Kimi sitelerde, yayınlarda, kendini düşünür ya da spiritüel sananların yazılarında şöyle ifadelerle karşılaşabiliyoruz:

. “Hayata meydan oku!”

. “Yaşamdan hesap sor!”

. “Acı çekmek olgunlaştırır!”

. “Arayış içinde olma!”

. “Eylemsizlik iyidir!”

. “Akıntıya kapıl, yeterlidir!”

. “Yaşamı kabullen!”

. “Hayattan haz almaya çalışmak ıstıraba yol açar!”

. “Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi eleştirme!”

. “Huzur (veya kurtuluş) falanca dinde veya inançtadır!”

. “Kutsal kitapları harfiyen izle, yeterlidir!”

. “Seçimsizlik erdemdir!”

. “Sadece tanık ol!”

. “Seksten uzak dur, olgunlaşırsın!”

. “Sürekli içine bak, bilgeleşirsin!”… ya da,

. “Herşeyden vazgeçersen erdemli olursun!”… gibi.

 Bunlardan bir kısmı, ancak belirli bir düzeye erişebilmiş olanlar için kısmen doğru olabilir. Kaldı ki çoğu kez onlara vermiş oldukları anlamlar da sıradan-gündelik anlamlarından oldukça farklıdır. Ama bu tür söylemler genellikle insanları eylemsizliğe, kaderciliğe ve aylâklığa yönelten; o nedenle de gelişimine engel olan lumpen, arabesk ya da hinduistik kaderci koşullamalar olup, kökleri bencillik ve zihinsellikte gizli saçmalıklardır. Böylesi öğütleri, gerçek mistik anlamlarına varamadan izlediğimiz sürece yaşama yabancılaşmış antisosyal birer yabani veya gerçekte gerilim içerisindeki kaderciler olup çıkarız.

Örneğin ‘yaşam’ ne meydan okunacak ne de karşı konulacak bir şeydir. Ama farkındalıkla yaşanabilmesi için anlaşılması, katlanılması değil de katılınması, doğru yorumlanması ve gerektiğinde koşullarının değiştirilip iyileştirilmesi için çaba harcanması gereken bir şey olduğu çok açıktır. Sıradan anlamıyla ‘çabasızlık’ özünde bir tür kadercilik, hattâ şuursuzca bir bencilliktir. Yukarıdaki önermelerden kimilerinde, bazı din ve inançlarda olduğu gibi cehalete övgü vardır; coşkudan yoksunluk, cesaret kırıcılık, değişime direnç, adamsendecilik ve hattâ gelişime karşıkoyma vardır. Dahası, insan zekâsını küçümseme ve giderek inkâr, yaratıcılığını yoksayma, gücüne ve etkisine karşı güvensizlik, hep bir yerlere veya bir şeylere tâbi olma kolaycılığı vardır. Bir başka önermenin ana fikri gibi duran, hemen hiçbir şey üretmeden bölüşümden pay almaya kalkmaksa, tek sözcükle ‘asalaklık’tır.

Bütün bunlar ve insanı eylemden alıkoyan benzerleri, özünde kişinin kendi kendisine gönüllü ihanetidir. Şuurlu bir inançla gelişime yönelmiş hiç kimsenin zihinsel yapısı böylesine sefilliklere itibar edemez. Bu tür aldanışların tümü kendini tanımamaktan, yeterince bilememekten kaynaklanan düşünce ve yorumlar olup pasifliğe, miskinliğe ve aylâklığa teslim olmuş anomalilerdir; bir başka deyişle özgür iradeden yoksunluktur.

Özetle yukarıdaki önermelere gündelik dildeki anlamlarıyla yaklaşırsak, tümü de birer uyuşturucuya dönüşmüş olurlar. ‘Akışa kapılmak’, ancak o akıntı bilince yönelmiş ise uygun ve yararlıdır. Seçimsizlik ve eylemsizlik, ancak oldukça ileri bir gelişim düzeyine gelebildikten sonra ve kısa süreli ‘plato dönemlerinde’ doğru olabilir; kaldı ki yine de seçimsizliğe veya eylemsizliğe ‘konu’ olan şey doğru belirlenmiş olmalıdır. ‘İçine bak’ denildiğinde gerçekten de içsel cevherinize mi yoksa zihnimizin derinliklerine mi daldığımızın ayırdında olabilmeliyiz. Yani ancak bilince-yönelik bir içe bakış ‘doğru bakış’ olabilir… Yaşam aslâ paradokslarla, sıradan önermeler ya da reçete gibi düzenlenmiş sabit aforizmalarla sınırlandırılıp yönlendirilemez. Sonuç olarak, yaşama dair referanslarımızın kaynağı da ‘yaşamın kendisi’ olmalı; ama öncelikle o yaşam ‘doğru anlaşılmış’ olmalıdır. O nedenledir ki yeterli zihinsel gelişmişlik düzeyine henüz erişememiş olanlar için bu ve benzeri tavsiye ve talimatlar, hiç istenmedikleri halde son derece zararlı olabilirler.

Unutmamak gerekir ki dünyayı eylemleri ve yorumlarıyla değiştirenler bizleriz; ve bizler kendi içimizdeki olumlu dönüşümü gerçekleştiremezsek dünyayı da iyiye ve güzele doğru hakça dönüştüremeyiz. Yani zihinsel bakımdan yeterince gelişip özgürleşemedikçe dünyamız da özgürleşemeyecek ve olumlu yönde gelişemeyecektir. Hiçbir şey üretmeden neyi ya da neleri bölüşebiliriz ki…

…..

Esasında ‘zihinsel dönüşüm’ kavramı yeni bir şey değildir. Yani ‘rönesans’, kimi zaman hızlanıp yavaşlasa da her zaman vardı; belki adı konulmamıştı, ama şimdi geçmişle kıyaslanamayacak kadar büyük bir ivme kazanmış durumdadır. Yeter ki ipuçlarını doğru değerlendirip, önyargılarımız ve koşullanmışlıklarımızdan arınmış biçimde; yani mekanikliği, tekdüzelilik ve sıradanlığı aşarak, doğanın fiziksel ve ruhsal diyalektiği ile yaratıcılığını anlayabilmiş olarak, olan-biteni yeterince özgür ve farkındalıkla izleyebilelim.

Yetişemeyenlerin, geri kalanların, kolaycıların, kendilerini beyhude uğraşlara kaptıranların; hattâ maddeye ya da ruha, uzaylılara veya astrolojiye, çok sayıdaki sözde ultra-modern görünümlü veya new-age tarzındaki uydurma, eklektik, sentetik ya da plastik yeni moda inanç biçimlerine bilmeden tutsak olanların gerilim ya da öfke içerisinde olmalarını olağan karşılamak gerekir. İnsanın sorunlarını çözerek, çelişkilerini doğru kavrayıp doğru ve sağlıklı biçimde çözümleyerek doğayla gittikçe daha uyumlu hâle gelebilmesi, her yeni dönemin koşullarına, kültürel ve etik değerlerine alışabilmesi hiçbir zaman kolay ya da sancısız olmamıştır. Zihinsel dönüşüm sağlanmadıkça doğanın diyalektiği de holizmi de anlaşılamayacaktır.

Bütün bu gelişmelere karşı çıkanlar da gün gelip doğruları bulabilirler; ama önemsemeyenin, umursamayanın, yoksayanın hiçbir şansı olmayacaktır. O nedenledir ki “başkaldırı teslimiyetten hayırlıdır” diyebiliyoruz. Kaldı ki başkaldırıda en azından bir tür akıl yürütme çabası vardır. Yani bir başka deyişle ve her zaman olduğu gibi, “hiçbir iyi niyetli çaba karşılıksız kalmayacaktır”. Nedeni, çelişkileri ya da öyle görünenleri ‘anlayamayan’ın, onları ‘aşabilme’ ya da ‘çözümleyebilme’ imkânına sahip olamamasıdır. Bunun için ise mutlaka kafa yormak, çaba göstermek gerekecektir. Yani, çabasızlığa övgü düzülecek ortam da ona konu olan nesne de çok farklı ve nadir durumlar için doğru ve yerinde bir tutum ve davranış olabileceğinden, böylesine ‘toptancı’ bir anlayış   gerektiğinde eleştirmeyi, karşı koymayı, başkaldırmayı ve eylemlerimizle iyiyi-doğruyu-güzeli sunmamıza engel olmamalıdır. Bu aynı zamanda çözümleyici ve teslimiyetçi bakış açılarının arasındaki farktır. Bu süreçte hiç gocunmadan, kırılmadan, hiç kimseye gönül koymadan kıyasıya eleştirmeli ve aslâ alınganlık göstermeden sabırla eleştirilebilmeliyiz… Aksi halde zihinsel koşullanmışlık ve tutsaklıklarımızdan sıyrılamaz, gerilimlerimizden kurtulamaz; dünyaya sürekli o aynı numaralı, ama bulanık, kirli ya da karanlık, kısa odaklı ve dar açılı lenslerle bakmaya devam ederiz.

A. Kerim Soley