Her birimizdeki her doku, her hücre ve onu oluşturan her atom ve onların parçacıkları aslında yokolmuş (evrene karışmış) bir yıldızdan gelen geri-dönüşümlerdir. Yokolduğu varsayılan hiçbir şey gerçekte yok olmaz; sürekli değişir, gelişir ve dönüşür. Hepimiz, henüz oluşumunu ve gelişimini tamamlayamamış olan yeniden ve yeniden yaratımlarız. Bütün maddesel formların yapısı birbirine benzer ve anamaddesi aynıdır. Bu gerçekliğin üzerine oturmayan bütün kuramlar ve yaşam felsefeleri de yanıltıcı ve mantık dışıdır.

Mistikler de, tıpkı bilimadamları gibi hattâ belki de onlardan çok daha önce farkettikleri bu gerçekliğin peşine düşmüşlerdir. O nedenledir ki, geçmişte olduğu gibi bugün de bilimadamları ile dinseller arasındaki ayrışma artarken, mistiklerle anlaşabilmeleri çok daha kolay olabilmektedir. Nitekim kuantum biliminde sağlanan gelişmeler, beraberinde  ‘kuantum düşünce’yi  geliştirmiş; bu sayede çağdaş fizikçilerle mistiklerin pek çok şeyi paylaşmakta oldukları görülmüştür.

İçinde yeraldığımız fiziksel evrenin başlangıcını  ‘büyük patlama’  olarak kabul edebiliriz. Peki ya ruhsal ve ondan da süptil diğer evren ve oluşumların (eterik, astral, kozal.. vd.) başlangıcını nasıl açıklayabiliriz? İki olasılık akla geliyor. Ya madde ve ruh aynı kaynaktan gelir ve sürekli etkileşirler; ya da paralel veya ardışık evrenler (karadelikler gibi fiziksel oluşumlardan da yola çıkılarak), veya bir başka deyişle ruhsal, eterik, astral… evrenlerle fiziksel evrenler, bilinen ana maddeleri, oluşum ve gelişim süreçleri farklı da olsa iç içedirler…

Evrensel gerçeklikleri araştıran mistiklik gerçekte ne  pesimist (karamsar, kötümser),  ne  pasifist (edilgen, tepkisiz),  ne de  fatalist (kaderci, yazgıcı)liktir. Bu bakımdan bilimsellikle çelişmediği gibi, bilimin ulaşabildiği sonuçları da yadsımaz. Dinsellere ya da sözde-mistiklere maledilebilecek bu üç tipik tavır da gerçekte  ‘bastırılmış’ ve  ‘olumsuz’,  özünde ağırlıklı olarak ‘korku ve endişe taşıyan zihin hâlleri’dir. Mistik ise yaşamla iç içedir; olanaklar ölçüsünde bilince doğru yükselmiş, yani  ‘şuurla yaşayan’,  taassubun dar kalıplarını kırabilmiş, gelişim ve değişime hazır olabilen kimsedir. Yaşamda karmaşayı üretenin doğa değil, onun düzenini ve işleyişini anlayamayan zihinlerimiz olduğunun farkındadır.

Keza  ‘bu dünyanın önemsenmeyip boşverilmesi’ fikri mistik değil, aksine ve ağırlıklı olarak miskin ve yozlaşmış bir anlayışın yansımasıdır. Bir bakıma da bozulmuş-metafizik yaklaşımdır. Yüzyıllar önce, katolik kilisesince ölüme mahkûm edilen çağının büyük düşünürü Giordano Bruno şöyle söylüyordu:  “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için iyi insanları; kötü insanlar ise, kendi iradelerini hâkim kılmak için tanrıyı kullanırlar.” Bu görüş, ne yazık ki bugün de geçerlidir.

Son dönemlerin hindu patentli kaynaklarına baktığınızda hâlâ çağımızın gerisinde kalmış bu tür söylemlere rastlayabiliyoruz. Örneğin şöyle;  ‘Gücünüzü ve enerjinizi sadece yuvanıza dönmek için kullanın; size ait olmayan (bu) başkalarına ait ölümlü ülkede amaçsız dolaşmak için değil’ (Bhakti Rhakshak Sridhar, 1994). Kaldı ki hindular da tıpkı bizim ruhçu-parapsikologlar gibi, veya ilhamını Yahudi mistisizminden alan Kryoncular, ya da Ramthacılar gibi ruhu abartılı biçimde yüceltmişler, bundan sonra gidilecek boyutu yere-göğe koyamamış; ancak her şeyi orada,  ‘gerçek dünya’  dedikleri bir sonraki ardışık evrende sonlandırıp  ‘ötesini’  düşünmemişlerdir. Onlara göre de  ‘insan âciz ve eksiktir; körlüğünü gidermesi için herkesin mutlaka bir  ‘guru’ya  ihtiyacı vardır’.

Buna rağmen hinduizm  ‘birlik bilincine uzak’ bir inanıştır. İnancına kesin olarak katı bir düalizm hâkim olup, onun geçerli olduğu bütün inançlardaki gibi,  ‘insan tarafımız ezilmiş ve aşağılanmış’tır. Aynı guru şöyle der:  ‘Özgürlüğe veya tam farkındalığa ulaşılsa bile (tanrı ile) bir olunamaz.  ‘Birlik’  yanılgısı tembelce yapılmış bir açıklamadır.’ Bu durumda da, bir yandan hinduizmin etkilerinin açıkça gözlemlendiği, toplantılarında hindu tanrılarının sembollerinin (Ganeesh, Şiva… vd.) cirit attığı dinsel sistemler ve tarikatlerin öngördüğü yollarda yürürken, diğer yandan da  ‘birlik bilinci’  söylemlerine sahip dostlarımızı bir kez daha uyarmakta yarar görüyoruz. Kaldı ki çağdışı kalmış, yüzlerce tanrısı olan böylesi bir inançla hemfikir olabilmemiz (bir takım doğruları içermiş olsa da) tabii ki mümkün değildir…

Lütfen şunu da unutmayalım. Adının başında  ‘Swami’  sözcüğünü gördüğünüz herkes, hindu dinini öğretmek ve yaymakla görevli bir dinadamıdır. O nedenledir ki öğretisine dikkat ve ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir.

Hangi inancın mensubu olursa olsunlar, bütün sözde-mistikler metafiziğe aşırı biçimde gömülerek bilimi dışlamış kimselerdir. Eğer bir sözde-mistik iseniz, kanıtlama ya da açıklama zorunluluğu olmaksızın; yararlı, yararsız hattâ zararlı olduğuna bakılmaksızın her şeyi söyleyebilir, toplumun  ‘bilinmeyen’e  ilgisini dilediğinizce istismar edebilirsiniz.

Sözde-mistikler, kendilerini  ‘ideallerine adanmış kişiler’  olarak tanıtmaya özen gösterirler. Çünkü böylesi bir görünüm hayranlık uyandırır, başkalarının ilgisini çeker, sempati toplar.

Gerçek bir mistiğin sürekli arayış içinde olduğundan sözetmiştik. Sözde-mistiğinse arayışı sonlanmış, o güya ‘mutlak hakikat’e  çoktan ulaşmıştır bile. Zaten erdem, bilgelik gibi kavramlardan da o kadar çok sözederler; bir de o kadar ciddidirler ki, şaşırırsınız. Üstelik işlerini insanlık adına yapılmış büyük bir fedakârlık olarak göstermeye, ya da izleyicilerinde böyle bir düşünceyi uyandırmaya çalışırlar. E tabii işin içinde bir miktar da  gizem olmalıdır.

Küçük dünyalarında evrensel gerçekliklerden habersiz ya da onlara gözlerini kapayıp binbir saplantıya boğulmuş olarak, olanca basit-kişisel özlem ve tutkularıyla koca bir ömrü bilinçsizce tüketenlerin; yapabildikleri tek şey  ‘korku içinde itaat’  olanların; kalkıp bir de  ‘ebedî cennet’  hayaliyle yaşamaları hem beyhude hem de bir o kadar bencilcedir. Kuşkusuz,  ‘bilenle bilmeyenin bir olmadığı’ yer aslında burasıdır. Ruhlarımızı ve tanrısallığın izlerini taşıyan bilincimizi yanımızda götürürken; yani  emanet bedenlerimizi, durmadan dönüşen o sonsuz varoluş’a teslim ettikten sonra, kendi kendimize muhasebesi yapılması gereken şey de yine buradaki şuurlu ya da şuursuz eylem ve edimlerimiz olacaktır.

Özetle, gerçek bir mistik aslâ  ‘guru’  değildir. Sözde-mistik ise, kaygı ve korkularını gizleyerek  ‘guru rolü yapmak’  zorundadır. Güya kurtuluşu gösterirler, herkese rehberlik taslarlar, ama kendileri bir türlü endişe ve takıntılarından kurtulamamışlardır. Kısacası onlar gerçek mistikler gibi özgür değildirler. O nedenledir ki içsel bakımdan rahat da olamazlar, sürekli takıntılıdırlar.

. Gerçek tinselliğin yolunu ancak bir mistik gösterebilir. Gerçekte birer miskin olan sözde-mistiklerse sadece dinsellik çağrıştıran tavsiyelerde bulunabilirler. Onlar da zaten sıradan ve içi boş şeylerdir.

. Mistiklik, tinselliğin ve gerçek dindarlığın yoludur; sözde-mistiklik ise dinselliğin…

. Mistiklik uyandırır, aydınlatır; sözde-mistikler ise zekânızı durağanlaştırıp uyku hâlinizin devamını sağlarlar. Öğretileri ne denli çeşitlendirilip güncelleştirilmiş ve çağdaş yaşama uyarlanmış olsalar da, esasında kaderci, yalnızlaştırıcı, ayrıştırıcı ve  ‘zihinsel’dirler.

. Mistik  ‘doğal olarak kuşkucu’dur; sözde-mistikse  ‘yapay olarak kuşkulu’. Gerçek mistik evrensel bilince yönelmiştir; sözde-mistik ise yapay olan zihne.

. Yetkin bir mistik, özellikle tartışmalı konularda gerçeklikleri tanımlamaktan, onu olduğundan başka bir şeye dönüştürmemek için özenle kaçınır. Sözde-mistikse tanımlama ve yargılamalarıyla insanları farklılaştırmış, koşullandırmış veya ayrıştırmış olabileceğini umursamaz bile.

. Mistik acıları ve sorunları  ‘dönüştürür’; sözde-mistik ise ya onları  ‘yoksayar’,  ya da  ‘baskılar’.

. Mistiğin yolu  ‘insan olma’nın yoludur; sözde-mistiğin gönlünde ise  ‘aziz olmak’  yatar.

. Mistik evrensel gerçeğin, sözde-mistik ise kendi kişisel gerçekliğinin peşindedir.

. Mistik bedeniyle, ruhuyla, zihniyle özgürce bütünleşebilen; sürekli arınıp gelişmeye çalışan, bileşenlerinin hiç birisini dışlamayan, birini diğerinin önüne geçirmeyen kişidir.  ‘Gerçek şimdi’de  yaşar. Sözde-mistikse ruhun önceliğini ve bedenin küçümsenmesini marifet sanır. Sanal bir gelecekte yaşar.

. Mistiğin içsel yaşamı ile dışsal yaşamı uyumludur, çünkü ona göre ikisi de değerlidir. Sözde-mistikse güya içsel yaşamına önem verdiğini sanır. Oysa ki bu uyumsuzluk nedenidir. Bunun sonucu, dünyadan el-etek çekmeye kadar gider.

. Mistik olmak, bir bakıma  ‘varoluşla rezonansa girebilmiş olmak’tır; yani o frekanslardan bazılarını yakalamak ve  ‘varoluşa olabildiğince katılabilmek’tir. Örnek vermek gerekirse; eğer taraflardan sadece birisi frekansı yakalayabiliyorsa, bunun adı ‘altıncı his’tir; ‘tekyönlü’dür ve aslında basit bir olgudur. Örneğin medyumluk da onun biraz daha gelişmiş olan türevlerinden birisidir.

Ama her iki taraf da başarabiliyorsa, tasavvuftaki adıyla  ‘râbıta’ olur ki (irtibatlanma) bu artık  ‘karşılıklı’ bir ilişki demektir.

Tek yönlü ve basit bir etkileşim ve iletişim dahi  ‘aynı kaynak’tan  geldiğimizin; tekâmülün hem sürdürülebilir, geliştirilebilir hem de insan olabilmek için  ‘zorunlu’  bir süreç olduğunun kanıtıdır. Becerisi gelişmiş, yani rezonans skalası geniş olanlar, kendilerini daha alt düzeylerde geliştirebilmiş olanlarla kolayca iletişime geçebilir, onları etkileyebilirler. Ancak henüz yeterince geliştirememiş olanların daha yukarıdakilerle, kendi istemleriyle ve doğrudan bağlantı kurabilmeleri için biraz daha yol almaları icap eder. Bu adetâ hem kütle çekim gücü hem de radyo frekans bandının kapasitesi gibi bir şeydir.

. ‘Bütünleştikçe büyürüz!’ Kuantumda da her yeni  ‘bütün’, yepyeni bir oluşumdur ve  ‘parçalarının toplamından daha büyük ya da daha fazla’dır. O nedenle kadim Uzakdoğu metinleri bizlere daha çağdaş gelmektedir. Uzakdoğu inançlarında sürekli  ‘bütünleşme’,  ‘bir olma’  ve  ‘tekâmül’  ile bunların faziletlerinden söz edilirken, Ortadoğu dinlerinde kurtuluşa erebilmek için kulluk-kölelik ve koşulsuz itaat esas alınmıştır. Temel felsefelerinin gereği olarak Ortadoğu’da iman, itikat ve ibadete hem öncelik verilir hem de biçimsel üniformite esas alınırken,  Uzakdoğu felsefelerinde hiçbir mistiğin  ‘kafalardaki modele uygun’  tutum ve davranışlar içerisinde olması öngörülmemiş, sadece insanlığın yüksek değerleri öne çıkarılmıştır. Bunun sonucunda da Ortadoğu inançlarına, zihne bağlanarak, bir takım dinsel kurum ve kurallara uyup onları yücelterek özgürsüzleştirme fikri; Uzakdoğu felsefelerine ise, bilince yönelerek özgür biçimde varoluşa katılma anlayışı hâkim olmuştur.

Kolaylıkla görüleceği gibi gerçekte temel farklılık şekilsellikten çok içeriklerindedir.

O nedenledir ki, Ortadoğu inançları içerisinden yetişmiş olan büyük mistikler resmî ve organize inancın mensuplarınca sürekli dışlanmışlar; zamanla onların yerini  bilimi hor görerek küçümseyen sözde-mistikler, birbirleriyle sürekli çatışan tarikatler ve onlara bağlı yan kolları almış;  gericiliğin toplumsal yapıya hâkim olmasıyla da giderek Ortadoğu coğrafyasında mistik yetişmez olmuştur. Bugün yaşanmakta olan kitlesel sevgisizliğin, şefkat ve hoşgörü yoksunluğu yanında bütün bunların doğal sonucu olan manevî boşluğun en önemli nedenlerinden birisi de budur.

A. Kerim Soley