Sözcüklerle arası iyi olan biri diye bilinirim ben. 

Çok söz söyledim. Beni akıllı, aptal, kızgın, sevecen, dürüst, iki yüzlü, sevgi dolu, hınç dolu, yapıcı veya yıkıcı gösteren…

Oysa hiç biri önemli değildi, ruhumun dudaklarımın arasından fısıldadığı birkaç andan başka.

Bu yazıda da ruhumun dudaklarımın arasından fısıldayabildiği birkaç cümle olmasını diliyorum. Çünkü bu kez ‘İNSAN’ olmaklığım hakkında yazıyorum.

 

 

İlk kez tasavvuftan söz eden bir kitap okuduğumda 27 yaşındaydım. Geç mi? Bilmem… Öyle sanırım ki, yaşamda başımıza gelen herşey gibi onun da tam zamanıydı! Nefsin ulaştığı mertebeleri anlatıyordu kitap. Çok sarsılmıştım! Benim olduğumu sandığım halimle bir ömürde mümkün değil katedemeyeceğim yolları işaret ediyordu bu tanımlamalar. Bana ulaşılması imkansız gibi görünen ama VAR olan bir üstünlük mertebesinin – ki bu ENEL HAK – cazip ve bir o kadar da alaycı bir bayrak gibi ufkumda sallanıyor olması, bende şaşkınlık, tutku,  kızgınlık, çaresizlik, isyan gibi bir alay sefil duygunun oluşmasına neden olmuştu! Ne yani, demek böyle bir mertebe vardı ve BEN – herşeyin en güzeline layık Sayın Alef 

Berfin– bu geri kalmışlık ile bu mertebeye nah ulaşırdım, öyle mi? Eh hayat, senin de alacağın olsundu! Üstelik de kitap, bir kişinin ulaşabileceği farkındalık seviyesinin, tamamen Allah takdiri ve kader olduğunu amma velakin kişi için yine kendi çalışmasından başka bir ulaşma vesilesi de olmadığını söylüyordu. Haydaaaaa! Yemişim ben böyle feleğin çemberini dediğimi hatırlıyorum. Hem benim ne menem bir varlık olduğum alnımda yazılı olacak. Hem de ben çalışmadıkça nasibime ulaşamayacağım. Gel gör ki, bu öyle bir yazı olacak ki, istediğin kadar yırtın, paralan, şayet nasibin yok ise yine de son nefeste bile olsa, bir lahzada çıktığını sandığın yerden geriye düşebileceksin… Oy, oy, oy! Bu ne yaman çelişkiydi Ya Rab!  
 

Hani ENEL HAK diyebiliyor olmaya da, şarkıcı olacaksan, Sezen Aksu’dan aşağısını olmayacaksın gibi bir anlayışla yaklaşmak ve ‘Anasını satayım! Yoksa ben şan dersi almak için geç mi kaldım?’ telaşına düşercesine, zikir mi yapsam, yogaya mı başlasam hesaplarına girmek, hakkaten tam da benim o zamanki algı ve farkındalık seviyeme yakışır bir debelenmeydi. Einstein ise böyle acıklı çıkmazlar için muhteşem bir tanımlama yapmıştı bile; ‘Bir sorunu, onu yaratan zihniyetle çözemezsiniz!’ Evet sanırım benim dikey yükselmeci rekabet mantığım ile, maneviyatın taşlı tozlu yolları içerisinde ulaşılabilecek pek fazla bir yer yoktu…

 

Onbir yıl geçmiş bahsettiğim bu dönemin üzerinden. Köprünün altından akan suları bir yana koy, taşan sellerden köprü möprü kalmamış ortada. Kaç köprü, kaç merdiven, kaç sal yıkılmış gitmiş… Koluna kuvvet kulaç sallayan bir kızcağız kalmış geriye hayatın sularında. Ha babam, de babam yüzüp durmaktan, ne anladığıma gelince… ‘Farkındayım’ adlı şarkının bir yerinde diyor ki Sezen;

”Kendini seçemiyorsun

Bırakıp kaçamıyorsun

Yazmadığın bir hikayede

Uzun ya da kısa vadede

Az biraz öğreniyorsun”

 

Meğer alın yazısı denilen bu kendini seçememe haliymiş. Yani kontratlar, seçimler filan öbür tarafa mahsus! Bir kez bir kılıkla bu aleme vasıl olduktan sonra, geçmiş ola! Artık bundan kelli eldeki mala razı olup, onun fiziksel, zihinsel, psikolojik, ve benzeri kısıtları içinde, taşımakla yükümlü olduğun taşları, A’dan, B’ye aktarmaya başlıyorsun. Sıkıldım bu koşullar altında taş taşımaktan, zaten benimle birlikte çalışanlar da çok uyuz, üstelik gözetmenler de çok zalim, çekemem ulan ben bu hayatı deyip, istifa etmek – ki buna halk arasında intihar diyoruz – mümkün. Ama bir dahaki sefere hangi taş ocağına yollarlar ve elin kolun, etrafın, tarafın bu kez neye benzer belli değil… Yani eldeki kontratı riske atmamakta sonsuz fayda var. Sadece sabırlı ve imanlıysan kısa, sabırsız ve haşarıysan uzun vadede, bu kontratın neye hizmet ettiğini, uymazsan başına neler geldiğini, az biraz çakıştırmaya başlıyorsun.

 

Veysel’in dediği gibi bir garip yolculuk aslında sadece İNSAN olmak. Sen bir yerden bir yere yürüdüğünü sanıyor ve  gözünü kendince bir hedefe dikiyorsun. Bu ENEL HAK da olabilir, Sabancı’nın damadı olmak da… Hırsın, hevesin, ihtirasın ne yönde olursa olsun, bunlar seni önce yola koymak için teşvik unsuru olarak kullanılıyor, sonra da bu hırsların, heveslerin, kaygı ve itiştirmelerin hepsi kervan yolda düzülür hesabı, bir bir taşa tutuluyor. Öyle engin ufuklarda, kaygısız ve halk denilen aşağı tabakanın üzerinde kuşbakışı süzülüşler filan yok bu yolculukta. Kan, revan, anandan emdiğin süte karışıyor. Kendini birşey zannetme arzun ve çırpınışların, İsa’nın omuzlarında taşıdığı tahta haç gibi ağırlık yapıp, derini, etini sıyırıyor. Kendi çarmıhına doğru, yalpalaya yalpalaya yürüyorsun!

 

Coelho’nun Beşinci Dağ romanındaki o gönülsüz mesih gibiyiz aslında. Kendi küçük hayat hikayemizi, pürüzsüz yaşamak istiyoruz. Annemizin, babamızın, sevdiğimiz hısım ve komşularımızın içinde büyümek, kafa dengi bir manita yapıp evlenmek, üremek, çocuklarımızı gönlümüze göre yetiştirmek ve mümkünse para ve sağlık sıkıntısı çekmemek istiyoruz. Oysa yol bizi bilinmeyen bir yerlere çekip sürekli sınava koşuyor. Ve yaşam bazen zalim,  çokca da anlamsız görünüyor gözümüze. Oysa biz farkedelim etmeyelim, inanılmaz önemlilikteki roller oynuyoruz birçok kişinin hayatında. Ve yaşadığımız ve yaşattığımız ya da vesile olduğumuz herşey, bize ve başkalarına benzersiz katkılar sağlıyor. Yağmurun arkasından güneş, gecenin arkasından gündüzün gelişi gibi, hayatın da her türlü döngüsünü, iyisini, kötüsünü, güzelini çirkinini, yaşıyor, yürüyor, yürüyorsun.

 

Sonra bir gün geliyor, yolun bir yerlerinde belirlediğin hedeflerin pek bir anlamı kalmadığını fark ediyorsun. Geriye sadece adımlar kalıyor. Adımlar ve öğrettikleri… Hiçbir yerde değil, kendi yarattığın labirentin içinde, hiçbir yere değil, kendi çıkışına doğru yürüyorsun. Varacağın yer, bulacağın çıkış ne olursa olsun, her koşul altında sadece bir adım, doğru, iyi niyetli, temiz bir adım daha atabilmekten ibaret oluyor yolun anlamı, ve sonra bir adım, bir adım daha…

 

Gücün tükenir, yüreğinin kuşu susar, bacakların çekilir gibi olduğunda ise sadece bir fısıltı, ‘RUHUN NEFESİ’ tutuyor seni ayakta. Hepimize verilmiş olan o şans, RUHUN NEFESİ.

 

Gönüllerimiz her daim O’nun fısıltısını kılavuz tutsun. Yolunuz açık olsun…

Alef Berfin

Alef Berfin bir mahlas... Alef ruhun nefesidir. Berfin ise kar tanesidir - evrendeki en hayranlık uyandırıcı tasarımlardan biri Ben bütün varlıkların ruhun nefesinden bir yansıma olduğuna ve muhteşem tasarımlar olduğumuza inanıyorum. Yaşamın kendimize doğru yürünen bir yol olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda kendi deneyimlerimden yansımalar olacak. Biraz da hayalgücü...