerle ilerler.” Tanrı, en azından doğanın ifade ettiği ölçüde şiddet dolu bir mizaca sahip olabilir ama Dowd’un açıkladığı gibi, belirli bir güdüsü var ve bu güdü sonunda, barış veya şiddet değilse de, karmaşa, uyum ve bütünleşmenin üst seviyelerine doğru bir ilerlemeye ulaşmak için kullanılır.

Bu evrimsel vizyonu birkaç öncü filozofu, mistiği ve teologu etkilemeye başladı, doğanın bu duyusunda pasifist olmayan ama yaratıcı, kendini aşan, ilahi dürtülerin kışkırtmasıyla kendini bu dünyada daha iyi ifade etme yollarını bulan bir Tanrı gördüler. Bu vizyon, bizim kültürümüzle iletişime geçtiğinde pek çok kişi sadece savaş, barı ve karmaşa çözümünde değil, çoğu konuda paradigmal değişimin etkilerini göreceğimize inandı. “Her şey şu andaki muhalifliğimizin olumlu yönde çözülmesine bağlıdır. Ben şu an yaptığımız muhalefete kozmolojik sürecin sert açılarına da uyarak barış yerine yapıcı bir çözüm bulmayı kastediyorum. Bu açıdan ne şiddet ne de barış, evrendeki muhteşem başarılarla oluşan dönüşümlere uygun değildir.”

Güney Afrika’da toplumdaki ırk ayrımı konusunda çalışan Dr. Don Beck, çalışmalarında benzer evrim ilkelerini uyarladığı yeni bir kültürel gelişmeyi kullanıyor. İnsan doğasıyla insanın kültürünün derinlere bakılırsa aynı ilkelerle işlediğini ve evrende yaşayan her canlının sisteminde, kalbinde bunların bulunabileceğinden bahsediyor. Eğer gerçekten bu karmaşıklıkları çözmek istiyorsak nasıl işlediğiyle ilgilenmemiz gerektiği öğüdünü veriyor. “Yapılacak şey acil durumlarla nasıl başa çıkacağımızı öğrenmektir – barış değil, acil durum-

Barış yaratmaya çalışmak kapalı bir sistem içinde çalışıyoruz anlamına gelir, önce dinginlik, uyum ve birlik sağlarsınız ve her şey düzelir. Ama bu dengeli-durgun(homeostatik) düşüncedir. İnsan doğası böyle değildir. İnsan doğası evrimleşir, dinamiktir, sürekli değişir. Bu yüzden barış sağlama teşebbüslerini dengeli-durgun terazi düşüncesi üzerine kurarsak –bu grupla şu grubun çatışmasına son vermek- hiçbir işe yaramaz.”

Evrim ve insanın gelişim tablosuna uzaktan bakıp anlamak nerede, ne zaman, neden ve nasıl şiddet kullanılmalı gibi basit soruları cevaplamaz. Yapılacak en doğru şey Mezopotamya’nın kumlarında da bulunmaz. Ama en azından bu soruları sormak kendi amaçlarımızın ne olduğu konusunda ciddi olarak düşünmemizi, dünyamızı çevreleyen büyük karmaşaları düzeltmeye bakmamızı sağlar. Barış, pasifizm ve şiddet karşıtlığı, hiç şüphesiz, gelecekte kişisel ve politik yaşamlarımızdaki ahlaki yaklaşımlarımız kadar önemli rol oynayacaklar ama sahne ışıklarını ortaya çıkan diğer ruhsal değerlerle de paylaşmak zorunda kalabilirler. Bizim zengin kozmolojik ve biyolojik mirasımız ruhsal dürtüye, yaşayan sistemlerin içindeki evrim süreçlerini de içeren yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Kendi hayatlarımız da dahil olmak üzere hayatın gelişimsel süreçlerini ne kadar çok anlarsak içinde yaşadığımız çok boyutlu, karmaşık dünyaya uygun çözümler üretebiliriz. Bu sonuçların bizi daha kalıcı ve anlamlı bir barış ortamına götürmekte faydalı olacağını umabiliriz. Ama bu, tüm çabalarımızın nihai amacının bizzat barış olduğu anlamına da gelmez. “Eğer insanlar barışı evrimin önüne koyarlarsa ikisini de elde edemezler”, diyor Michael Nagler, “ama eğer evrime öncelik verilirse, her ikisine de kavuşurlar.”

(Not: “What is Enlightment?” Dergisinin izniyle yayınlanmıştır. Makalenin aslı derginin Ağustos-Ekim 2004 sayısında yayınlanmıştır. ©2004 “What Is Enlightenment? Press”. Hakları saklıdır. http://www.wie.org)

Konuk Yazar