Hayatın her ânında olduğu gibi ruhsal gelişimde de temel soru amacın ne olduğudur. Aracı amaçla karıştırmak genelde yararsız, çoğu zaman boşuna, bazen de tehlikelidir. En azından zaman kaybıdır. Kolayca şekilci olup çıkıvermek de cabasıdır.

 

Rehber, öğretmen, iletici, eğitmen gerekliliktir; ama onlara öykünmek yanlış ve yararsızdır; çünkü her insan ayrı bir dünyadır. Tabii ki yol, paylaşma ve ortaklaşma yoludur; ancak alabildiklerinizi kendiniz alacak ve nihayetinde yolu kendiniz ve tekbaşınıza yürüyeceksiniz. Yani kişiliklerin cazibesine kapılmak beyhudedir, “özgür”ve“kendiniz” olabilmeniz için hayranlığınız dahi engel oluşturmamalıdır. Yani koza sizin kozanızdır, ipekböceği de sizsiniz… Gazalî inancın saplantıya dönüşmesi ihtimaline ve bunun sakıncalarına değinmiş; kanaatin bilgi ile karıştırılmasından yakınmış; bunun üzerine de islam dünyasının bağnaz otoritelerinin emriyle kitapları yakılmıştır. Bu durum skolastiklerin, iyiniyetli uyarılara bile tahammüllerinin olmadığının göstergesidir.

Ölenlere kendimizi kaptırmak, halen sahip olduğumuz bu dünyada bilinçli bir biçimde yaşama ve kendimizi geliştirme sorumluluğumuzun önünde engel teşkil edecek, bizi yükümlülük ve sorumluluklarımızdan alıkoyacak, üstelik bunun iki tarafa da hiçbir yararı olmayacaktır.

Sufîlerle mistiklere göre de, uzakdoğunun hemen tüm inançlarına göre de bu durumun tek istisnası geçmişin büyük ustalarını çağırmak, onların yaşamını, uygulamalarını ve düşüncelerini hatırlayarak içsel varlıklarıyla (ama ruhlarıyla değil) temasa geçmeye çalışmaktır. Bu durumun istisna olmasının nedeni o kişilerin zaten yaşamları sırasında da büyük rehberler olmaları ve kendilerini bu alanda adamış bulunmalarıdır. Ama durmadan sorular sorup oradaki yaşam biçimi hakkında bilgiler, kurnazca ve kolaycı ipuçları almak için değil de, tamamen saf bir biçimde ruhsal yardımda bulunabilmeleri için.

Bizlerin algılayamadığı o öteki âlem denilen boyut zaten ruhların ve tüm‘ruhsal’dediğimiz varlıkların kendi evi gibidir. Sürekli maddi olarak yaşam sürebilme, yani bedenleri ile burada olabildiğince kalabilme arzusunu ve doyumsuzluğunu duyanların, farklı boyutları bilmeden inkâr ettikleri için bu dünyadan başka gidecek yerlerinin olmadığını ve ölüm denilen olayı herşeyin sonu olarak kabul edenlerin, bir de dinsel kuralları çiğnemiş oldukları için günahkâr olduklarını bu nedenle de cehenneme gideceklerini düşünenlerin öteki âlemden böylesine korkmaları normaldir. Ama görüyorsunuz ki ölümü ‘vuslat’ kabul edenler de var…

Herşeye rağmen kesin olan şudur:Bu dünyanın bilgisiyle, araçları ve standartlarıyla‘öteki’dediğimiz dünyayı kavrayamayız.

O halde ne yapılmalıdır? Bir defa kesin olarak parapsikoloji ve spiritizmle işe başlanmamalıdır. Önce diğer aslî dalların en az bir veya ikisinde (psikoloji, yoga, tantra, sufizm… vd.) belli bir düzeye erişildikten sonra, yani kısmen olgunlaşıp belirli bir mesafe alındıktan sonra bu tür okült ve sair konulara (hâlâ istenirse) girilmesi çok daha güvenlidir. Gerçekte ruhçuluğun sadece adını bilenler, bu konuda birkaç kitap, dergi, broşür karıştırırlarsa kendilerinin ‘ruhçu’ olduklarını sanmaya başlarlar. Hele bir-iki sözde seansa katıldılar mı işlem tamamdır. Oysa bu kadar basit olabilir mi? Bu tıpkı birkaç dinsel şekil şartını yerine getirenlerin kendilerini ‘dindar’ sanmaları gibi birşeydir. Oysa ki dinsel eylemler sadece sembolik dışavurumlar, ya da yükümlülük sanılarak sıkça yinelenen dışsal, ritüelik davranış biçimleridir. Gerçek ‘dindar’ bir zihne sahip olmak çok daha farklı birşeydir; hattâ herhangi bir organize dinin mensubu olmayı gerektirmez. Keza ‘mutluluk’ kavramını da böylesi kolaycılıklarla bozmadık mı? Anlık sevinçleri, hoşnutlukları mutluluk sanıyor, başkalarına da yanlış anlatıyoruz. Çocuğunun istediği oyuncağı ya da giysiyi satın alan baba soruyor: “Şimdi mutlu musun?”. “Hem de çok mutluyum” diyor çocuk, “… daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştım.” Yanlış anlamaya da yanıltmaya da daha buradan ve böylesine basite indirgeyerek başlıyoruz. Tıpkı bunun gibi sıradan zevkler, geçici keyifler, anlık sevinçler, şansa bağlı doyum ve olumlu neşe halleri ile her türden mekanik rahatlamalar da büyük bir yanılgıyla mutluluk sanılmıştır. Oysa ki bunların her biri ancak mutluluğun gölgeleri olabilir (hint atasözü); çünkü bütün bunlar gelip geçicidir, yapısal bakımdan da değişkenlik gösterirler; hiçbirinin sürekliliği ya da kalıcılığı yoktur. Kaldı ki Matthieu Ricard’ın haklı olarak işaret ettiği gibi, tekrarlanmaları etkilerinin giderek azalmasına, elde edilen doyumun zayıflamasına, hattâ bıkkınlığa yol açar. Çünkü zevk ‘tadıldıkça tükenir’. Demek ki zevk de mutluluk olmuyormuş… Zaten tekrarı bıkkınlık doğuran şey mutluluk olabilir mi?

Bize göre de mutluluk geçici bir ruh veya zihin hâli değil, sürekli huzura zemin hazırlayabilen bir bilinç hâli olmalıdır.

Tüketim toplumunun hazırcı ve yapay doyum duygusu mutlulukla karıştırılmamalıdır. Çünkü o da bir tür sarhoşluk ve uyuşukluk hâlidir. Kuşkusuz mutluluk da pekçok şey gibi dışsal koşulların etkisine açık olabilir; ama buradaki fark hem onlara‘bağımlı olmaması’hem de onları‘dönüştürebilmesi’dir.

Zenginliğe, şan ve şöhrete eriştikten sonra aksine mutsuz olanlar da vardır. Ama bunlar aslâ‘bir lokma, bir hırkaya övgü’sanılmasın. Biz yine varsıllığın daha iyi olduğuna ve bilinçli insanlar için mutluluğun kapılarının açılmasına vesile olacağına inananlardanız. Bilinçsizlerin varsıllığı olsa olsa en fazla onların zevk düzeyini yükseltebilir; ancak daha pahalı zevkleri deneyimleyebilecek hâle gelebilirler; hepsi de o kadardır… Sizlere de yoksulluğa övgüler düzen inanç ve düşüncelerden uzak durmanızı öneririz. Yoksulluğa övgü, sömürgecilerin ve istismarcıların tuzağıdır. Bir insan zengin ve mutsuz, fiziksel bakımdan çok sağlıklı ama mutsuz olabileceği gibi pekâlâ hasta ama mutlu, fakir ve mutlu, çirkin ve mutlu da olabilir.Budistlerin dediği gibi,“bağlılık nedeni olan veya bağımlılık yapan her şey aynı zamanda mutsuzluğun da kaynağıdır”… Yani tüm diğerleri zihin halleriyle uyumluluk ve doyum demek iken, mutluluk bilinçle ve varoluşla uyumlu olma hâlidir. Üstelik yaşamın da amacıdır.

Özetle; zevkler, sevinçler ve bütün neş’e halleri tabii ki yaşanmalıdır; ama mutluluk olmadıkları ve yokluklarında veya aksikliklerinde mutsuzluk nedeni olamayacakları bilinerek.

Yokluğu acı veren şey mutluluk nedeni olamaz.

Yani yaşadığımız ânın zevkini ve tadını çıkarmayı bilmek başka şeydir, bunu mutluluk sanmak başka şey.

Her konuda olduğu gibi parapsikoloji ve spiritüalizm konusundaki temel bilgisizlikten kurtulmanın yolu meseleye körü körüne ve hiçbir önlem almaksızın atılmak değil, aksine bilinçli ve önyargısız bir biçimde inceleme yaparken aynı zamanda özgürce ve içtenlikle kendi içimize de bakabilmektir.

Ruhsal (psişik) konulara kafa yoranlar, araştırma yapmak isteyenler tabii ki teşvik edilmelidir. Ama bu ne kaba bir bilgiçlik, ne de biat kültürüyle yapılmalıdır; hele de koşullanma ve koşullandırmanın böyle bir araştırmada hiç yeri olmamalıdır.

Zaten başlangıçta paranormal kabul edilen olaylar bilimsel izahları yapılınca normal ya da olağan olaylar sayılmaya başlarlar; yani önemli olan bunların görülemese de ‘bilinir’, ya da belli koşullar oluştuğunda ‘bilinebilir’ hâle gelmekte olmalarıdır. Bilim ve teknoloji geliştikçe bugün bilinemeyenler de kuşkusuz bilinebilir hâle gelecektir.

Bizim spiritüalistler, Batıdakilerin aksine bu tür paranormal olayların bilimsel olarak veya laboratuvar koşullarında incelenmesine karşı çıkmışlar; bilinemez ya da açıklanamaz kalmalarını yeğlemişlerdir. Bu da bilimsellik kazanmalarını istememe gayretinden başka birşey değildir. Yani korkulan gerçekte ruhsallık değil bilim olmuştur. Bu durumda parapsikolojide ya da ruhçuluğumuzda gelişmenin olmaması ve yerinde sayılması kaçınılmazdır.

Kısacası bizimkiler bilinmeyenin cazibesini sürdürmek istiyorlar; Batılılarsa adetâ, bunlar bilinsin de sıra sonraki konulara gelsin der gibi bir tavır içindedirler.

Dinin temel prensipleriyle çelişen yeniden doğum, karma, ruhsal tekâmül, tebliğler gibi konularda bir yerden sonra artık dinsel dogma ve esaslara karşı koyamayarak dine karşı daha fazla direnememeleri sonucunda ruhçuların önemli bir kısmı, bir zamanlar çıkış noktalarında dayanmış oldukları islama dönmüş; hattâ içlerinde saklı, çöreklenmiş ama baskı altına alındıkları için gün yüzüne çıkamamış gizli korkuları nedeniyle, üstelik bu kez de “dinci” olarak ‘huzur bulma’yı yeğlemişlerdir.

Esasında temel psikoloji biliminden başka, parapsikoloji ve spiritüalizmin okült, hermetik, teosofik, majik ve diğer ezoterik kökenlerine inmeden, tradisyonları bilinmeden akıl yürütmek tam bir ukalâlık; birşeyler bildiğini sanmaksa en hafif deyimle saflık olur. İşte biz şimdi tam da bu durumdayız.

Başlangıçta iyi niyetlerle kurulmuş olsa da, aradan geçen sürede moda olmuş akımlara yönelerek varlığını sürdürme çabasına giren bu tür dernekler gün olmuş doğu felsefelerine yönelmiş, gün olmuş uzaycılarla el ele yürümüşler, kimi zaman da teknolojik gelişmelerden elde edilen bazı yüzeysel fikirlerle entel ve modern geçinenlere ürünlerini satma ve geçimlerini sağlama pahasına köklerinden kopmuşlardır.

Bugünün parapsikologları, spiritüalistleri kendi bilgisizliklerini, yetersizliklerini ve gelişme yeteneğinden yoksun oluşlarını, daha popüler konulara ağırlık vererek gözden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Şimdi gelin, ana yemeği olmayan bir masa düzenleyelim: Bugünlerin cazip konuları nelerdir? Örneğin ufolar ve uzaylılar; e bunları bir de ruhçulukla harmanlayıp teknolojik gelişmelere uydurursak daha ‘entel’ ve zor anlaşılır olmaz mıyız, oluruz. Başka ne var? Ha bir de bozulmuş astrolojiyi dolgu malzemesi yapabilir miyiz? Yaparız… Biraz da uzakdoğu felsefelerinin baharatlarıyla çeşni katarsak tamamdır. Ortaya da bir ara sıcak, ne mi olabilir? Kabala, Atlantis, Eski Mısır ve Mu… E biraz da yeşillik ve aksesuarla zenginleştirelim. Nasıl mı? İşte size Reiki, Feng Shui, NLP, taşlarla terapi… Tekrar belirtmeliyiz; bunların tümünün de az veya çok önemi ve olumlu etkisi tabii ki vardır. Ancak temel yapısı ve ruhsal dengesi bozulmuş kişilere değil de doğru dürüst çalışan olumlu fiziksel, ruhsal ve zihinsel yapıları olanlara destekleyici olarak. Yani bunların hiç birisi kendi başlarına ana yemek ya da temel besin olamazlar. Bir de amatör spiritüalizm heveslilerinin eline düşerlerse sadece istismar aracı olup çıkarlar.

Yirminci yüzyılın hint-islam toplumu içinden çıkmış büyük mistiklerinden ve Avrupa’daki ‘Sufî Hareketi’nin önderi İnayet Han’ın, yine skolastikleri çok kızdıracak bir yorumu şudur: “Mistisizm dinden daha derindir; başka bir deyişle, mistisizm dinin rûhudur. Bir dini izleyen kişi onun şeklini izliyordur; mistisizmle temas eden kişi dinin rûhuyla temas eder… Her çağdaki büyük öğretmenler ve insanlığa ilham kaynağı olanlar mistiklerdir.” Her harfine aynen katıldığımız eşsiz bir yorumdur bu. Tanrısal bir gerçek, sözcüklere döküldüğünde ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi.

A. Kerim Soley