Dünyada her insanın, bir başkasınınkine asla benzemeyen sadece kendine ait bir parmak izi var. Tanrı her insana ayrı bir parmak izi yapmak için niye böyle ciddi bir mesai harcıyor acaba? Polislere suçluları yakalamakta yardımcı olmak gibi bir amacı olamaz herhalde. Ama beni asıl şaşırtan, yeryüzünde tam altı milyar ayrı parmak izi varken sadece on iki burç olması, insanların parmak uçlarındaki deri tabakalarının çizgileri hepsinin kimliğini bir bakışta ele verecek kadar farklı ama düşünce ve duyguların karmasından olan karakterleri on iki ortak tarifin içine girecek kadar benzer.

Benden daha saygısız biri tanrıya, “Karakter yaratmak, parmak yaratmak kadar kolay olmuyor değil mi?” diye sorardı sanırım.

Bir yanıyla benzersizken, bir yanıyla kaba bir sıradanlığın parçası olan insanoğlunun, benzerlikleriyle benzemezlikleri öylesine tuhaf alanlarda ortaya garip karmaşalar çıkartıyor ki şaşırıp kalıyorsunuz.
Bir kırk beşlik boyuyla bir cüce irisi olduğunu okuduğumda nerdeyse dehşete düştüğüm Kant, yazdığı onca kitapta ortaya koyduğu parlak zekâsına karşın, sabahları saat beşle yedi arasında çalışma masasının başında gecelik elbisesiyle oturup yazılarını yazarken, çalışmaya bir ciddiyet vermek için gece külâhının üstüne üç köşeli şapkasını giyerdi. ‘Saf Aklın Eleştirisi’ni yazan o büyük dâhiyi o haliyle hayal edebiliyor musunuz? Sabahın kör karanlığında sırtında gecelik entarisi, başında gece külâhı, külâhının üstünde üçgen şapkasıyla bir cüce, insanlığın geleceğine ışık tutuyor.Üstelik sadece parmak izi değil, zekâsı da benzersiz olan bu adam, bazen kadınlar hakkında öyle sıkıcı şeyler yazıyordu ki Goethe onunla dalga geçiyordu.

“Defalarca yinelediği, genç kadınların genellikle kendilerini çekici kılmaya uğraştıkları ve böylece kocaları öldüğü zaman yeni bir kocanın kancaya zaten gelmiş olacağı iddiası, aslında bir partide söylenen ucuz soytarı takılmalarından birisi ve bu yalnızca böyle yaşlı bir bekâra yakışır…” Bundan iki yüz yıl önce yaşasaydınız ve Almanya’nın küçük bir kasabasında rastladığınız ihtiyar bir cüce size kadınlarla ilgili böyle bir şeyler söyleseydi, onun tarihin en önemli filozoflarından biri olduğuna inanmakta zorluk çekerdiniz herhalde.

Neden her insanın parmak ucu için bu kadar çok uğraşan, birbirinin içine kıvrılarak giren o incecik çizgilerden her insanı ‘tekleştiren’ şekiller yaratan tanrı, insanları ‘yüceleştirerek’ tekleştirmekten bu kadar kaçınıyor; en parlak akıllara sıradanlıklar, zaaflar ekleyerek onları kalabalıkların kolay tanınır özellikleriyle sakatlıyor. Niye en değişik insanın bile hiç de değişik olmayan insanların özelliklerine de sahip olmasını istiyor?
Nasıl oluyor da değişik parmak izlerine sahip bu altı milyar insandan bir teki bile ‘on üçüncü’ burca girecek özel biri olamıyor? Ya cimriliği benziyor diğerlerine, ya vefasızlığı, ya müsrifliği, ya takıntıları… İnsanların anlaşılmasının zor olduğu söylenir hep. Ama anlaşılmazlıklarındaki bu dehşet verici benzerliğe ne demeli? Onları anlaşılmaz kılan, aynı anda birbirine benzemez duyguları bir arada içlerinde barındırmaları… Ama herkesin birbirine benzemez duyguları içinde barındırması, birbirine çok fazla benziyor. Dünyanın hangi noktasında durursanız durun, durduğunuz noktadan baktığınız ufuk çizgisiyle güneş arasındaki açı sadece o noktaya aittir, başka bir noktada o açıyı bulamazsınız. İnsanların parmak izleri gibi dünyanın her dilimi de özeldir.

Geçtiğimiz yüzyıllarda kaptanlar senkstan denilen bir aletle ufukla güneş arasındaki açıyı ölçer ve o uçsuz bucaksız denizlerin ortasında bile nerede olduklarını anlarlardı. Ama bu olağanüstü özelliğe rağmen dünyanın bütün denizleri, dağları, ovaları, yaylaları, sahilleri birbirine benzer, zaten bu benzerlikleri nedeniyle aralarındaki bazı farklara rağmen ‘dağlar, denizler’ gibi ortak isimlerle anılırlar.

Bir yanıyla yeryüzündeki her şey tek ve özel.

Bir yanıyla dünyadaki her şey bir ortaklığın parçası.
Kendisinden sonra gelen filozofları düşünceleriyle çok etkilemiş olan Kant, bugünkü ‘sağlıklı yaşam’ düşkünlerinin de neredeyse prototipiydi.
Kan dolaşımını engellemesin diye uzun çorap konçlarına kancalı mekanizmalar takacak kadar aklını sağlığa takmış olan Kant, sabahları birkaç bardak çay içer, öğlenleri mutlaka davet ettiği birkaç arkadaşıyla çorba, balık, rostodan oluşan bir yemek yer, akşamları iki kâse çorbayla geçiştirir, saat onda da uyurdu.
Sağlık düşkünü insanlar kategorisinde sağlam bir yeri vardı.
Gerçekten de uzun yaşadı. Ama yaşlılığı biraz sorunluydu. Elinde bir mumla oturduğu koltukta düşünürken pat diye yere düşüyordu. Birkaç kez yere düşerken başındaki gece külâhı, elindeki mumun ateşinden tutuşmuştu. Bu nedenle geceleri düşünürken, külâhı gene tutuşursa söndürmek için yanına bir sürahi su koymaya başlamıştı.
Sadık uşağı da içkiye fazla düşkünleştiğinden böyle zor zamanlarda pek yardımcı olamıyordu.
Schopenhauer’ın “Kant’ın yapıtı iki bin yıllık felsefe içinde en önemli başarıdır” diye övdüğü bu filozof, seyahat etmekten bile korkardı. Hayatında, yaşadığı kasabanın en fazla seksen kilometre ötesine gitmişti.
Aklının parlaklığı çok özeldi ama o parlak aklın takıntıları sıradan birçok insanın takıntılarına benziyordu. Tanrı bazı insanların yeteneklerini zirveleştiriyor, bazılarının zaaflarını uçurumlaştırıyor ama onların hepsini herkesi birbirine bağlayacak bir sıradanlık zincirine bir yerden kancalıyordu. Kimse parmak izi kadar açık, net ve özel olamıyordu.
Herkes garip bir bulanıklığın içinde diğerleriyle buluşup, başkalarıyla benzeşiyordu.
Kant her gün yürüyüşe çıkar, terleyip hasta olmaktan ölesiye korktuğu için de yavaş yavaş yürürdü. Yürüyüş saati üç buçuktu, bunu hiç aksatmazdı.
Sadece bir kez, üç gün yürüyüşe çıkmadı. Bir başka dâhinin, Rousseau’nun ‘Emily’ isimli kitabına okuduğu için yürüyüşe çıkmayı unutmuştu.
Onun hayran olduğu büyük dâhi ise beş çocuğunu ‘kimsesizler yurduna’ bırakmıştı.
Rousseau’nun yazdıkları kimseninkilere benzemiyordu ama bencilliği de onu kalabalığa katıyordu.
Zaaflardan, tuhaflıklardan kimse kendini kurtaramıyordu.
Herkesin zaaflarının ya da güçlerinin öne çıktığı, daha koyu olarak gözüktüğü yerler vardı, bu koyu bölgeler onların karakterlerini belirginleştiriyordu ama bu onları diğerlerinden tümüyle ayırmaya yetmiyordu.
Tanrı, kimseyi diğerlerinden o kadar da fazla ayırmak için uğraşmıyordu.
Neticede bunca zaafı o da herhalde kendi zaaflarından esinlenerek keşfetmişti ve onun zaafı da parmak izlerini özelleştirmek, onların üzerinde çalışmaktı. İnsanların karakterlerinin parmak izleri kadar özel olması ilgisini çekmiyordu.
On iki burç yapmış, herkesi onun içine savurmuştu. Cimrisi, cömerdi, müsrifi, dürüstü, yalancısı, korkağı, cesuru, akıllısı, aptalıyla milyarlarca insan, on iki kalıbın içinde debelenip duruyordu.
Parmak izlerine bakarsanız herkes özel.
Burçlarına bakarsanız herkes birilerine benziyor.
Bütün akıllıların da akılsız bir yanı bulunuyor.

Konuk Yazar