Ruhsal seanslarda ilişki kurulan ya da kurulduğu söylenen görünmez varlıkların, vaktiyle yaşamış insanların ruhları olduklarını söylemek gerçekte zordur. Daha önceki yıllarda ölmüş şahısların ‘ruhlarına’ ise zaten hiç ulaşılamamaktadır. Bu da adına ‘ruh’ denilen, bize göre ise hayatiyeti tamamlayıcı ve sürdürücü unsurun, varlığıyla insan yaşamını bütünleyen bu enerji formunun zaman içinde dönüştüğüne dair savımızı güçlendirmektedir. Kaldı ki yeniden bedenlenmişse, sizin ilişki kurduğunuzu varsaydığınız şey, hâlâ o geçmişte yaşadığını sandığınız kişinin ‘ruhu’ olabilir mi? Esasında bu da spiritüalistlerin bir başka çelişkisidir. Yani hem yeniden bedenlenmeye hem de herhangi bir ruhun yıllar yılı ‘boşta beklemesi’ne aynı anda inanmanız mümkün müdür?

Bir defa bizdeki spiritüalistler, islamın temelinde tenâsuh (ruh göçü, yeniden bedenlenme) olmadığı ve islam şeriatı ruhların bu dünyaya tekrar gelmesini kesinlikle kabul etmediği için daha işin başında bu çelişkiyi derinden yaşamış, asıl niyetlerini de dinci kesimlerden tepki almamak için gizleme gayreti içinde olmuşlardır. Oysa ki spiritüalizmin anayasasının birinci maddesi şöyledir: “Tüm insanların ruhları, fiziksel ölümlerinden sonra, hangi inanca mensup olurlarsa olsunlar, tekrar dünyaya gelip başka bedenlerde yeniden doğacaklardır.”  O halde böylesi bir samimiyetsizliğin takdirini sizlere bırakıyorum.

Tabii işin bir başka mizahi yönü de şu. Çok sayıda kitap yazan, halen Amerika’da yaşarken ülkemizdeki insanları kurtarmaya çalışan Ahmed Hulusi, bütün bunların cin ve şeytan işi; amaçlananın islamı tahrif ve tezyif; medyumlarla konuşanların cinler, ufocularla işbirliği yapanlarınsa şeytanlar olduğunu söyleyerek reenkarnasyonu tümüyle reddediyor ve şöyle yazıyor:  “… bu cinlerden… yegâne kurtuluş yolu, Kuran’dan alınmış duaları günde 100 ile 500 kere arasında okuyarak koruyucu bir manyetik kalkan içine girmek ve sonra da bu konuda bilgilenmektir.”

Yani insanın  “bu her iki taifeden de tanrı bizleri korusun” diyesi geliyor… Bakınız bir de bunların nasıl varlıklar olduğuna dair tespiti var: “Eskiden Anadolu’da köy yollarında, mezarlıklarda, çeşitli varlıklar ya da evliyalar suretinde görünüp, insanlarla eğlenmeyi marifet bilen, onları hükümleri altına alıp yönetmekten zevk alan cin isimli bu varlıklar; günümüzde de tarz değiştirip, insanlığı kurtarıcı uzaylılar olmuşlardır.”  Aman dostlar, siz siz olun ‘ışık bedenliler’ derken  ‘cinler’e  çarpılmayın. Bu arada işi garantiye almak için günde beşeryüz kere de “Felâk  ve  Nâs”  surelerini okumayı unutmayın.

Tabii siz cehennemlikler yine de dilediğinize, dilediğiniz kadar ve dilediğinizce inanmakta özgürsünüz.

Ruh dediğimiz şey esasında saç telindeki ya da en basit bir dokudaki DNA gibi o varlığın şifresini hücrelerinde saklayabilen, varoluşun tabii ki olmazsa olmaz unsurudur. Bu unsur yaşam için, yaşamın oluşumu ve sürdürülebilmesi için gereklidir; ama insanın insan olabilmesi için yeterli değildir. Kaldı ki her fırsatta, bilinemeyen görünemeyen her türden cevhere, hiç kafa yormadan ve ayırım yapmaksızın genel ve kolaycı bir isimlendirmeyle ‘ruh’ denilmesi doğru mudur?

‘Fiziksel’ organizmanın, yani ‘beden’in, ‘ruhsal’ yapı ile buluşması sadece ‘hayatiyet’i sağlar. İleri organizmalarda bu yapıyı geliştirecek olan unsur “zihin”dir.  ‘Aklın’ ve ‘beynin’ desteği sağlandıktan sonra sırasıyla ‘zekâ’ ve zihnin depolama ünitesi olan ‘hâfıza’ya gerek vardır. Daha gelişmiş ve akıllı hayvan türlerinden insana ve onların da kendi aralarında zihinsel-psikolojik-ruhsal olarak daha gelişmiş olanlarına doğru yükseldikçe varlıklarda ruhsallığın önemi, etkisi ve ağırlığı artar. İleri düşünme, çözümleme ve çıkarımlama yeteneği de ancak bu biçimde elde edilip geliştirilebilir. Sonra da yan ürünler ortaya çıkmaya başlar (irade, kişilik, benlik, inançlar, korkular, maneviyat… derken sevecenlik, şefkat, merhamet, sevgi… gibi).

Bütün diğer unsurlar tamamlandıktan sonra  bilinç (şuur) sahneye çıkar ki, daha üst düzey yaşamın algılayıcısı, tanımlayıcısı ve yönlendiricisi ancak şuurdur. Bilinç olmadıkça sevgi, aşk, şefkat, merhamet, hoşgörü, bilgelik, sevecenlik, cesaret, özgürlük, farkındalık ve erdem… gibi değerler ve pozitif enerjiler oluşamaz, veya oluşumları tamamen düşük olasılıklı tesadüflere kalır; üç boyutun ve beş duyunun ötesindeki algılamalaraysa aslâ ulaşılamaz.  Ama bilinç olmadan da  bağlılık, nefret, intikam, her tür inançlar, korkular… gibi negatif heyecanlara ve olumsuz enerjilere  pekâlâ ve üstelik daha da kolaylıkla ulaşılabilir, yani bütün bunlar zihin tarafından oluşturulabilir; tümü de sadece beyin, akıl ve hafıza kullanılarak negatif yönde geliştirilebilir.

İnsanın gerçek benliğini kavraması zor, çokları içinse imkânsızdır; çünkü bu önce doğru ‘bakabilme’yi  ve  doğru ‘görebilme’yi gerektirir. Bunun önündeki en büyük engel sahte benliktir, sonra da eğitim adına edinilmiş olan koşullanmalar, aile, gelenekler, inançlar ve zamanla tümü de baskıya dönüşen diğer çevresel etkenler. Yani herkesin kendi sınırlamaları ve kısıtlamaları bazen çok istese de bu çabanın engellerini oluşturabilir.

Sıradan görünümlü bir sadhu, büyük yogilerden Paramahansa Yogananda’ya çocukluk yıllarında şöyle demişti: “İnsan, kendini kibirli iddialardan kurtarmadıkça hiçbir ebedî gerçeği anlayamaz”. Ardından da sonsuz yaşamlar boyu olgunlaştıktan sonra zihinsel yanılgılarından kurtulabileceğini ifade etmiş ve şunları eklemiş;  “Sıradan kaderine teslim olan insan, ancak bir zavallıdır”. Pek çok şeyi özetliyor. Gerçekte hiçbir şey bilmeden bildiğini sanmak da, şuursuz kadercilik de gelişmemizin önündeki engellerdir.

Yaşanabilir bir dünyanın ön koşulu önce kendimizi tanımak ve bilmektir, sonra da ileriye doğru gelişebilmek, geliştirebilmek. Basit ve kolay gibi görünse de çok zor birşeydir bu… Ancak o zaman bir sonraki aşama olan zihinsel arınmayı gerçekleştirebilir, o zaman olaylara başkalarının gözüyle de bakabilecek duruma gelebiliriz. İyi bir gözlemci olabilmenin de, doğru bir içgörüye sahip olarak dünyaya ve olaylara nesnel bir gözle bakabilmenin de ön koşulu budur. Olaylara ve olgulara farklı açılardan bakabilmek kişiyi hem esnek hem de hoşgörülü yapacaktır. İnsan bu sayede bencilliğinden uzaklaşır, daha müşfik, erdemli ve diğerlerine karşı daha saygılı olabilir.

Paranormal olaylar ve tasarımların her zaman ve her devirde kendine özgü çekicilikleri vardır. İllüzyon, manyetizma ve sihirbazlık gösterilerinin ne denli ilgi çekici ve merak uyandırıcı olduklarını söylemeye gerek var mıdır? Özellikle materyalizasyon, Mevlânâ da dahil olmak üzere geçmişin büyük mistikleri tarafından gerçekleştirilmiş, ama her defasında bunların çok önemsiz ve basit şeyler oldukları söylenmiştir. Sai Baba ise bugün bunları manevi güç gösterisi olarak yapmaktadır. Yogananda da eski büyük mistikler gibi bu duruma şöyle yaklaşıyor:  “… materyalizasyonlar, dikkat çekici fakat ruhsal açıdan yararsızdır. Eğlenceli olmaktan başka bir işe yaramayan bu olayların, içtenlikle yürütülmesi gereken tanrısal arayışla da bir ilgisi yoktur”.

Tekrar belirtmek gerekirse; medyumluk gerçektir, ama medyumun ilişki kurduğu şeyin ne olduğu belli değildir ( ya da her zaman belli değildir). Medyumu yönlendiren kişinin soruları da cevapları da manipüle edebilmesi olasıdır.

Medyumların, medyatörlerin, seans katılımcılarının niyet ve inançları önemli olduğu gibi, içinde yaşadıkları toplumların yerleşik inançları ile değer yargıları da son derece önemlidir. Seanslardaki tartışmalar ve görüş-düşünce aktarımları her nedense hristiyan toplumlarında Nâsıralı İsa ve onun felsefesiyle ilintili olup, bulunulan yerin yerleşik mezhep ve inançlarıyla da büyük ölçüde uyumludur. Keza islamın etkilerinin ağırlıkla hissedildiği toplumlarda seanslar hep islam inancına uygun ya da olabildiğince çelişmeyen ve katılımcılarla izleyicileri pek de ürkütmeyecek bir seyir izlemektedirler. En azından katılmış olduğum bir-iki seanstan edindiğim izlenimlerim böyledir.

Bu tür seansların özellikle de Batıdaki müdavimleri bu incelikleri ya çok iyi bilmekte, ya da seans uzmanları bu durumları kendileri ayarlamaktadırlar. Ardından da seansların tebliğleri ciltler dolusu kitaplar halinde yayımlanmakta ve bu konuda ciddi bir pazar oluşabilmektedir. Bir de şu gerçek var: Batının ruhsal seans metinlerinden oluşturulan kitapların çevirileri bizde hayli satılmakta, ama bizim ruhçuların aldığı tebliğlerden derlenmiş yayınlar Batı ülkelerinde itibar görmemektedir.

Farklı Yaklaşımlar

‘Ruh’ kavramının derinliğine incelenmesi ve anlaşılabilmesinde bugüne kadar karşılaştığım en kapsamlı ve tutarlı açıklamaların, adına “Dördüncü Yol” da denilen Gurdjieff ekolünden gelmiş olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bu ‘yol’ ruhu hiç değilse ‘enerji’ esasına dayandırabilmiştir. Bu görüşe göre varoluşun bütün sırrı, enerjinin dönüşümünde gizlidir. Evrende tıpkı mekanik enerjiler gibi duyusal ve ruhsal enerjiler de mevcuttur, hattâ ruhun kendisi de bir tür enerji birikimidir.

İkinci olarak sufizmi görüyoruz, o da dinsellikten uzaklaştığı sürece. Örneğin islam düşüncesinde gerçekte yeri olmayan ve katı biçimde reddedilen ‘genedoğum’lara dayalı, tekâmül esaslı niteleme ve tanımlamalarını akla uygun ve kendi içinde tutarlı buluyoruz.

Üçüncü olarak da Mahayana Budizmi’nin “bilinç”e dair tanımlama ve anlatımlarının yine kendi içinde bütünlüğe ve her türlü çelişkiden uzak basit ve sade bir mantık örgüsüne sahip olduğunu ifade etmek isterim.

Oysa ki her fırsatta ruhtan bahseden ‘brahma’cı ve ‘hinduistik’ geleneklerle onların temel yazılı metinlerinde (Upanişadlar, Gita ve Ramayâna, hattâ TM dahil) çok ciddi bir felsefi yapı bulunmasına rağmen, onlarda ruhun gerçekte ne olduğuna dair, somut ve kendi içinde tutarlı bir tanımlamaya rastlayamadım.

Kısaca belirtmekte yarar gördüğüm bir başka husus, herhangi bir dinin ya da dinsel bir inancın mü’mini olarak meseleye yaklaştığınızda, dinsel inancın genelde nesnellikten uzak olması nedeniyle ve öylesi bir koşullanmışlıkla, doğrulara ve gerçeğe varılamayacak olmasıdır. ‘Dinsiz bir dindar’ olmanınsa bu mesele ile ilgili olarak hiçbir sakıncası bulunmadığı gibi, bu durumda dinsel inançların güdülediği öznellikten uzaklaşılmış olunacağı için, aksine yararı da olabilecektir. Halbuki bu konuda çalışabilmek için inançlı olunması gerektiği, parapsikoloji ve özellikle spiritüalizm konusunda bizde çalışma yapanların en önemli yanılgısı olmuştur. Kendilerini herkesten üstün; mistikler de dahil diğer bütün düşünce, felsefe ve akımları önemsiz ve değersiz gören spiritüalistler, bir bakıma sevgiden yeterince nasibini alamayanlara mahsus olan elitist tavırları nedeniyle, ne kendilerini ne de çevrelerini hiçbir biçimde gerçek anlamda aydınlatamamışlar; bütün güçlerini gizemciliklerinden almışlardır. Herşeyi kendilerinin dışındaki dünyadan bekleyen, zihinlerini sadece ruhsal tebliğlere göre biçimlendiren; içlerindeki hard disc’e ne kaydederlerse onunla yetinen bu dostlarımızın ciddi anlamda başarılı sayılabilecekleri tek konu hipnozdur, ki bu konunun akademik eğitim almış uzmanları, hattâ uzakdoğulu mistik ve yarı-mistik yogiler bu işlemi spiritüalistlerden çok daha başarılı ve güvenli bir biçimde yapabilmektedirler.

Gerçek anlamdaki parapsikolojinin yardımıyla belki önceki yaşamlarımızın hatâlarını düzeltmemiz, yani bir anlamda karmik arınma ve rehabilitasyon dahi söz konusu olabilirdi. Doğru ve yeterli bir çalışma ile korkularımızdan kurtulabilir, doğru teşhisle henüz başlangıç aşamasındaki duygusal düzensizliklerimizin giderilmesini sağlayabilirdik. Ama eğer niyetimiz kolay yoldan ‘üstün insan’ olmaksa, ‘bilinmeyen’e kestirme bir yoldan erişmekse… bu spiritüalizmle de, hazırcı bir başka yöntemle de hiçbir zaman mümkün olamayacaktır.

Bir de bununla ilişkili olarak son yıllarda hayli yaygınlaşan  ‘Çakralar’ ve onların açtırılması var ki bu konuda  genel anlamdaki bigilere her yerden ulaşılabilir. Bu kez daha farklı bir açıdan bakmayı yeğledik ve madem ki her gün  “yeni birşeyler söylemek lâzım”, o halde buyurun…

Şu çakra açtırma meraklılarına gerçekten de bayılıyorum; ve nedense bu işe hanımlarımız beylerden çok daha bağlanmış hattâ düşkün durumdalar. Durum böyle ama, çoğunun çabaları tam bir kara mizah örneği. Tamam, çakralar da onların açılması da birer gerçekliktir, ama nasıl?

Bugünlerin sözde reikicileri, sözde seanslarda, sözde çakraları, sözde açıyorlar da, yıllar süren sebatlı ve meşakkatli çabalarla dahi başarılması kolay olmayan böylesi bir işlemi nasıl yapabildiklerine kimse pek de akıl sır erdiremiyor doğrusu. Yine de şunları sormak lazım: Bir defa, Hatha Yoga/Raja Yoga gibi klasik bir temel eğitimi  ‘pekiyi’  derece ile (!) geçtiniz mi? Bhakti Yoga’yı hiç tedris ve teneffüs ettiniz mi, Kundalini ile tanıştınız mı? Örneğin, madem ki bu işe kafanızı taktınız, böyle bir amaç ve sevda uğruna, eğer gerekirse Kriya Yoga’nın zorluklarına tahammül gösterebilecek ve yine gerekirse toplumsal yaşamdaki sorumluluklarınızdan feragat edebilecek misiniz? Bir defa Meditasyon’un neresindesiniz?

Çakralarınızı açmak için, durup dururken Sahaja Yoga denilen istismarcılığın saçmalıklarına kapılmak ister misiniz? Bakın onlar bunu yoğun ve ağır tütsülü ortamlarda, o bayan gurularının fotoğrafları önünde secde ederek, anlamını bilmedikleri ve baştan sona detone söylenmiş davullu-defli, zevksiz hintçe-sanskritçe ilahiler eşliğinde yapıyorlar; salon klimalarını bile farklı çalıştırıp sizde sırasıyla sıkıntı, bunaltı ve ferahlık hissi uyandırıyorlar; ne de olsa zevk meselesi hani (incelemek ve fikir almak için tanıtım toplantılarına katıldım, oradan biliyorum).

Ya da daha kolayı var; sosyetik seanslarda ağır parfümlü, yoğun fondötenli-boyalı hanımlar, plastik-seramik makyajlarıyla, röfleli, ojeli, rimelli, maskara(lı) bir biçimde; belli sayıda hazır ve reçetelenmiş uygulamadan sonra ücreti mukabili ve en aşağımızdakinden itibaren yukarılara doğru bütün çakralarımızı bir güzel açıyorlar (!). Siz de onlara  ‘açtırmayı’ düşünür müsünüz? Hem sonra bu işte uygulanacak yöntemin ne olduğuna dair bilginiz var mı (vedantik mi, tibetan varyantlardan biriyle mi, tantrik mi…)?

Konken partilerinin ya da altın-gümüş-döviz günlerinin yerini Reiki ve Feng Shui’nin aldığı bu tür toplantılardaki yöneticilere sordunuz mu, örneğin Üçüncü Göz’ü açmayı ne zaman vaadediyorlar? E nasılsa bir gün sıra ona da gelmeyecek mi? Yani aşağıdan yukarıya doğru kaçıncı çakranıza hangi gün sıra geliyor? Açacak olan kim ve neyle (!) açıyor? Bir de derler ki, ne kadar çok ‘açarsanız’ o kadar ‘rahatlarsınız’; yani idrakiniz gelişir, deneyiminiz artar anlamında…

Bu yöntemlerle çakralarını açtırmış olan kişilerle hiç görüştünüz mü; oralarının açıldıkları nereden belli oluyor ve bugüne kadar o kişiler kendilerinde, başkaları da onlarda ne gibi değişiklikler gözlemişler? Sonra, açılan çakraların zamanla tekrar kapanma ihtimali, emboli, deformasyon, anevrizma riski var mı? Yani açışlar garantili mi, veya kazara kapanırsa; ya da Kundalini kanallarında bir tıkanma olursa ne yapıyorlar; mesela stent, tüp veya kanal tedavisine benzeyen türde herhangi bir müdahale ve kanal genişletme uygulamaları var mı?… Bir de bu işler acılı mı acısız mı oluyor? Operasyon hijyenine dikkat ediliyor mu, hangi antiseptikler kullanılıyor? Operasyon sonrasında çakraların ve kanalların temizliği, muayenesi, kalibrasyonu ve onarımı için yıllık bakım sözleşmesi yapıyorlar mı? Bu işler için TSE, ISO 9000, 9001 gibi standartları ve kalite belgeleri var mı? Bir merkeze akredite olmuşlar mı; yani akreditasyon sertifikaları var mı?

Ben çok ciddiyim, çakralarımız da çok kıymetlidir; o nedenle bunların hepsi de son derece önemli hususlar. Çakralarımız öyle herkese emanet edilemez. Amacımız, bütün iyi niyetimizle ve tüm açıkyürekliliğimizle konunun önemi ve riskleri hakkında sizleri bilgilendirmektir

Siz siz olun, ister açtırın ister açtırmayın ama çakralarınıza açıkken de kapalıyken de azami özeni gösterin; sakın çakralarınızı üşütmeyin, durup dururken enfeksiyon kaptırmayın…

Sakıncalar, Olumsuz Etkiler

Denetimsiz ya da yeterli bilgiye sahip olmaksızın; üstelik “aura görme”, “astral seyahat”, “üçüncü göz açma”, “altıncı hissi güçlendirme”, “duyulardışı idrak”in (extra-sensory perception) geliştirilmesi, “dedublüman”, “durugörü”, “geleceği görme”, “telekinezi”, “materyalizasyon”, “hipnoz yeteneğini geliştirme” gibi sadece adı bile çok cazip gelen, ama koşullanmış olarak sürdürülmeye çalışılan parapsikolojik ve ruhsal güç geliştirme çabalarının pratikteki olumsuz sonuçları aşağıda topluca verilmiştir. Hemen belirtelim ki burada sayılan teşhis ve belirtilerin tamamı farklı kaynaklarca saptanmış tıbbî ya da klinik bulgulardır:

* Kaçınılmaz olarak özgür düşünme zaafiyeti ya da yitimi ve bunun sonucunda hafif veya orta derecede zekâ geriliği başlar;

* Ahlâksal (ethics, morals) değerlerde bulanıklık,

* Ahlâki gelişimde (moral development) belirsizlik, bozulma, kontrol etme ve edebilme zorlukları;  özgüven eksikliği,

* Soyut kavramların değerlendirilip kavranabilmelerine yatkınlık demek olan ‘akademik zekâ’da (academic intelligence) dengesizlik ve tutarsızlık,

* Akıl yürütme (reasoning) ve algılama (idrak; perceive) çarpıklıkları görülür;

* Aşırı derecede kaderci (fatalist) olunur;

* Algısal bütünlük (perceptual unity) ile algısal örüntü (perceptual pattern, sensory pattern) de bozulmaya uğrayacağından; bunun ağırlığı, boyutları ve şiddetine bağlı olarak tüm algısal yapının (perceptual structure) tahrip olması, hattâ zamanla çöküntüye uğraması kuvvetle muhtemeldir.

* Bu çöküntünün gittikçe ağırlaşan ve artan belirtileri ise;

. kişinin önce alıklaşması (idiocity),

. giderek alınganlaşmasıyla (hyper sensitivity),

. dikkat azalması,

. ilgi alanlarında daralmalar,

. gece korkuları gibi fobik kişilik oluşumları,

. çeşitli takıntılarda (obsessions) artış;

. kendini toplumsal yaşamdan dışlama (antisocial personality),

. sanal âlem bağımlılığı,

. uyku bozuklukları;

. kısmî bellek yitimi (amnesia) ve anı karışıklıkları (paramnesia),

. her türden sanrılar (hallucinations),

. beceri azalmaları;

. gizli ya da açık sinirlilik hâli,

. coşkusal dengesizlikler (emotional instabilities),

. aşırı gizilgüçlere sahip olduğu sanısı;

. bilinçsiz içedönüklükte aşırı derecede artış,

. madde veya ilaç bağımlılıkları,

. imgeleme (tahayyül, imagining) bozuklukları,

. manik – depresif psikozlar,

. karabasanlar (kâbuslar; nightmares) veya en azından kaygı nevrozları (anxiety neurosis),

. kimi zaman basit, bazen de ileri şizofreni halleri,

. çeşitli düzeyde bellek yitimleri, derken budalalık hâli (imbecility),

. her türden cinsel eylem ve işlev bozuklukları,

. ve ardından diğer psikozlar, nevrozlar, hattâ megalomani gelir.

* Zihinsel yapının önce çözülmesi, ardından kişilik bölünmeleri ve bozulmalarıyla (erken bunamaya varacak kadar) düzeltilemeyecek derecede bozulup çökmesi (mental deterioration).

* Bundan sonrası için artık başka bir nitelemeye gerek kalmıyor ama, intihara kadar varabilen daha birçok zihinsel ve akılsal travmalar görülmesi de muhtemeldir.

Böylesi bir psikolojik yıkımın herhangi bir aşamasında oldukça sık rastlanan ve tehlikeli bir yan etki olarak, ruhlara ve sanal ruhsal varlıklara sözde bağlanmanız ölçüsünde pek de farkında olmadan kendinizi aşağı, güçsüz, hattâ zavallı görme duygusunu geliştirirsiniz. Öyle ki bu aşamadan sonra sıradan terapiler de, antidepresan kullanımı da işe yaramayacaktır. Bu durumda örneğin paranoid şizofren olmanız veya her türden paranoyalara saplanmanız kuvvetle muhtemel olduğu gibi her an kendinizi bir tarikatin sofrasında bulmanız da artık an meselesidir. O vakit “geçmiş olsun” !..

Yukarıda açıklananlardan anlaşılacağı gibi önce “nevrotik” tepkilerde ve sonra onun daha ağırı olan “psikotik” tepkilerde artışlar görülmeye başlar. Kolayca kızar, en haklı ve iyiniyetli eleştirilerde dahi yakınlarınıza ve sevdiklerinize tahammül edemez hâle gelirsiniz. Esasında hoşgörü yitimi çoktan başlamıştır ama önce üzülür, kendi kendinize kızar, hattâ ağlarsınız; sonradan sonraya ise artık umursamazlık ve boşvermişlik başlar. Kendinizi daha çok ve daha kesin olarak haklı, hattâ üstün görmeye başlamışsınızdır. Bütün yanlış, haksız, tutarsız tavır ve davranışlarınızı kendinizce  ‘ussallaştırma’  ve  ‘haklılaştırma’  çabasına girersiniz.

Böyle kişiler gerçekte hayli mutsuz ve içsel bakımdan huzursuz olmalarına rağmen bu durumun nedenleri hakkında sağlıklı düşünebilme yeteneğini çoktan kaybetmişlerdir. O nedenledir ki, yaşama sevincini ve coşkusunu yitirmiş olan bu kişilerde zamanla mutlu ve huzurlu insan rolü oynama sahteciliği gelişmeye başlar; olur olmaz zamanlarda, ya da durup dururken bunu ifade etme ihtiyacını hissederler; narsisist eğilimlerle birlikte bencillikte artış, megalomani, kendi kendini şifacı ve iyileştirici sanma, söylediği ve uydurduğu yalanlara inanma gibi belirtilere de sıkça rastlanır.

Algı bozulmalarının etkisiyle şizofreni hastaları giderek sosyal izolasyona uğrarlar. Daha ileri aşamalarda psikologlardan başka nörolog veya nöro-psikiyatrist desteği de gerekli olabilir. Bu tür ileri rahatsızlıklarda o kişiye yapılacak olan tıbbî destek yeterli olmamaya başlar; aile yakınlarına da psiko-eğitim veya grup terapisi verilmesi gerekebilir.

Siz siz olun, böylesi belirtileri kendinizde veya çevrenizde gözlemeye başlamışsanız (!) dikkatli olunuz ve hiç vakit geçirmeden bir uzman hekime danışınız. Akıl ve zihin sağlığının yerini hiçbir şey tutamaz ve onu bir kez yitirdiniz mi normale dönüş zahmetli ve zaman alıcıdır, bazen de bir daha mümkün olmayabilir.

Ruhçularla bir türlü anlaşamadım ya da yıldızım barışmadı. Spiritüalizme iyiden iyiye merak saran bazı arkadaşlarımızla onları eleştirdiğimiz için yollarımız ayrıldı; birkaç yıl sonra hak verenler de oldu, devam edenler de; ama ruhçuluktan vazgeçenlerin normale dönmeleri hep zor olmuştur.

Ruhsal seanslara ağırlıklı olarak korku hakimdir, hazirûnun hemen tamamı ürkek kişilerdir, olacak her şeye inanmaya çoktan hazırdırlar; sevginin yerini bağlılık, aklın yerini orada da iman almış gibidir. Yarı-nevrotiktirler, bazıları da gelmiş tam sınıra dayanmışlardır; hani neredeyse atladı-atlayacak. Seansı yönetenlerden hangilerinin saf, hangilerinin hinoğlu hin olduklarını o koyu loşlukta pek farkedemezsiniz. Ciddi organizasyonlarda, ‘katılımcı’ olmadan önce seanslara bir süre ‘izleyici’ olarak girebilirsiniz. Zaten izleyici olarak biraz kuşkucu, ya da garip sorular soran biriyseniz çok geçmeden salondan çıkarılır, bir daha da toplantılarına çağrılmazsınız. Yani kendilerine inanmayan ya da kuşkulananlara kızan, bu tür kişilere ‘hitap edemeyen’ ruhlar olduğunu öğrenmiş olduk bu seanslarda.  “Aybars’ı dışarı çıkarın, o bize inanmıyor!”  derlermiş güya. Daha iyi ya işte, inandır bir kişi daha kazan. Ama kazın ayağı öyle değil, ya diğerlerini de ‘ifsad’ edersek… Nitekim lobide  “Böylece aslında adına ruh denilenlerin, biz onları görmediğimiz halde bizlerden korktuğunu, en azından çekindiğini göstermiş olmadık mı?”  dedim; iki kişi ruhçuluğu o gece bıraktı; birkaç kişide de öyle derin şüpheler oluştuğunu farkettim ki, sanırım onlar da bir daha iflâh olmamıştır. O gece huzur içinde eve döndüm.

Spiritüalistlerin büyük çoğunluğunun zihinleri  ‘bedensiz varlık’lara takıntılı olduğu için, gölgelenmiş ve aşırı derecede kirlenip tozlanmış bilinçleri de neredeyse teslim olmuş bir haldedir. Böylesi bir esaretten kurtulmadıkça gerçek kendilerini bulamazlar. Spiritüalistler de tıpkı diğer bağımlılar gibi ‘doğru bakış’a sahip olmadıkları sürece bağımlılıklarını gözlemleyemez ve bağlılıklarının doğasını kavrayamazlar. Bütün bağımlılıklar içinde korku unsurunu barındırırlar hem de hayli yüksek dozda. Bu durumda kesin olan birşey var; akla korku yüklenmiş olması nedeniyle olayları gerçekte oldukları gibi görebilme, onları tarafsız bir biçimde gerçek nedenleri ve sonuçlarıyla anlayabilme ve algılayabilme yeteneği de büyük ölçüde yitirilmiştir. Hayatiyetlerini yeniden kazanmak, gerçek anlamdaki ruhsal güçlerine bilinçli biçimde kavuşarak kapasitelerini artırmak ve geliştirmek istiyorlarsa, onları kendilerine yabancılaştıran ve birer uyuşturucu tekkesi gibi çalışan bu sahte merkezlerin kontrolünden çıkarak bir an önce doğru yollardan birisine dönmelidirler. Bu kurtuluşun ilk dönemlerinde mutlaka bir sağlık uzmanının denetiminde, tercihan açık havada düzenli ve yoğun spor yapılmalıdır. Bir süre bal, süt ve yoğurt dışında hiçbir hayvansal kökenli besin içermeyen ve antioksidan vitaminlerle desteklenmiş bir gıda rejimi izlenmesi, bol sıvı ve doğal sebze-meyve suları tüketilmesi normale dönme sürecini hızlandırabilecektir. Ardından da ciddi bir yoga programına kaydolmalarını hararetle tavsiye ederiz. Bu bir anlamda bedensel ve ruhsal detoksun birlikte sürdürülmesi olacaktır.

Yoganın, yıllar yılı uğraşanlar tarafından iyi bilinen ama yeni başlayanlarca bilinemeyen veya gözardı edilen önemli bir işlevi, bir yandan fiziksel ve fizyolojik gelişimi sağlarken öte yandan da içsel bilinci ve zindeliği geliştirmekte olmasıdır.

Bütün yogacıların pîri olan Patanjali daha üçüncü yüzyılda bakınız ne diyordu:  “İçinizde, bütün yıldızların etrafında döndüğü merkeze benzeyen bir büyük kaynak vardır, onu tanıyınız.”  Patanjali’den onbir yüzyıl sonra üstad Svatmarama Yogi’nin söyledikleri ne kadar güzeldir:  “İçinizden şarkı söylediğinizi farketmedikçe yoga çalışmalarınızın bir işe yaradığını anlayamazsınız.”  Öyledir, yoga ruhunuzu ve zihninizi coşkuyla dansettirecektir. Ama hiçbir ruhçu ne içinden şarkı söyleyebilir, ne de ruhsal ve zihinsel coşkuyla dansedebilir; böyle birşey onlar için imkânsızdır.

A. Kerim Soley