Hindistan’ın kutsal Ganj’ının Rishikesh’ten geçtiği yerde duruyorum ve nehrin safir parıltısı beni büyülüyor. Pek çok fasetalı yüzeyinden canlı bir parlaklık akarak havayı,kıyıdaki beyaz kayaları ve hatta onlara yukarıdan bakarken ayaklarımı dönüştüyor. Çevreme bakmak için arkamı dönüyorum ve aynı ışıltılı parıltının her şeyden yansıdığını görüyorum: kıyıdaki kayalıklar, kutsal adamların kemiksi zayıflıktaki vücutları, bir deri bir kemik kalmış olan bir inek, daha ilerdeki tepelerin binaları. Şaşırarak gülmeye başlıyorum. 1 haftalık sessiz meditasyonda inzivayı yeni bitirdim. Bu, karanlık aşram ve onun katı rejimin dışına ilk çıkışım. Algım yükselmiş durumda – renkler titriyor, akan nehirden sessiz bir kükreme geliyor, ve bu sıra dışı dünyanın tamamı şeffaf, içeriden aydınlatılıyor. Sanki uzanıp gerçekliği yırtıp altında yatan alevi ortaya çıkarabilirmişim gibi bir his var içimde. Ama sıradan anlamıyla “ben buradayım ve dünya orada” düşüncesi gitti. Aradaki tüm boşluklar doldu – her şey Bir – ve ben bundan ayrı değilim. Tamamen boşum ve doluluk her yerde. Gülüyorum: varlığımın hafifliği bir çeşit kelime oyunu. Yıllar sonra öğreneceğim ki bu algı guru zihnine sadece küçük bir göz atmaymış.

Doğuda Batılı bir arayışçı – bu 60 ve 70lerin mutlu hipi günlerinden klasik bir sahne değil mi? Ama bu 90lardı, Hindistanda Amerikalı spritüel öğretmenimle birlikteydim ve bir hipi değilim. Batılıların aydınlanma için Doğu’ya gidişinin ve Zen mastırlarıyla Hindu yogilerinin Batı’ya gelişinin 70lerde birkaç kez tavan yaptığı altın yoğunluk dönemi sona ermişti. Bu çapraz döllenme sonucu binlerce çiçek açtı – küreselleşen dünyanın pek çok kez belirtilen sonuçlarından biri. Her gece haberi bize küreselleşmenin dinsel çelişki için dünyada bir zemin yarattığını gösterirken; spritüellik hakkındaki sayısız kitabın, pek çok dövüş sanatı stüdyosunun, yoga ve meditasyon derslerinin de artan küresel bağlantılarımızın bir parçası olduğunu pek fark edemiyoruz. Tipik batılı maharetiyle, Tanrı’nın ve Benliğin pek çok patikasında atan mistik kalbin benliğin ötesinde olduğunu ortaya çıkardık. Filizlenen dinler arası hareket – dini gelenekselciler tarafından endişeyle bakılsa da – değişik inançlar arasındaki benzerliklerin giderek daha da farkına varılmasının sonucudur. Dinsel ayinler ve feda etmenin kalın kabuğunu kırarak kutsal geleneklerin şifresini çözdük. Bu, müthiş bir insan başarısı. Ve bu kim olduğumuz ve neden burada olduğumuza dair devam eden arayışımızın bir vasiyeti.

Ancak, daha geniş bir tarihi ve sosyal içerikteki temahülü göz önüne alırsak, kendi deneyimim doğrultusunda, şu aralar filizlenen spritüel arayışın bizi nereye götürdüğünü merak ediyorum.Bugünün spritüel marketinde mevcut olan bireyselleştirilmiş spritiüel yolları tasarlayarak çok daha fazlalarımız din içeriğinin dışında bir arayışa gidiyor. Religio, İngilizcede “din” anlamına gelen “religion” kelimesinin kökeni, bağlamanmak anlamına gelir – Mutlak olana, ve aynı zamanda kim olduğumuz ve neden burada olduğumuza dair paylaşılan bir kültürel anlayış içinde birbirimize. Bu eşsiz postmodern spritüellik – her birimizin tek bir dinde olması – bizi gerçek ve tek bir küresel kültüre bağlama kapasitesine sahip mi? Yoksa daha fazlasına mı ihtiyacımız var?

Geçtiğimiz yıllarda, mistik boyutu arayan ve ona doğrudan ulaşma imkânı bulan kişilerin sayısı ciddi oranda artş gösterdi. 1962 ve 1994 yulları arasında “dini ya da mistik bir deneyim” yaşadığını söyleyen Amerikalı yetişkinlerin sayısı %22’den %33’e çıktı. Bu rakamlara özellikle Baptist ve diğer temel Hristiyan mezheplerinin bir parçası olan din değiştirme de dahil olsa da, kendini geleneksel bir dinin parçası olarak gören Amerikalıların sayısı azaldı, ve hiçbir dine ait değilim kutusunu işaretleyenlerin sayısı son 10 yılda ikiye katlandı. Bu alışılmadık “hiçbir”ler, Katolikler ve Baptistlerden sonra muhtemelen ülkedeki en büyük üçüncü grup – sayıları yaklaış 29 milyon kişiye denk geliyor. 2001 araştırmasına göre, “hiçbir”lerin üçte ikisi Tanrı’ya inanıyor, üçte birinden fazlası kendini dindar olarak görüyor ve spritüellik üzerine pek çok kitap alıyorlar. Spritüel deneyim yaşayan insanların sayısındaki artışa ve geleneksel dini anlayıştaki düşüşe bakarsak, mistik deneyim yaşayanlarımızın çoğunun kendi alışılmadık yöntemlerinde bunu deneyimledikleri çok olası görünüyor.

Ben kesinlikle bir “hiçbir”dim ki Katolik bir ailede yetiştiğimi ve rahibe olmayı düşündüğümü göz önünde bulundurursanız bu epey ironik bir durum. Hayatıma daha derin bir temel arama isteği beni Rishikesh’e yönlendirdi. Kendime müthiş bir hayat yaratmamış değildim: sevgi dolu bir ailem, harika arkadaşlarım, sürekli devam ettiğim Budist meditasyonlarım, kocaman bir kalbi olan zeki bir adamla devam eden bir ilişkim, bana güven veren ve duygusal merkezimde olan bir işim vardı. İşime karşı duyduğum tutku – kızların gelişimi ve kadınların özgürleşmesi – hayatımda gizemli bir güçtü. Liseden itibaren her kritik hayat ikileminde buna daha derin bir bağlılık gösterdiğimde dünya önümde açılıyordu. Daha çok risk aldıkça, daha fazlası olası hale geliyordu. Bu beni Harvard’da aktivistlik uzmanlığına, sıra dışı bir kadın araştırmaları grubuna, çoksatan bir kitap yazmaya ve hatta Oprah’nın şovuna çıkmaya yönlendirdi. Annemin beni iyi bir eş ve anne olarak yetiştirdiğini düşünürsek, gelişmeler karşısında oldukça şaşırıyordum. Yine de hayatım sanki dayanıksızmış gibi geliyordu, sanki ani bir rüzgâr bir araya getirdiğim her şeyi silip süpürebilirmiş gibi. Çoğunlukla yapay ve içi boş hissediyordum. Böylece bir çocuk sahibi olmanın her şeyi değiştirip değiştiremeyeceğini merak etmeye başladım. Ama bu, dünyaya bir çocuk getirmek için korkunç bir neden değil miydi? İyi bir terapistin yardımıyla duygusal drama kullanmaktan vazgeçtim. Bunun yerine zorlu bir projeden diğerine geçmeye ve ihtiyacım olmayan şeylere deli gibi para harcamaya başladım. Bazen bir çift ayakkabının düşüncesi tüm hafta peşimi brakmıyordu.

Böylece, daha derin bir şeyler bulabilmek için Rishikesh’teydim. İnziva esnasında öğretmenimin yönlendirmelerini takip edince o tuhaf ayrılık hissi ve bitmek bilmeyen arayış yerini hayatın kusursuz iyiliğini fark edişin harikalığına bıraktı. Mutlak Birlik’i bir kez olsun deneyimlemiş olan milyonların arasına katıldım. Mistik yolun genelde birkaç cesur ruh (dini geleneklerin “özel güçler”i) için ayrılmış olduğunu düşünürsek, bu rakamlar sersemleticiydi. Görünüşe göre önemli bir şeylerin eşğindeyiz. Ama tam olarak neyin? Yeni Çağ’ın en çok inanılan kahinlerinden bazıları – Deepak Chopra, Eckhart Tolle, ve Barbara Marx Hubbard bunların bir kaçı – bu delillerin küresel bilinç dönüşümü sürecinde olduğumuzun göstergesi olduğunu söylüyor. Popüler Kültürel Yaratıcılar kitabının yazarı Paul Ray, Amerika’da 20 milyon kişinin “uyanma sürecinde” olduğunu tahmin ediyor. Ve Ray yakın zamanda Amerika ve Avrupa’da yaklaşık 5 milyon kişinin sabit bir kişisel uyanmaya çok yakın olduğunu belirtti.

Bunlar zorlayıcı haberler olsa da, spritüel deneyimdeki bu dalgalanmanın gerçek anlamı deneyimlerin kendilerinden ne anladığımıza göre değişir. Üstün zerafetin hâkimi anlar; temelciler, fatalistler ve özgürlüğün çağdaş arayışçıları tarafından deneyimlenmiştir. Ancak, temelciler deneyimi inandıkları Tek Bir Tanrı ile olan kişisel ilişkilerinin geçerli kılınması olarak görürler. Dini içerik orada değilken ne olur? Yani spritüelliği geleneklerden uzaklaştırıp üstünlüğü kendi başına deneyimlediğimizde…

Üniteryen Evrenselci bir papaz spritüellik ve dinin aşk ve evlilik gibi olduğunu iddia ediyor. “Evliliği kapsayan ve güçlendiren gelenekler ve yasal yapılanmalar olmadığında, aşk her zaman alev alma veya kör vadilerde yuvarlanma tehlikesi altındadır; ortaya çıktığı hızla kaybolabilir”. Ancak günümüzün postmodern içeriğinde yaşayan pek çoğumuz için din kelimesinin kendisi boş ritüeller, katılık, zamanımızın çok dışında kalmış bakış açılarına sadakat gibi şeyler çağrıştırıyor. Son dönemde yapılmış bir anket her 5 Amerikalıdan 1’inin kendini “spritüel ama dindar değil” olarak nitelendirdiğini ortaya çıkardı, bunların %45’inin de dine karşı olumsuz bir bakış açısı var. Her ne kadar din bize açıklanmış olan en yüksek gerçeklerin yapısını yaratsa da, hayatımıza etik ve ahlaki bir içerik katsa da, bugün pek çoğumuz için, spritüellik ve din bir arada yer almıyor – artık boşandılar (ve buna şükürler olsun). Ama ben, din konusu hakkındaki rahatsızlığımızın kısmen dinin insan dönüşümünde oynadığı önemli rol hakkındaki toplu bilinç kaybımızdan olup olmadığını merak ediyorum.

3.binyılın başlangıcında bulunduğumuz konul 2 ya da daha öneki binyıllarda dini geleneklerin önemini anlamamızı zorlaştırıyor. İnsan bilinci o kadar gelişti ki dinlerin ilk çıktığı ve dünyaya yayıldığı dönemlerde hayatın nasıl olduğunu anlamak çok zorlaştı. Dil ve göreneklerini paylaştığınız küçük bir grubun içinde katı bir hiyerarşiye bağlı olarak ürkütücü bir biçimde vahşi, hastalıkların kol gezdiği, şeytanlar ve doğaötesi güçlerle dolu bir dünyada yaşıyorsunuz. Cinayet ve kargaşa çok yaygın; şeytani güçler insanları kontrol edilemez hırs ve şehvet hislerine sürüklüyor. Tuhaf ve önceden tahmin edilmesi mümkün olmayan şeyler oluyor – çocuğunuz deforme doğuyor, bu durum kabilenizi rahatsız ediyor ve tahılların mahvolmasına neden olan bir kuraklığı getiriyor. Tüm bunların neden olduğunu bilmiyorsunuz, insanlarınızın Tanrıları yatıştırıp yatıştıramayacağını da…Diğer kabilelerle yaşanan çatışmalar ölümle ya da rehin alınmanızla ya da köleleştirilmenizle sonuçlanabiliyor. Hayatınızın çoğu Tanrıların ve hiyerarşik düzende üstünüzde olan kişilerin hoşnutsuzluğundan kaçınmakla geçiyor, bir yandan da hayatta kalabilmek için belbüken işçilikler yapmak zorundasınız. Kaçınılmaz korku geçitleri hayatınızın muhtemel bir parçası: Robert Godwin’in eşsiz kitabı Tanrı altında tek Dünyada yazdığı gibi “daimi savaşlar, anlamsız şiddet, ritüel kurban, sistemli sömürü, ve aptallaştırıcı tekrarı”. Godwin bir konunun daha altını çiziyor: her ne kadar 20.yüzyılda sadece 1 milyon kişi savaş nedeniyle ölmüş olsa da, yapılan tahminlere göre dünyada hala sadece kabileler yaşıyor olsaydı bu rakam 20 kat daha fazla olurdu.

Mucizevî bir biçimde, haykıran bir insan ihtiyacına cevap olarak, büyük dini gelenekler bin yıl boyunca insanlığı yeni bir gelecek anlayışında kucaklayabilmek için ya gelişti ya da dönüştü. Tarihçi Karl Jaspers’ın Eksensel Çağ diye bu dönemde “daha sonra mantık ve kişilik adı verilen şey”in çizimi görülür. Hala o dönemki azizlerin ve bilgelerin görüşlerine borçluyuz. Lo-tzu, Guatama Buddhai, İsa, Sokrat, Konfüçyus ve Muhammed. Yaklaşık olarak İ.Ö 800 VE İ.S. 200 yılları arasında, kişinin kendini bir kabilenin parçası olarak görmesinden bireysel bilincin gelişimine doğru göze çarpar ölçüde bir değişim olmuştur. Bu da, ilk gerçek “ben”lik anlayışını doğurmuştur. Bundan önce, Godwin’in de açıkladığı gibi, bir insan “içgüdülerinin tamamen benliğinin bir parçası olmadığını hissederdi, çünkü onlar insanın kontrol edebileceği şeyler değildi”. Öfke, kıskançlık, şehvet gibi karmaşık duygular tanrılar ve şeytanlar tarafından gerçekleştirilen doğaüstü saldırılardı.” Yani mesela çekici bir komşuyu görünce dikkatinizin dağılmasını sağlayan şey sizin şehvetiniz değil, Eros’un okunun size isabet etmesidir. Ancak Eksensel Çağ’da insanlar daha önceden Tanrılara atfettikleri davranışlarının sorumluluğunu almaya başladılar. Teolog Ewert Cousins’in bize söylediği gibi, ” ‘Kendini tanı’Yunanistan’ın sloganı haline geldi; Upanişad Atman’ı – benliğin üstün merkezini – tanıdı. Buddha, bireysel aydınlanmanın yolunun haritasını çizdi, Yahudi kahinler bireysel ahlaki sorumlulukları uyandırdı.” Soruşturma, meditasyon, rica edici dualar, ve itiraf denemeleri insanların bir sorumluluk hissi ama daha da önemlisi ahlaki bilinç oluşturması için gelişmeye başladı.

Biz postmodern Batılılardan kaçı bugün dinin ahlaki öğretilerini insanlık için devrimsel olarak nitelendiriyoruz? Ben her zaman Yahudi-Hristiyan geleneklerinin bazı emirlerini kendime yakın görmüşümdür – Öldürmemelisin, Çalmamalısın – o kadar mantıklı ki, bunların binlerce yıl önce insanların kendilerini kontrol etme güçlüğüne karşı çıkan şeyler olduklarını düşünmek zor geliyor. Ama bana göre, Emirlerin kendileri gerçek sorun değildi – sorun Kalolik suçluluğunun, günah içinde olma duygusunun yaygınlığıydı. Suçluluk, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında benim neslimi kaldıran özgürlüğün üzerine koyulmuş büyük bir ağırlıktı. İsa ve İncil ile özdeşleştirilmiş kelimelerden hep etkilenmişimdir. Onun deneyimlediklerini deneyimlemek istiyordum; uyması gereken kurallar olmadan kutsal olanla bağlantısını… Ve bu Kaynak dinin dogmaları ve doktrinleri tarafından yönlendirilmek zorunda kalmadan bağlantı kurma arzusu, pek çoğumuzun “spritüelim ama dindar değilim” derken kastettiğimiz şeydir.

Bugün her ne kadar tuhaf görünse de, suçluluk duygusunun acı deneyimi eşliğinde bireysel bilincin gelişimi bizim gölgelerden çıkıp tarih yazmaya başlamamızı sağladı. Biz insanlar kendimizi güçlü ve kontrol edilemez güçlerin kurbanları olarak gördüğümüz sürece, bu hayatta ya da başka birinde, asla bizi kurtuluşa götürecek seçimler yapamazdık. “Yalnız bağımsız bir birey, suçluluğunu fark edecek ve hatasını itiraf edecek güce sahiptir,” diye yazıyor sosyal bilimciler James ve Evelyn Whitehad, ve bu farkındalık her insanı “kendi davranışlarından sorumlu kılar”. Batı’da, İsa’nın her ruhun Tanrı tarafından sevildiği mesajı Tanrı ile insan arasında bir bağ yarattı ve bu gelişen sorumluluk hissinin içeriği haline geldi. Müthiş eseri Batı Aklının Tutkusu’nda Richard Tarnas “Bireysel ruha ölümsüzlüğü ve değeri bahşederek, Hristiyanlık bireysel bilincin, kişisel sorumluluğun ve geçici güçlere ilişkin otonominin gelişimini – Batılı karakterin oluşumundaki belirleyici özellikler – cesaretlendirdi. Hristiyanlık – ve Eksensel Çağ’daki diğer temel dinlerin tamamı – her insana zahmet ve karmaşanın tekerinden cennetin kurtuluşuna bir çıkış yolu sağladı. Ama bu, insanın Tanrı’yla olan ilişkisine ve Varoluşun Büyük Zincirinde görüldüğü şekliyle Tanrı’nın yaradılışının sıra dışı düzenine katı bir bağlanma gerektiriyordu. İlk kez, kendimizi mükemmeliyetle aynı hizaya sokmak için bir görev üstlenmiştik. Ve eğer bu gizli taahüttü bozarsak, günah işlemiş olurduk ve suçluluk duyardık ki bu suçluluk duygusu da bize doğru şeyi yapıp bir uygarlık yaratmak yeryüzündeki Tanrı’nın krallığını kutlamak için iterdi. Her Hristiyan dünya yüzeyindeki ve Tanrı’nın kalbindeki yerini bilirdi. Ve bilirdi ki dindarlık ve fedakârlık yoluyla, O’nunla sonraki yaşamda sonsuzluğa uzanmanın mümkündür.

Dünyadaki ve Tanrı’nın kalbindeki yerimi bilmiyor olmam, beni Rishikesh’e götürdü. Artık gençliğimin dinimdeki aidiyet hissini bulamıyorum. Çocuk olarak, Katolik ayinlerinin aşılanan görkeminden çok etkileniyordum. Yaralarından kan damlayan, haça civilenmiş uzun saçlı güzel adamın ve tatlı ayağının altında ezilmiş yılan olan mavili kadının heykeline çok saygı duyuyordum. 20–30 yıl sonra, pek çok yıl okula gittikten sonra, çok fazla şey biliyordum – ve belki de yetersiz. Zihnim, bilimin objektifliği ve modern eğitimdeki dünyanın rasgele ve amaçsız süreçer sorunucu dünyaya geldiğine, insan gelişimi için tek anahtarın bilimde olduğuna dair klasik bilgilerle törpülenmişti. Hep kalbimdeki özlem, hem de teknolojiyle bilimin hala adil bir dünya yaratamamış olması bunu sorgulamamı sağladı. 2.Dünya savaşından sonra doğanlarımız artık insanlığı yüzyıllar boyunca desteklemiş olan temeller üzerinde durmuyorlar – din, milliyet, ilerleyiş kanısı, hatta aile. Anneni ve babanı onurlandırmalısın diyor İncil’de. Ama ailem hayatlarının içkarartıcı yıllarına doğru yalnız bir biçimde ilerlerken ben dolaşmakta özgürüm. Postmodernite – şu an içinde olduğumuz geçiş dönemi – benim muhitim. Biz postmodernler daha önceki nesillerin hayatına anlam veren her şeyi gördük ve kendimizi onlardan soyutladık. Bu bana çok büyük bir özgürlük verdi. Ama ödediğim bedel şu ki tamamen yalnızım.

Belki ironik olarak, bu yalnızlık hisi Ekselsel Çağ’daki patlamanın ve büyük dinlerin gelişimi sonucunda mümkün oldu. O zamandan beri geçen iki bin yılda, insanlar bilinçli olmanın mucizelerinin ve ağırlığının sorumluluğunu aldılar. Hatta, Kilise’nin bürokratik dogmacılığı bağımsız düşüncenin gelişimini bastırmakla tehdit ettiğinde, bilinçte yeni bir patlama meydana geldi. Biz bu patlamaya şimdilerde Batı Aydınlanması diyoruz. Bu, moderniteyi tanımlayan bilimsel devrimi ateşledi. Artık Tanrı mutlak yaratıcı ve yargıç değildi; yaratıcılığın ve objektif düşüncenin gücünü yeniden kendi üzerimize aldık. Bu çok büyük spritüel belirginliği olan bir olaydı. Çok sık olarak, sonraları indirgemeci materyalizme neden olduğu için, bilimin doğuşunun tamamen mantıksal bir olay olduğunu düşünürüz. Bu fikirden kurtulmak için sadece Voltaire’e kulak vermemiz yeter: “Meditasyon, düşüncelerin sonsuz farkındalıkta ya da Saf bilinçte, tarafsızlaştırma olmadan çözümlenmesidir. Düşünmeden bilmek, sonsuzlukta birleşmektir”. Voltaire sonsuzla birebir bağlantı arayışındaydı – spritiüel, ama dindar olmayan bir aydınlanma için.

Garip bir biçimde, bugün din olmadan spirüteli arayan pek çoğumuz Voltaire ve onun çağının filozoflarının yazdığı dünyada rahatlık bulmaya çalışıyoruz. Üç yüz yıl sonra, globalleşen dünyada yaratma ve üretme talebi işimize, güvenliğimize mal oldu ve çoğunlukla akıl sağlımızı da tehdit ediyor gibi görünüyor. Sürekli çalışan zihinlerimiz, bitmek bilmeyen yapılacaklar listesi, haftasonu planlarımızın fantezileri, kişiliğimizin farklı bölümleriyle diyaloglarımız; bunların tümü bizim leblebi gibi Prozac yutmamıza, vahşi doğada yürüyüş yapmamıza, terapistin koltuğuna uzanmamıza ya da meditasyonda yalnız oturmamıza neden oluyor. Baskı giderek artıyor. Ve biz bir kaçış yolu bulmak için çaresiziz – bazen barda ucuza alınabilecek basit bir rahatlama bile yetiyor. Ama diğerlerimiz daha dirn bir şey arıyoruz, her şeyin “kullan-at” olduğu bir dünyada neyin kalıcı ve gerçek olduğunu merak ediyoruz. Ve böylece bizi kendimizden öteye götürüp yaşamımızın kararsızlığından ve kafa karışıklığından uzaklaştıracak mutlak olanı deneyimlemeye çalışıyoruz. Gerçek Amerikan Rüyası’nda Andrew Delbanco’nun “günümüz kültürünün en çarpıcı içeriğinin dönüşüm açlığı” olduğunu gözlemlenmesine şaşmamalı.

Bu açlığı nasıl tatmin ederiz? Delbanco’nun dediği gibi “arzuyu anlam yapısı içinde organize eden” din, bilim ya da herhangi bir tür “…çılık”lar olmadan Daha’sı için derin arayışımızı tatmin edecek neye sahibiz? Postmodern bir paradoksun içinde sıkışmış durumdayız: daha büyük bir şeyle kucaklaşmayı çaresizce istiyoruz, ama tek güvendiğimiz kendimizin dar frekansı. Duygularımız – neyin doğru ya da iyi olduğunu hissettiğimiz – hayattaki pusulamız olmuş. Çoğunluğumuz – neredeyse her 10 gençten 4’ü (%38) ve 10 yetişkinden 3’ü (%31) – 2002’de Barna Grubu’nun yaptığı ankete göre ahlaki seçimlerimizi neyin doğru olduğunu hissettiğimiz ya da neyin bizi rahat ettirdiğine göre yapıyoruz. Suçluluk, kendinden başka bir şeye mahkûm olma duygusu, tamamen kabul edilemez. Bizi rahatsız hissettirir. Böylece, bizi hayata ve birbirimize bağlaması için elimizde duygularımızdan başka bir şey kalmaz. Böylece hazzı arayış, Delbanco’nun iddia ettiği gibi, “dönüşüm hissine son bağlantımız” haline gelir.

Açlığımızı doyurma dürtüsünden daha büyük bir şeyle mesul tutulmadan, spritüel arayışlarımız bile bizi boş bırakabilirim. Gangeler tarafından Üstün bana açıklandığında, yaradılışa hayatı aşılayan yayılan gizemin ışığa çıkışını nasıl kullanabilirim? Kalbim, ışıltının Tanrı’nın, Yartıcı’nın, Mutlak’ın yüzü olduğunu biliyor. O, ben ve her şey: ayrım yok. Evrendeki yerim, insana özgü ve basit olan şahit olduğum şeyi fark edebilme kapasitem sayesinde benim için şeffaflaştı. Gerçeklik’in ardındaki gerçekliğe küçük bir bakış atmak, hep olduğumu sandığım “ben” adasına radikal anlamda baş tuttu. Tam anlamıyla “ekstasi” halindeyim, yani sıkışmamış – ayrık benlik hissinin hapsinden kurtulmuş ve tam olarak çevremdeki her şeyin farkında. Merakla, öne doğru eğiliyorum ve bir çekim hissediyorum. “Bu her şeyi değiştiriyor” düşüncesi aklımdan geçiyor. Daha fazlası için çağırılıyorum – bu Bütün’e karşı bir bir görev. Benliğimden daha yüksek bir şey beni teslim olmaya çağırıyor… peki ben ne yapıyorum? Ben; bu esktasi durumuyla, özgürlüğün ve tatminin deneyimiyle iftihar ediyorum. Ertesi gün, Bir’liğin doğrudan deneyimi soldu, ve hafızamın içlerine doğru çökerken, önemini veya neyi işaret ettiğini unutarak o muhteşem hisse karşı bir açlık duymaya başlıyorum. Öte taraftan bir patlama istiyorum; beni acının sıkıntının ve açlığın ötesine yeniden götürecek bir mutluluk. Hiçbir şey değilmedi. Böylece devam ediyorum, daha fazla açlık duyarak. Ve bir sonraki deneyimden sonra, yine devam edeceğim, başka bir deneyim arayarak. Ve sonra bir tane daha…

Bu ele geçirilmemişlerden olmanın, yarışan zihinle ve acıyan kalple yalnız kalmanın, acıdan ve suçluluk duygusundan kaçınarak benliğin sığ sularında duygusal rahatlatma aramanın anlamı. Duygularımızın ve düşüncelerimizin yoğunluğundan kaçmak için kaç saatlik terapiye gitmişizdir? Benliğin tatmininden daha büyük bir neen olmaksızın, biz sadece narsizmi bulacağız – aynalarla kaplı sonsuz bir oda – spritiüel arayışımızın sonunda. Bireyselci kültürümüzde bir sınıra vardık, diyor filozof Roland Benedikter, artık sadece iki seçeneğimiz var: umutsuzluğa yol almak ya da bir adım öteye geçmek.

Her ne kadar pek çoğumuz daha basit zamanların özlemini duysa da artık çok geç. Geri dönemeyiz. “Dünya’nın dört bir yanında meydana gelen radikal değişiklikler bizi İkinci Eksensel Çağ olarak tanımlayabileceğimiz bir döneme itiyor,” diye gözlemliyor Rahip Wayne Teasdale. İki bin küsür yıldan sonra insanlığın bir kısmı nihayer bireysellişmiş bilinç ödülünü kazandı. Şimdi, diyor Whiteheads, “son dönemde gerçekleşen hayatın genetik şifresine ilişkin buluşlar; ulusal ekonomilerin küreselleşmesi; insanların kendi çevrelerinin sağlığından sorumlu olduğunun farkındalığının artışı – tüm bunlar insanlığı yeni bir bilinç düzeyine sürüklüyor”. Birbirine bağlı olan dünyamızdan iyi bir çıkar sağlayanlarımız artık biraz daha gelişmek, bakış açısını genişletmek ve sorumluluk anlayışını derinleştirmek zorunda. “Daha önceki geçiş, kolektif (kavimsel) bilinçten bireysel bilinceydi,” diyor Teolog Leonard Swidler, “ama dünya çapında bir kültüre doğru ilerledikçe, bilinç de küreselleştiği için ikinci bir Eksenel Çağ mümkün görünüyor”. Bu kadar karmaşık ve birbirine bağımlı bir dünyada, insan zekasının bizi yönelttiği zor etik durumlar için (örn. klonlama, kaynak dağılımı, genetik mühendisliği) genelgeçer emirler üretemeyiz. İlk Eksensel Çağ’ın bilgelerinin büyük gelenekler başlattığı gibi; bizim de yeni bir dine ilham verebilecek, hayatımıza bir anlam yüklememiz için geçerli bir ahlaki ve filozofik içerik ortaya atabilecek spritüel dâhilere ihtiyacımız var diyor Tanrı’nın Tarihi kitabının yazarı Karen Armstrong.

Bu tür bir din kendimizden çok daha büyük bir şeyle karşı karşıya kalmamızı gerektirecektir – Gerçek’in üstünlüğün sekin anlarında ortaya çıkışıyla. “İlk Eksensel Çağ’da kendini yansıtan, analitik ve eleştirel bir bilinç geliştirdikten sonra şimdi yapmamız gereken bu değerleri yeniden eğitip kolektif ve kozmik boyutlu bu bilince uygun hale getirebilmek” diyor Cousins. Tabii eğer narisistik öz-tatmin duygusunun dışına çıkabilirsek… Benedikter’in yorumladığı gibi; “Böyle bir adım ancak kendisinin ve egonun ötesinde bir şey olduğunun farkında olan gelişmiş ve rasyonelbir akıldan gelebilir. Hegel’in dediği gibi kendi düşüncelerini düşünen birinden değil de kozmik düzenin kendisi vasıtasıyla bir şeyler düşündüğünü bilen birinden… Ama bu noktaya ulaşmak için normal benliğin ölümünü göze almak zorundasınız”.

Bu bir adımdan çok bir sıçrama – Gangelerin yaptığı yalnız arayıştan, “spritüel ama dindar değil”den öte bir şey. Biz postmodern bireyselcilerin kalbinde ve aklında yer alan spritüel özlem heyecanı ikinci Eksensel Çağ’ın ilk ürpertileri olabilir. Cousins’ın dediği gibi bu “sadece yirmibirinci yüzyılı yükseltmek için yaratıcı bir olasılık değil; bu, eğer hayatta kalmak istiyorsak mutlak bir gereklilik”. Geçtiğimiz Eksensel Çağ’ın spritüel başarısı – dönüşüme hevesli kendini ifade edebilen bireyin gelişimi – artık yeterli değil. Artık kendimizin sorumluluğunu alabildiğimize göre, parçası olduğumuz bütünün de sorumluluğunu almalıyız. “Tek ‘ben’in kutsallığını korumalıyız” diyor Benedikter, “ve bu ‘ben’lerin kendilerini dönüştürüp kritik bir spritüeliğe ulaşabileceği bir toplum yaratmalıyız”. Mistik derinliğin temellerinde, narsist benliği dönüştürerek, ekstasik mantıkla haşır neşir olarak, uyanan dünya için yeni bir dini içerik yaratabiliriz. Bize en derin kolektif amacımızı, Benliği yaratmanın kozmik hareketinde Tanrı’nın kalbi ve aklının bir ifadesi olarak bir arada bulunmayı, fark ettirecek bir din.

(Kaynak: What is Enlightment? Dergisinin izniyle yayınlanmıştır. http://www.wie.org/j31/spiritual-not-religious.asp?page=3 )

Konuk Yazar