Bu yazı dizisindeki amacım bir spiritüel insan kalıbı ya da sınırlandırmaları yaratmak değil ki bu zaten herkesin “eşsiz” ve “diğerinden farklı” olduğu gezegenimiz için mümkün de değil. Ben sadece kafamdaki bir idealin portresini sunmak istiyorum, böylece bir yandan da spiritüel olmaktan kendi ne anladığımı sizlerle paylaşmış olacağım.
Spiritüel insan, her şeyden önce dünyada yaşayan bir insan olduğunu ve bu gerçeğin ona sunulan ve sunulacak olan tüm kimlikler, roller ve değerlerden önce geldiğinin farkındalığını yaşayan bir varlıktır. Bu gerçeğin farkındalığını yaşayan insan, gerek toplumdan gelen, gerekse de spiritüel bilgi kaynaklarından ona sunulan kimliklerin ve rollerin cazibesine kapılıp, kendi gerçekliğini reddedip bastırmaz. İnsan, aydınlık olduğu kadar içinde karanlıklar, boşluklar barındıran da bir varlıktır ve yaşam süreci içinde bu boşluklara düşüp türbülansa yakalandığı veya karanlıkta kaldığı durumlarda söz konusu olabilir.
Bu durumlarda kimliklere ve rollere tutunmak iyi de gelebilir, fakat sürekli olarak kimliklere bağlı yaşamak insanın içindeki karanlık ve boşluklara bakıp onları aydınlatması fırsatını engelleyecektir. İşte spiritüel insan, içindeki karanlıklar ve boşluklara bakma ve gerektiğinde de onların içine cumburlop atlayabilme cesaretini gösterebilen kişidir. Roller ve kimlikler elbette olacaktır, tıpkı sahnedeki oyunun gereği olduğu gibi, ama iyi aktörlük kendini tamamen unutup kendini oynadığı rol zannetmek değildir. Hepimiz öncelikle dünya sahnesindeki insanlarız ve eş, dost, sevgili, master, shaumbra, ışık elçisi, evrenin yüzüsuyu hürmetine döndüğü kişi, Kleopatra, Atlantis rahibi, falanca gezegenin prensi, şifacı, bilge vs.’den önce İnsan’ız ve insanların sevapları kadar günahları, günahları kadar da sevapları olur. Spiritüel insan, sevaplarını ve günahlarını hiçbir savunmaya, gerekçeye sığınmadan, canını acıtacak kadar bir dürüstlükle, olduğu gibi kabul eden bir İnsan’dır. Çünkü tekrar tekrar söylememizi ve okumamızı ve anlamamızı ve yaşamamızı gerektiren en büyük gerçek, hepimizin her şeyden önce insan olduğudur.
Spiritüel insan, aklıyla gönlünü bir arada rehber edinmiş kişidir. Çevresinde her ne kadar manevi yönüyle gönüllere hitap eden bilgiler çoklukla yer alsa da; o, öncelikle dünyada yaşayan dünyevi bir varlık olduğunun bilgisiyle maddi yönünü asla ihmal etmez. Başka başka alemlerde yaşayan, çevresinden soyutlanmış ve neredeyse “kaçık” diye nitelendirilecek duruma gelmiş, bir an önce ölüp de başka alemlerde rahata ermek isteyen kişilerin çoğunun spiritüelliği, uyumlanamadıkları dünyadan kendilerini ayırmak, bir nev’i de kendilerini elitleştirmek için kullandıkları bir kimliğe çevirdiklerini, aslında özlerinde mutsuz olduklarını ve her şeyden öte bilgileri yarım yamalak anladıklarını görebilir. Bununla birlikte dünyada düşünsel ve ruhsal gelişim ve senaryonun zenginleşmesi açısından, sadece maneviyatı ya da sadece maddiyatı yaşayan, konularında uzmanlaşmış rahipler veya bilim adamları gibi kişiler de olacaktır elbet; ama işin püf noktası çevrede varolan tüm malzemeleri derleyip kendine özgü kendi yemeğini yapmaktır. Bunca renkli ve çeşitli malzemeden oturup tek tip yemek yapmak, her gün tuzsuz lapa gibi pilavı yiyen insan durumu yaratacaktır ki bu insan elbette mutsuz olup bir an önce daha güzel yemeklerin olduğu mekanlara kaçmak isteyecektir. Bunca değişik, çeşitli ve sınırsız malzemeden aklı ve gönlüyle kendine uygun olanları seçip farklı tatlarda yemekler yaratan insanın ise yedikçe yiyesi gelir. (Ayrıca bir gün nasılsa diğer alemlere terk-i diyar eyleyip oraların zaten hep baktığımız tatlarına geri döneceğiz, hazır gelmişken buradan tadalım yahu. Boşuna mı yaratıldı bunca alem yani madem öte taraflar bu kadar lezzetliydi de…) Ama tüm bunlar manevi bilgileri reddetme ya da yerden havada diye suçlama hali de yaratmaz spiritüel insanda; işin püf noktası yerle göğün bir edilmesi, beynin iki lobunun birlikte işlemesi, rahibin bilim adamıyla kucaklaşmasındadır.
Spiritüel insanın karşısına sayısız bilgi, bu bilgilere inanan sayısız insan ve öğrendiklerini deneyimleyebileceği sayısız deneyim çıkacaktır. Spiritüel insanı, başkalarından farklı kılan nokta hiç de okuduğu kanal bilgileri, kullandığı enerji teknikleri, yaptığı meditasyonlar veya gördüğü vizyonlar değildir; spiritüel insan, karşısına çıkan bilgileri akıl ve gönül birliğiyle değerlendirmesiyle, insanlarla içten ve samimi ilişkileriyle, deneyimleri farkındalıkla kabul etmesiyle farklılaşmıştır. Bununla birlikte farkındalığın “karşısına çıkan her olayı öğrendiği bilgiler eşliğinde kurcalayıp, altından mesajlar çıkartmaya çalışmak eylemi” olmaması gibi, içtenlik ve samimiyet de “ben herkesi seviyor ve olduğu gibi kabul ediyorum” nidaları eşliğinde palyaço gibi sırıtmak, bilgileri akıl ve gönül birliğiyle değerlendirmek de günde üç defa “ben BİR’im, ben VAR’ım, ben BÜTÜN’üm, hepimiz SEVGİ’yiz” sözlerini birbirine tekrarlamak ya da maillerde yazmak değildir. Evet, karşımıza çıkan her olayda kurcaladıkça sayısız mesaj bulabiliriz, fakat bu farkındalık değil bir süre sonra paranoyaklık yaratır. Karşına çıkanı kabul edip deyim yerindeyse “köküne kadar yaşama” hali, deneyimlenebilecek en büyük farkındalık halidir bence ve bu noktada yaşam da tatlı olduğu kadar acı deneyimlerin de olduğu ve her ikisinin de olduğu gibi kabul edilmesinin gerekliliğini de unutmamak lazımdır, yoksa bir noktadan yaşam süreci acıdan kaçma hali ve bu hali perdelemek için dış dünyaya rol yapma durumu yaratır ki bu da tıpta psikiyatri, reikide mental sembolün varlık nedenidir. Ayrıca kafayı uhulamış biçimde sürekli sırıtıp, birbirine “canım canım” nidaları eşliğinde sarılıp, sürekli kuşlardan böceklerden sevgiden BİRlikten falan bahsetmek de acıdan kaçma dürtüsüyle dış dünyaya sergilenen rollere güzel bir örnektir zannımca. Ha bu duyguları gerçekten içinde hissedip yaşayan kişiler de olabilir ama zaten onlar da SEVGİcilik, BİRcilik, CANIMcılık, BÜTÜNcülük vs. oyunları oynamazlar, görünce ruhlarında bu hali hissedersiniz.
Aslında yukarıda yazılanların hiç de yeni bilgiler olmadığını fark etmişsinizdir, hem de öyle çeşitli medyumlar aracılığı ile inen tebliğlerden falan gelen bilgiler değil bunlar; birebir “insan olmak” üzerine düşünen, yazan birçok insanın dile getirdiği düşüncelerin derlemesi. Peki o zaman “spiritüel insan” kavramının farkı nerede? sorusu aklınıza gelebilir, yanıtını da kendimce şöyle verebilirim: benim anladığım anlamda spiritüalizm, “kendini tanıma yolu”dur ve spiritüel insan da “kendini tanıma yolunda yürümeye çalışan insandır”. Bu çabası onu yaşamı diğer insanlara oranla daha keskin gözlemleme, inceleme ve tanımaya çalışma çabalarına iter ve eğer dengesini koruyabilip tırlatmazsa, yaşadıkları onu hep merak edilen “ben kimim? nereden gelip nereye gidiyorum?” sorularının yanıtlarıyla birlikte artan bir iç huzuruna ve yaşamdan gittikçe daha fazla haz alma haline götürecektir.
Sonuçta hepimiz dünya mozaiğinin insan adı verilen taşlarıyız ve tekrar tekrar söylenmesi gerektiği üzere: İNSANIZ. Benim için bu dünya üzerinde varolduğum sürece diğer tüm gerçeklikler ve kimliklerin ötesindeki gerçek budur.
2. Bölüm
Spiritüel insanın bendeki portresini bir önceki bölümde okudunuz, peki şu anki spiritüel camiadaki vaziyet nedir?
Kısaca şu biçimde anlatabilirim: Hani zamanında dükkanlarda bol bol karşımıza çıkan bir illüstrasyon vardı: “peşin alan, veresiye veren” şeklinde tasvir edilen iki işyeri sahibi. Birisi kasasının önünde gevrek gevrek gülümsüyordu, diğeri “vah vah!” durumlarında dövünüp duruyordu. Her ne kadar durumun muhteviyatı açısından konuyla ilgisi olmayan bir resim gibi dursa da ben özellikle o “vah vah!” haline dikkat çekmek isterim. Çünkü aynayı kendimize döndürdüğümüzde “vah vah!”lık çok halimiz mevcut ve bu aynaya can yakıcı bir dürüstlükle bakmalıyız ki hem olanı görüp kabullenelim, hem de gerekli düzenlemeleri yapalım. Maalesef bugüne kadar aynaya baktığımızı zannedip yerdeki ciladan yansıyan görüntümüze çok takıldık, çünkü kafamızı yerden bir türlü kaldırıp gerçeğimizi göremedik, üstüne üstlük yerden yansıyanı da kendimiz zannettik. Artık kendimizle yüzleşme vakti geldi ve ilk etapta göreceklerimiz hiç de hoşumuza gitmeyebilir.
Biz bu bilgilerle tanışmadan önce kendiyle pek de barışık olmayan, mutsuz, kendine güvenmeyen, sürekli korkan ve kim olduğunu ve ne yapacağını bilmez halde sürüklenen kişilerdik. Sonra karşımıza bu bilgiler çıktı ve önce “tanrılar” olduğumuzu öğrendik, ardından ne kadar güzel varlıklar olduğumuz söylendi ve ne kadar çok sevildiğimiz, daha da ötesinde dünyaya gelmeden önce başka gezegenlerin prensleri prensesleri olduğumuza dair bilgiler geldi, çeşitli varlıklar önümüzde yerlere kapandıklarını söylediler vs… Bu söylenenlere öyle şevkle atladık ve kabullendik ki birden ne olduğumuzu şaşırdık ve resmen allahımız şaştı. Hemen içsel evimizin duvarlarındaki, kirişlerindeki çatlaklara bir güzel sıva çektik, tıpkı belediyenin hasarlı raporu verdiği evin sıvanması gibi ve içine geçtik oturduk. Hatta bir sürü insanı da oturmaya davet ettik. Ama esas sorunlarımız orada aslanlar gibi duruyordu ve biz sadece üzerine sıva atmıştık, görüntü güzel olduğu için de durumun farkında değildik ve eninde sonunda o ev, Konya’daki apartman gibi göçecekti ve bir kısmının da göçtü de… İşte ben de kendimce evlerdeki hasarları hatırlatmaya çalışıyorum elimden geldiğince önce kendime, sonra da sizlere…
Sevgili arkadaşlar, her şeyden önce en büyük hatayı şurada yapıyoruz. Bizler insanız, ama bunu reddediyoruz ve gidip melekler gibi yaşamaya çalışıyoruz. Spiritüel bilgileri okuyanlar bu bilgilerin cazibesine kapılıp hemen kanatlanmaya ve tepesine hale takmaya çalışıyor. Ee sonuçta da ortaya beş yaşındaki çocukların müsamerelerde giydiği melek kostümlerine benzer bir komik görüntü çıkıyor ki bir de durumu ciddiye alma haline de girildiği için tam eğlence çıkıyor dışarıdan bakanlar için. Ha bir de bunun melekleşecem diye kasılanları var ki onlar tıpkı fıkralardaki gibi matkapla sırtlarını ve tepelerini deldiriyorlar ki kanatlar ve hale yerleşebilsin. Bu kardeşlerimiz de bu uğurda düzülseler bile seslerini çıkartamıyorlar ve evrende bunların istekleri doğrultusunda onları düzdükçe düzüyor ta ki seslerini çıkartmama halinden “yeter!” diyene kadar.
Bizler insan olduğumuz gerçeğini reddettiğimiz sürece duygularımızı da bastıracağız, kendimizi de ifade edemeyeceğiz, eksikliklerimizi de reddedip gelişim şansımızı engelleyeceğiz, gerçek gücümüzü de görmeyeceğiz. Yahu kutsal kitaplarda meleklerin Adem’in önünde secde ettiğini söyler, Adem’in torunları meleklere özenip Ademliklerini reddeder. Yok kardeşim, ben her şeyden önce insanım, o kadar!!!
İkincisi maşallah maneviyat açısından aslanlar gibiyiz, hele konu edebiyat parçalamaya geldiğinde milleti kendimize hayran bırakıyoruz da konu az biraz teoriden pratiğe geldiğinde ışık görmüş tavşan gibi çakılıp kalıyoruz. Çünkü dünyayla bağımız hiç de sandığımız gibi iyi değil. Dördüncü çakradan yukarısı hemen herkeste aslanlar gibi çalışırken ilk üç çakra hak getire, sanki onlar yok. Hatta bir kısmımıza “kök şakradan geliyor bu sözlerin” manasında cümleler kurmak hakaret gibi geliyor çünkü ilk üç çakra aslında hakir gelen dünyayı temsil ediyor. (Gidip 2. çakran süper çalışıyor deyince bozulan adam, tepe çakran aslanlar gibi deyince boynunuza sarılıyor) Böyle reddediyoruz işte resmen benliğimizin yarısını ve bu da hayatımıza yansıyor haliyle; sonra da söylediklerimizle yaptıklarımız uyuşmuyor veya bilgileri hayata geçiremiyoruz diye kızıp duruyoruz kendimize ve birbirimize.
Benim kendimce iki dünyayı bir etmek için bulduğum yöntem şu: birincisi söylediğim sözlere uygun yaşamaya çalışmak ve sözlerimin arkasında durmaya çabalamak. (Yüzde yüz yapıyor veya beceriyorum demiyorum, ama yapmaya çabaladıkça başarma yüzdem artıyor zaman içinde), ikincisi dünyaya dair ne varsa okumak, öğrenmek ve yaşamaya çalışmak. Ben sadece ruhsal gelişim kitapları, spiritüel kitaplar falan okumuyorum, onlardan daha fazla mesela tarih, mesela popüler kültür, mesela psikoloji, mesela felsefe, mesela best-seller vs. kitapları okuyorum. Okudukça da şunu görüyorum ki benim spiritüel kitaplarda okuduğum bilgiler falan hiç de yeni değil ve aslında binlerce yıldır tekrarlanan şeyler, aradaki tek fark bilginin sunuluş biçimi ve ben spiritüel kitapların sunuş biçiminin tadını sevdiğim için o bilgiyi bu şekilde alıyorum. Ama aynı bilgiyi bambaşka bir sunuş biçimiyle alanların da olduğunu biliyorum, bu da benim esneklik katsayımı arttırıyor.
Üçüncü sorun gelen bilgilerin akıl süzgecinden geçirilmesi daha basit ifadeyle aklın kullanılması durumunda ortaya çıkıyor ki maşallah deyim yerindeyse şeyim hıyar diyene tuzla koşma konusunda eşsiz bir istikrar var bu camiada. “Ulan bi dakka, bu herif ne diyor, saçmalıyor mu, niyeti ne” falan sorularını soran çok az. Adam medyumum diye ortaya çıkıyor sonra alıyor eline kalemi yazıyor allah yazıyor, benim ezberci eğitim sistemden gelmiş ve yazılı bilgiyi kanun kabul eden insanım da hüpür hüpür götürüyor önüne çıkanı. Hele ki o bilgi kişilere veya gruplara belli bir kimlik veriyorsa seyreyleyin şenliği. Ortalık bir anda indigolarla, shaumbralarla, ışık işçileriyle, Lemuryalılarla… falan doluyor. Ha bu noktada kanal bilgilerine karşı olduğum gibi bir anlaşılma olmasın, bilakis kendilerinden çok da faydalanmışımdır, ama benim için kanalın kimliği değil söyledikleri önemlidir. Kryon’dan çok şey öğrenmişimdir ama bu Kryonik olacağım veya hele 2002 tebliğlerinden sonra Kryon hakkında kafamda soru işaretlerinin artmayacağı anlamına gelmez. (Ayrıca ben kanalın ne dediği anlaşılanını ve ayakları yere basanını severim. Yok öyle ortalama cümleler savurup da, bir sürü sembollerle konuşup, bir de ortamı gazlama muhabbetleri falan)
Hele “heriflerin niyeti ne?” hususu ise çok önemli bir nokta. Karşımıza çıkan bir sürü bilgi ve kişinin olumlu ve olumsuz ayrımlarını yapabilmemiz için sadece gönlümüz yeterli değil, mutlaka aklımızın kullanımı şart. Maalesef olay genişledikçe dinlerde görülen inanç sömürüleri bu alanda da haliyle yoğunlaştı. Kendilerine mürit yaratıp iktidar hırsını tatmin etmek isteyenlerden tutun da, çeşitli tekniklerin kafa karıştırarak pazarlanması suretiyle etraftaki şaşkın tavukları sersemletip düzmeye kalkanlara kadar bir sürü tip peydahlandı. Bunların daha da tehlikelisi ise gerçekten iyi niyetle hareket eden ama bildikleri yarım yamalak olan tipler ki esas akıl-gönül birliği bunları tanımlamak için şart. Hadi karşınıza çıkanların sahtekar mı, değil mi olduğunu (herkes de sahtekar değil hani, gerçekten doğru düzgün bir sürü de tip var) anlayabilirsiniz, ama size yardım elini uzatan ve gerçekten de yardım etmeye çalışan ama aslında kaş yapayım derken göz çıkartacak kişileri çok zor anlarsınız ve anladığınızda da durumu toplamak adamın iflahını gevretebilir.
Benim özellikle kafamın karıştığı durumlarda kullandığım bir ölçüt vardır ki özellikle mesela en yakın gördüğüm arkadaşımın farkında olmadan bana neler edebileceğini erkenden anlamamı sağlamış ve uyarı olmuştur. Bu her türlü durum ve bilgi için de geçerlidir: “ÖZden gelen gerçek bilgi insanı sınırlandırmaz, önüne şartlar koymaz, bağımlılıklar yaratmaya çabalamaz ve özgürleştirir”. Bunun tam tersini yapmaya çalışanlar ise zaten ÖZ’ün bilgisi değildir benim için ve “kalsın ben almayayım” derim. Bir de özellikle her türlü master, rehber vs. için bir ölçütüm şudur:
“Gerçek master, masterlar yaratır. Kişileri kendine bağımlı kılmaya çabalamaz”.
3. Bölüm
Önce olması gerekeni çizdim kendimce, sonra da olanı ama olumsuz yönleriyle, şimdi gelelim bir de portrenin güzel yanlarına…
Aslında genellikle önce olumluluklar söylenir sonra olumsuzluklar, ama bu bende tam ters biçimde tekabül etmiş. Önce olumsuzlukları söylerim sonra olumluları, bu tıpkı benim biber dolması yiyişim gibidir. Tabakta hiçbir şey bırakmama huyum vardır gerekmediği müddetçe. Biber dolmasının içini de çok severim, ama kabuğunu pek sevmem. Eee kabuğu da bırakmak istemediğim için önce sevmediğim tarafını yerim ki işin zevkli kısmı sonraya kalsın. Hayatım boyunca da bu böyle oldu. İşin önce hep sevmediğim tarafını hallettim ki sonradan seveceğim tadı daha keyifle alayım. Bu seride de aynen böyle oluyor. Şimdi gelelim işin keyifli kısmına…
Eleştirmek demek bir şeyi yıkmaya ya da yok etmeye çalışmak değildir ve benim eleştirilerim de artık birlikte yaşadığım ve konuyu daha rahat anlatabilmek adına “spiritüel camia” olarak nitelendirdiğim kişilerin inançlarını ya da yaşam tarzlarına saldırmak ya da yıkmak değil ki ben zaten tüm bu konuştuklarımın son on senedir tamda ortasındayım. Ben bir nevi SWOT analizi yapmaya çalışıyorum ki güçlü yanlarımızı, güçsüz yanlarımızı görelim ve önümüzdeki gelişim fırsatlarını ve karşımıza çıkabilecek zorlukları önceden görebilelim. (SWOT analizi, şirketlerin kendilerini değerlendirmek için kullandıkları bir yöntem biçiminde açıklanabilir. Strength, Weaknesses, Opputunities, Threats şeklinde açılımı vardır) Şimdi gelelim olumlu yanlara…
Bir kere her şey ama her şeyden önce en büyük güzellik kişilerin iyi niyetli olması!!! Birbirimizi eleştirip kapıştığımız noktalarda bile tartışmalarda kimsenin iyi niyet konusunda bir şüphe taşımadığını gözlemliyorum. Yalnız şunu da belirtmem lazım bu sözlerim tüm herkesi kapsamıyor. Bu konularla ilgilenen onca kişinin hepsinin birden iyi niyetli olduğunu söylemek zor. Arada provokatörü var, inançları sömürüp para kazanmak isteyeni var, üstünlük egosunu tatmin etmek isteyeni var falan filan. Ama bunların oranı genel kitleye bakıldığında çok çok yüksek yüzdede değil. Aynı zamanda ben “kendini tanıma yolunda yürümeye çalışanları” tanır ve bilirim, çünkü çevremde hep o tarzda kişiler oldu. Mesela gece gündüz UFO gözleyip, paranormal olaylarla ilgilenen ve olayın düşünsel boyutlarına girmemiş kişilerde var ve bunlar benim “spiritüel insan” tanımlamam içine girmiyor. Ben “ben kimim? ne arıyorum buralarda?” gibi sorularla içsel yolculuğuna atılmış kişileri kastediyorum. Bunu bir ayırt etmek istedim. 🙂
İyi niyetten bahsetmiştim. İster en zeki, en bilge olsun; ister en saf, en rahat kekleyebileceğiniz ya da en şaşkın tavuk ya da başkasının tarzı kendisininkine uymadığı için sinirlenenler… ben kimsede pek art niyet görmedim ve en art niyetli düşünebileceğiniz kişinin bile mesela sizin tekniğinizi beğenmediği için sizinle kapışan, art niyetinden değil derdini doğru düzgün kelimelerle ifade edemediği ya da iletişim sorunlarından böyle hareket ettiğini gözlemledim. Nitekim kanlı bıçaklı birçok kişinin karşı karşıya gelip öpüşüp barıştığını da gördüm. İyi niyet çok önemli ve değerli bir meziyet ve çok şükür ki çok az bir kitle hariç çoğunlukta mevcut.
Dürüstlük de çok değerli bir meziyettir ve yine çok büyük bir çoğunluk da bu da mevcut. Ha dürüst olmadığımız noktalar daha çok kendi iç dünyalarımızda ve birbirimizle konuşurken kullandığımız savunma mekanizmalarında mevcut. Ama ben kimsenin diğerini üçkağıda getirmeye çalıştığını da görmedim. Gerçi bu cümleleri yazdım ama bir anda son on sene içinde gördüğüm olaylar aklıma geldi. Evet büyük çoğunlukla mevcut ama… ama’larını da gördüğüm bir sürü olay da oldu yani. Daha çok gördüğüm olaylar arkadaşların birbirlerini kolaylıkla satmaları şeklinde vuku buldu, ama yine de benim direk başıma bu olayların gelmemesi ve diğer tarafları pek dinleme fırsatım olmadığı için satma kelimesi de ağır kaldığını düşünüyorum. Görüldüğü üzere kafam karıştı iyi mi? 🙂 Yine de şunu söyleyebilirim ki bu anlaşmazlıklar çoğunlukla yanlış anlaşılmalar veya güçlü egolar nedeniyle olsa da bile bile yalan söyleyeni de az gördüm ve bu çok güzel bir durum bence. Ama sonuçta insanız ve sürekli kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz, umarım herkes durumlardan gerekeni alıyordur.
Özellikle durduğum nokta aklını kullanma. Ama aklını kullanabilme için de akla girecek malzeme gerekiyor ve bu da okumakla sağlanıyor. Okuma oranının düşük olduğu bir ülkeye göre harika bir yüzde var bu camiada, hatta kişilerin birbirine çoğunlukla uyarısı da “yeter artık okumaktan kafayı yiyeceksin” veya yakınmaları “yoruldum yahu biraz okumaya ara vereceğim” oluyor. Yani okumamaktan değil, okumaktan şikayetçi bu camia ki bu da absürd bir durum. Tabii bunda bu bilgilerle ilgilenenlerin neredeyse %90’ının üniversite mezunu olması ve okuma alışkanlıklarının bulunması da etkili. (bu sayıyı tahmini attım ama bunu bir şekilde araştıracağım) Okuma yüzdemizle, okuduklarımızı akıl süzgecinden geçirme süreci yüzdesini birbirine yaklaştırdığımızda olay bitmiştir arkadaşlar. (Karşımıza çıkan her bilgi; evet, karşımıza çıkması gerektiği için çıkmıştır! Fakat bu durum onun illa doğru yönü işaret ettiğini söylemez. ÖSS’de bir sorunun beş yanıtı vardır, ama doğru olan sadece bir tanedir. Yanlış yanıtlar da karşımıza çıkması gerektiği için çıkmıştır çünkü sınavın esprisi budur. Doğruyu, yanlışlardan ayırabilme yetisi kimde en fazlaysa o kazanır. Benim anlatmaya çalıştığım bu işte. Aklımızı kullanarak bizi sınırsızlaştıran, bağımlılıklardan kurtulmayı işaret eden, özgürleştiren doğru yanıtı bulmak. Çünkü ÖZ’ün doğrusu ruhun özgürlüğündedir.)
Kendinden şüphe etmek ve güvensizlikler de aslında çok güzel özellikler bence. Ama bu, bu şüpheler ve güvensizliklerin üzerine gidip onlarla yüzleşme cesareti olduğunda “güzel” anlamını kazanır, çünkü insana gelişim fırsatı yaratır. Yerinde sayıyorsa kişi bu “güzellik” fırsatı elinde patlar ve hiç de şık durmaz hani. Bunun bir de tersi aşırı güvenli haldir ki bu güvensizlikten daha tehlikelidir. Çünkü kişi sadece göründüğünü sandığı şeyi görür ve kasım kasım ortalarda gezinir. Çok şükür ki evren güvensizin prangalarını kıracak, kasıntının kıçını yere vurduracak deneyimleri onlara gönderir ve gelişimleri için fırsat yaratır. Bizim camiada ise yoğun bir güvensizlik hali revaçtadır, kasıntıların ise pek şansı olmaz “egolu” diyerek şutlanır veya “öyle sevilip kabul edildiğine” dair onaylamalar eşliğinde gene şutlanır. 🙂 Kendine güvensizlikler içlerinde muazzam bir gelişim potansiyeli taşıması açısından güzeldir de güzel olmasına bir süre sonra adamın kendine güveni gelse bile “egolu” derler mi acaba korkusuyla gıkını çıkartamaz hale gelmesi nedeniyle gene absürddür. (Bu camiada adama “p.şt” de, “i..e” de ama “egolu” deme arkadaş. En büyük hakarettir mazallah. Biri hakkında öyle desin kırk gün hipoyla yıkansan çıkartamazsın o sözü.) Ha bir de “kendimizi ne kadar tanıyoruz ve neyimizi tam düzeltebildik ki bu kadar güvenli ve rahat konuşuyoruz” tavrı da vardır ki adamı hem paranoyak yapar, hem de ayağa kalkmasını engeller. Bunu bir de gerçekten güvenilir ve kişilerin sözlerini dinlediği kişilerden duymak adamı daha da delirtir, çünkü bu kişiler bu tavır içinde ayağa kalkmadıkları için meydan 3-5 yarım yamalak bilgiye tutunan dingozlara kalır, onlar da ortalarda gek gek dolaşıp ortalığı birbirine katarlar.
Arkadaşlar aynanın karşısına geçip kendini acımasızca dürüst değerlendirmek demek yüzde çıkan sivilceler için sokağa çıkmaktan vazgeçmek demek değildir. Esasında acımasızlık kendinin olumsuz yönlerine bakabilmek de değildir, kendi güzelliğine gözlerini kaçırmadan doya doya bakabilmektir. Maalesef birine “sen iğrençsin” dediğinizde karşınızdakinin kolayca kabullendiği ama “sen ne güzel varlıksın” dediğinizde elinin ayağına dolaştığı absürd bir gezegendeyiz. Bu durum dil kodlamalarımızda bile görülebilir. Birine hakaret edin alabileceğiniz yüzlerce yanıt; savunma; saldırı; karşı küfür kelimesi varken, iltifat ettiğinizde veya güzel bir şey söylediğinizde “teşekkür ederim”den başka verilen bir yanıt yok (Bir de “evet öyleyim” var ama o çoğunlukla olumsuz karşılanıyor). İşte kendimize acımayacağımız nokta güzelliğimize başımızı kaldırıp bakabilmek olmalı ki gelecekteki nesiller için güzel cümleler karşısından “teşekkür ederim”den daha fazla yanıt verebilme fırsatı olabilsin.
Dönüp dürüstçe kendimize bakalım ve bizim dışımızdakilerle bir kıyaslayalım her ne kadar bunu pek sevmesek de. Bu yazıyı okuyabildiğinize göre internete girebilecek maddi olanaklara sahipsiniz ki bir kısım belki kafelerden veya okullarından giriyor olsa ve maddi sıkıntı yaşıyor olsalar bile durum ümitsiz değil. Yine çeşitli zorluklara rağmen aç değilsiniz açıkta değilsiniz. Eğitim düzeyiniz üniversite çoğunuzun, olmayanların da diploma dışında eksiği yok. Yani en temel ihtiyaçlar karşılanıyor ve toplumun A ve B düzeyi olarak nitelendirilen düzeyindesiniz. Bunlar önemli çünkü karnı aç adama tanrı bile ekmek dışında bir formda görünmek istemez diye bir laf vardır.
Şimdi gelelim diğer kısımlara. İyi niyetlisiniz, kendinizi geliştirmek için var gücünüzle çalışıyorsunuz, düşünüyorsunuz, sorguluyorsunuz, özellikle eksikliklerinizin üzerine gidiyorsunuz. Kaderini eline almanın ne olduğunu ya çok iyi öğrenmişsiniz, ya da öğrenmek üzeresiniz. Çevrenizde çok da sevilen birisiniz çünkü diğerlerine göre daha pozitifsiniz ve yüzünüz gülümsüyor ve her şeyden öte iyi niyetlisiniz. Sözünüz dinleniyor ve çevrenizi etkiliyorsunuz çoğunlukla. Bunlar çok çok önemli özellikler.
Evrenin işleyiş prensibini gittikçe daha fazla öğreniyorsunuz ve niyetlerin, inancın tek bir kişide olsa bile neleri değiştirebileceğini de biliyorsunuz. Keza içsel dünyanızın dışarı olduğu gibi yansıdığını ve diğerlerini etkilediğini ve ruhları sıkıntılı onca insanın arasına tek bir pozitif, gülümseyen birinin girdiğinde bile hepsine bu özelliğini bulaştırıp onları etkilediğini de görüyorsunuz. Her bir kişinin içsel durumunun gezegenin ortak titreşimini etkilediğini ve gülümseyerek hayata bakan her bir kişinin titreşimi yükselttiğini ve büyük etkiler yarattığını tam hissedemiyorsanız bile en azından okumuşsunuzdur. (Karanlıkta tek bir mumun bile ne kadar uzaktan görülebileceğini hatırlayın. Binlerce karanlıkta bekleyen ruhun arasında tek bir aydınlanmış kişi de bu etkiyi yaratır ve aynı fıkradaki gibi ışığı gören de gelir hani) Yani manevi yönden de durum hiç de fena değil hani!!!
İşte potansiyelimiz çok kısa bir özetle bu arkadaşlar. Tüm bu şartlar altında biz kendi potansiyelimizi fark etmeyip, değerlendirmediğimiz sürece, meydan bunu yaptığını iddia eden bir sürü gek gek’e kalıyor ki koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi deme durumu ortaya çıkıyor. Hem bir yandan da keçileri, henüz koyun olmadıkları ama olabilecekleri durumunu hatırlatma fırsatından mahrum bırakıyoruz.
Her şeyden öte de iç huzurunu hissederek, aynada ve hayata karşı gülümseyerek yaşamanın keyfini hepimiz bir şekilde biliyoruz. Çevremizden ve dünyadan ve evrenden önce kendimiz için başımızı kaldırıp aynaya bakmalı ve güzelliğimizi görmeliyiz. Sadece görmek de değil, o güzelliği sonuna kadar kabul edip ruhunda hissetmek de lazım ve bunu ifade edebilmek de… (Bunu hissederek yaptığımız vakit de kimseden “megaloman” damgası falan yemeyiz) Bunu yapabilen kişilerin sayısı arttıkça, bu hal çevredekilere de yayılacak ve dünyanın bütününü de etkileyecek. İşte bir gezegeni değiştirmenin temel işleyiş prensibi de budur arkadaşlar.
Geldik son ama en önemli, en güzel yönüne işin… Bu cümleleri yazabiliyorum çünkü bu gözlemleri yapabildiğim ya da öğrenimleri kazanma olanağı yaratan o kadar çok kişi var ki etrafımda. Yazdıklarım sadece konuşulanların bir derlemesi aslında. Aynada kendine bakan ve gördüklerini yavaş yavaş kabullenmeyi öğrenmiş insanlar henüz azınlıkta ise de aynada gördüğü kendini tanımaya çalışan veya bakma cesaretini toplamış ve bakmaya hazır veya en azından bakma düşüncesini kabullenmiş çok fazla kişi var ve esas çok güzel ve çok umut verici ve harika.
Gelecek konusunda gerçekleşebileceği söylenen bir sürü olumsuz senaryo dolanıyor etrafta veya umutlar 2012 gibi tarihlere bağlanıyor falan. Ama şunu söyleyeyim mi gelecek konusunda özellikle de dünyanın geleceği konusunda hayatımın bir dakikasında olsa bile en ufak bir umutsuzluk ve karamsarlık taşımıyorum. Bilakis harika şeyler göreceğimizi biliyorum, bunun için dünyanın potansiyeline bakmama bile gerek yok; çevreme bakmam bile yetiyor…
Siz de görmek istiyorsanız bu potansiyeli önce aynada kendinize iyice bir bakın, sonra da çevrenize… 😉