Önceleri bilmez insan insanlığını, insanlığının himmetini. Yaşadığı dünyanın gerçekliği öyle bir sarıp sarmalar ki onu, gittikçe kendi gerçekliğine yabancılaşır. Aradaki uçurum öyle bir artar ki, tam uçurumun kıyısında ki arafta kendi gerçekliğini sorgulamaya başlar. Ne zaman ve nerde bırakmıştır en son kendi öz varlığını? Ne sebep olmuştur, küskünlüğüne, suskunluğuna, korkularına,… ?  Kendiyle kurduğu bağı hangi bıçak kesmiştir? Öz bağı kesilirken Rahman olan Rahimden, terkedilmiş mi hissetmiştir yoksa kendini?

   Oysaki kesilen bağ ile sonsuz olan kendi varlığına bağlanmıştır. Bir kopuş, bir terk ediş yoktur kendi olan himmetinden. Kendi sonsuzluk deryasına yelken açmıştır oysa ki. Gerekli olan pusula da kendi omurgasındaki manyetik alana sırlanmıştır. Halbuki bu sırrı yüklenmeyi, üstlenmeyi taa en baştan kendi kabul etmiştir. Evrendeki hiçbir şey onu üstlenmeye cesaret edememişken. Çünkü damarlarındaki kudrette cesaret yakıtı dolanmaktadır.

    İşte bu hazineyi kabul edip, sonrada hazineyi unutup, başka yerlerde aramaya kalkan hazin bir paradoks hikayesidir yaşanan.

    Bu paradoksu çözdüğünde, hazinenin kapağını açan anahtarın, Elif oluyor, sen oluyorsun, ‘’O’’ oluyor her şey. BİRliğin sırrına erdiğinde Himmetine kavuştuğunda, tüm şaşılıklar ortadan kalkıyor.

      Ondan başka bir şey yoksa eğer, nedendir? Kimdendir sakınıp sakladığın Himmetin, Hidayetin?

    Saklayacak biri yada birileri yoksa, kimedir sakındığın?

    Gözündeki şaşılık perdesi kalktıysa eğer, her yerde, her şekliyle gördüğün yalnızca sendir. Senden de öte ‘’O’’ dur. Eeee zaten ‘’O’’ da bilinmek istemiştir. ‘’ Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım’’ ‘’ Mahlukatı yarattım ki, bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim’’ demiştir. Sonsuz olan kaynak bilinmek istemekteyken, biz neyin üstünü örtüp, gizlemeye çalışmaktayız? Neyi inkar içindeyiz, inanıp iman ederken? Kavuşmak isterken, ittiğimiz, sakındığımız, korktuğumuz … nedir?

    Tıpkı yaşamlarımızda da istediğimiz şeyleri,  hayatımızda olduramayışımızın özünde olduğu gibi. Nasıl olsun ki, hem çekip hem iterken? Hem inanıp, iman edip hem de inkar ederken, şirk koşarken. Şaşı bakıp şaşkınlıklar deryasında kaybolurken. Deryanın içinde deryalığını yitirip ararken.

       Her birimiz BİR SANDUKAYIZ, bilinmeyi isteyen. Bu sandukanın kapağını açıp, içindeki hazinelerin nurunu yaymak, senin ilahi mirasın. En başta kabul ettiğin bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirmek tüm gerçekliğinle. Bu ilahi beden sandukasının içindeki hazineleri yaymak, ışıldatmak tüm görkemiyle karanlıkları.

       Sakınıp, saklayarak değil. Aşkın, sevginin, şefkatin, Eminliğinde kapağın kilidini açmaya niyetli olanların, talip olanların yoluna hazinenin kapağını aralayarak ışık tutup, yol göstermektir kula düşen.

       Kapıda durmasını da, kapıyı çalmasını da bilene, sabırla bekleyene açılır cümle sandukalar.

       Sana gelmesini bilene ver, karşılık beklemeden sevgini, paranı, hidayetini ver…

Verdiğin kim? Sen . Aldığın kim? Sen.  Veren kim? Alan kim? Karşılık bekleyen kim?

      Sevgini koşulsuzca verseydin, hiçbir şüphe kırıntısı dahi barındırmadan akıtsaydın, değersizleştirmezdin kendini, paspas olmazdın kimselere. Hazineni tükenmiş, boşuna çarçur edilmiş hissetmezdin.

     Kendi hazinene sahip çıkıp sorumluluğunu alsaydın eğer, sana gelenin de, senin gittiğinin de senden başka ‘’O’’ dan başka bir şey olmadığını da bilir, Eminliğin teslimiyetinin huzurunda, sonsuzluk deryasında yüzerdin.

        Vakit bu vakittir üstadım! Sonsuz zenginlikteki mirasını zaten en başta kabul etmişsin. Şimdi bunu hatırla ve sorumluluğunu kabul et. Ve ışıldat, ışıl ışıl tüm görkemini beden sandukasındaki hazinenin. Saç herkese ve her şeye, sakınıp saklamadan. Tıpkı güneş gibi, toprak gibi, su gibi, ateş gibi, hava gibi…^^^^

    YA HUUU!

Münire Mine Arslan