Bundan birkaç hafta önce sevgili kedimiz Zuma’yı kaybetmiştik fib hastalığından… Pif’in ruhsal sebebi, sevgisizlikmiş. Kendi adıma çok üzüldüm buna, çünkü cidden yeterince sevgi veremedim hayvana. Daha doğrusu ben bir hayvan nasıl sevilir bilmedim ki hiç. Zuma benim ilk kedimdi bu anlamda. Çevremizden sürekli “Aman o kediyi atın, çocuklara zarar kist yapar. Pis kediyi ne yapıyorsunuz orada. Elini yıka aman kediyi sevdikten sonra…” gibi laflar işittik durduk bu süre boyunca. Zuma’yla da iletişimim çok iyi olmadı benim maalesef… Sonra da ayrıldı zaten aramızdan…

Derken Yunanistan yolculuğu esnasında, arkadaşım Seher ile birlikte bir çalışma yaptık, bir nevi aile sergisi tadında. O benim bedenim oldu, ben de kendim olarak bedenimin karşısındaydım. Nasıl bir öfke, nasıl bir sevgisizlik bedenime karşı anlatamam. Olduğum yere çöktüm kaldım çalışma sonrasında, yaşadığım farkındalık sonrası. Bedenime zerre iyi davranmıyordum ben…

Başka başka olaylar da oldu ve şimdi çok net itiraf edebilirim ki ben, her ne kadar “sevgi ve şefkat en büyük güçtür “bu evrende diye yazsam da, maalesef sevgiyi de tanımıyorum, şefkati de adam akıllı… Çok üzgünüm bunun için… Esasında tüm yolculuğumun özü, bunu bulmaktı belki de ama güzel sözlerin ötesine geçmeyi başaramadım…

Bunda şunun da etkisi olduğunu düşünüyorum işin aslı, ben çevremde de sevgiyi görmeyi pek başaramıyorum sanırım. Daha doğrusu sevgi dolu davranışları pek tanıyamıyorum… Bir de ben model olarak öğrenebilen bir yapıyım, yani bana anlat anlat, yap yap de yapmam da, bir kere örnek göreyim hemen alırım. Mesela çocukken, tuvalete kaka yapmayı kuzenim Başak’ı tuvalete kaka yaparken görüp başlamışım hemen. Buna benzer çok örnek var hayatımda. Görüp beğendiğim anda anında kapıyorum. Ama bununla birlikte sevgi dolu davranışlara dair güzel örnek pek göremedim sanırım…

Annemle babam çok güzel insanlardır, ama boşanana kadar birbirlerini yiyip durdular. Hani kadın erkek ilişkisine dair pek güzel bir şeyler göremedim. Sonra benim de bir dünya ilişkim oldu, ama ben ya hiç yaklaşmadan sıvıştım ortamdan ya da yanaştıklarımla da birbirimizi yediğimiz ilişkiler yarattım durdum. Malum insan hücrelerindeki reseptörler alıştıkları şeyi ararlarmış, ben de alıştığımı yarattım durdum. Kadın erkek ilişkisinde aslında başarılı olamadım hiç. Eee akraba ilişkileri de çok farklı değildi aslında. Her biri kendi başına birbirinden güzel akrabalar, ama aynı zamanda birbirlerini yiyen kardeşler topluluğunu izledim durdum. Aile kavramına da güvenim kalmadı.

Kendini tanıma yolculuğuna başladım taa 1995’te. Yine birbirinden güzel bir sürü insan tanıdım. Sevgiden bahsedip birbirine sarılan insanların, iki dakika sonra birbirleri arkasından nasıl konuştuklarını gördüm. Etrafa ışık saçanların, sahneden indikten sonra nasıl başkalaştıklarını gözledim. En sonunda ulan ben kime inanacağım noktasına geldim…

Birey birey cidden çok güzel insanlarla yürüdüm bu yolda da ve cidden hepsine derinden çok saygı duyduğumu hissettim de, yahu kendime model alabileceğim bir sevgi sahnesine rastlamadım be… Kimse mi bilmiyor bu meretin nasıl olduğunu arkadaş? Ya da ben bu kadar yabancı hissettiğim için sevgiye ben mi körüm ve algılamıyorum etrafımdaki bunca sevgiyi bilemedim. Belki de sevgi zannedip birbirimize sunduğumuz şey, Cezayirli bir aşçının baklava diye yapıp Fransızlara yedirdiği tatlımsı şey. Elin Fransızı nereden bilsin gerçek baklavanın nasıl olduğunu. Antep’e mi gitmiş yemiş? Baklava diye koymuşlar önüne, o da yemiş ve zannetmiş ki ben baklava yedim…

Ben de sevgi adına bir şeylerin tadına baktım da yediğim harbi baklava mı, yoksa baklavamsı garip bir şey mi bilemiyorum işte. Her türlü çalışmayı yaptım, aynada kendini sevmekten tut, affirmasyonlara kadar… Ama cidden bir şeyler eksik oldu ki bu noktada buldum kendimi. Sevginin ve şefkatin ne derece önemli olduğunu biliyor, ama onların ne, tatlarının nasıl olduğunu bilmiyorum… Bilmediğim için de algılamıyorum işte. Hep söylenen varlık içinde yokluk çekmek bu demekti belki. Çevrem belki sevgiyle dolu, bir sevgi okyanusunda yüzüyorum da farkında olmayan bir balık gibiyim belki de ve muhtemelen…

Sevgim şartlara bağlı bir de ayrıca… Kendimde azıcık olduğunu sandığım için kolay kolay paylaşamıyorum, paylaşsam da geri almak için şartlarım var. O koşullarda gelmezse onun sevgi olduğuna inanmıyorum…

Offf ben gerçekten sözde değil, özde hissetmek ve yaşamak istiyorum bunu. Sözde Ben Sevgiyim demek yetmiyor, cidden özde yaşayayım bunu… Sıkıldım artık her an göt korkusuyla, zorunluluklarla yaşamaktan. Madem çevremde bir örnek göremiyorum, bari ben örnek olayım. Belki bu süreçte açılır da gözüm ve kalbim, aslında nasıl sevgiyle dolu olduğunu görebilirim her yerin…

Nasıl bilmiyorum ama, açılsın artık hücrelerim kalbim bedenim ruhum aklım yüreğim… Lütfen…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...