Hasan Sonsuz:
Sevgili Cem, bu sayımız için seninle kafama çokça takılan bazı konuları tartışmak istiyorum. İstiyorum ki hem önce kendim için bazı yanıtlar oluşturabileyim, hem de benimle aynı noktalara takılmış okurlarımıza yardımcı olabilelim.
Geçtiğimiz günlerde seninle yaptığımız bir görüşmede bana “Evrende olan her şey mükemmel’dir” demiştin. Bu bilgiyi başka kaynaklarda da okumuştum. İlk başta insan tabii ki diye onaylamak istiyor ama sonrasında biraz çevresinde olan bitenlere bakınca, yahu nasıl oluyor diye soruyor. Mesela geçtiğimiz ay bir kızı erkek arkadaşı kafasını keserek öldürdü. Evrensel olarak bundaki mükemmelliği anlayamadım ne yalan söyleyeyim. İçimde bir nokta, hani sezgiler dediğimiz kısım, aslında bir şeyler hissediyor bu mükemmelliğe dair, ama dünyadaki ben henüz o sezgilerini anlayacak durumda değil. Anlamak için de böyle sorguluyor işte. Buradan bir giriş yapalım hadi.
Cem Şen:
Tabii ki Hasan. İlk olarak şuradan başlayalım istersen: “Evrende olan her şey mükemmeldir.” Bu önerme, yanlış bir önerme. Bir kızın, erkek arkadaşı tarafından öldürülmesinde mükemmel olan bir şey yok. Ben cümleyi böyle mi kurmuştum bilemiyorum şu an ama eğer mükemmel kelimesini kullandıysam onu hangi anlamda kullandığımı anımsamam lazım. Mükemmel tanımı, bir öznellik içeriyor; bana göre bir durumu anlatıyor. Aynı zamanda bizim korkularımıza ve arzularımıza yanıt vermeyi amaçlayan bir durumu ifade ediyor. Bu nedenle daha doğru bir cümle belki şöyle kurulabilir: “Evrende yanlış olan bir şey yok.” Ya da daha doğrusu şu olur: “Her şey BÖYLE.” Her şeyin böyle olduğunu anlamak bizi büyük bir sıkıntıdan kurtarıyor. Doğru yok, yanlış yok, olması ya da olmaması gereken bir şey yok; yalnızca “böylesilik” var. Bu anlamda, yani her şeyin “böyle” olduğu gerçeğini içimize sindirdiğimizde işte o zaman, “Evrende olan her şey böyle ve her şey mükemmel diyebiliriz.” “Böyle” olma halini anlatmak için doğu öğretilerinde kullanılan pek çok benzetme vardır. Örneğin derler ki, gerçi leyleğin bacakları uzundur ama bacaklarını keserek kısaltamazsın; karganın tüyleri siyahtır ama boyayarak beyazlatamazsın. Onlar böyledir ve bu halleriyle eksiksizdir. Her şeyin böyle olması onu kendi içinde mükemmelleştirir. Böyle olmak aynı zamanda yanıtları ya da yanıt arayışını anlamsız hale getirir. İnsan ister istemez, eğer her şey böyle ve bu haliyle mükemmelse o zaman bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmenin ne anlamı var sorusunu sorar. Bu soru, konuyu gerçekten anlamayan bir zihnin yarattığı sorudur. Her şeyin böyle olması öyle bir şeydir ki, bizim olanı değiştirme çabamız da “böylesiliğin” içindedir.
Hasan Sonsuz:
Bir insanı öldürme veya öldürmeme seçimi de “böylesiliğin” içinde yani. Benim neyi seçeceğim belli mi önceden peki? Yoksa yaptığım seçimler mi “böylesiliği” belirliyor? Senaryo önceden yazıldı mı? Yoksa sürekli “live” (canlı) olarak mı yazılıyor?
Cem Şen:
Eğer “böylesiliği” anlarsan bunun bir önemi olmadığını da anlarsın. Önceden yazılmış bir durumla, belirsiz ve kendiliğinden yaşanan bir durum arasında aslında bir fark yok. Eylemler ve eylemlerin sonucu var elbette. Fakat bunlar, “böylesiliği” anlamadığımız sürece var. Yani bir tür aydınlanma yaşantısına ulaşmadan önce karma var, neden ve sonuç var, aydınlanma yaşantısına ulaştıktan sonra da bir neden ve bir sonuç var; fakat bu neden ve sonucun bizim üzerimizdeki etkisi kalmıyor artık. Zor bir konu bu; ama yine de anlamana yardımcı olmak için şöyle bir yöntem deneyim: “Böylesilik”, neden, sonuç, günah, sevap gibi kavramların tamamı, aydınlanmamış bir zihnin ürünü. Bu zihin değiştiğinde artık bu kavramlar anlamını yitirmeye başlıyor. Ahlakçı olmadan ahlaklı olmak gibi bir durumla karşı karşı kalıyor insan. Buna karşın, böylesiliği kavrayan bir insanın ahlak, iyi, kötü gibi öznel yargılarla işi kalmıyor. “Böylesiliğin” bize kazandırdığı en önemli şeylerden bir tanesi, yargıyı bir yana bırakmak için bize fırsat tanıması. Eğer olguların “böylesiliği”ni kavrayamazsak o zaman hareket edebilmek için yargıları kullanmak zorunda kalırız. Fakat “böylesiliği” kavradığımızda, yaptığımız ya da yapacağımız her şeyin “böyle” olacağını anlayarak yargılarımızı da bir kenara bırakabiliriz. İstemediğimiz şeyden kurtulup istediğimiz şeyi elde edebileceğimiz yanılgısı, “böylesiliğin”, aynı zamanda aydınlanma zihninin karşısındaki engellerden biridir. Her şeyin “böyle” olduğunu kabul etmekte zorlanan zihin, tercihlerde bulunan bir zihindir. Her şeyin basit, sade ve tartışmasız bir şekilde böyle olduğunu kavaramaz ve “olan”ın yerine “olması gereken”i koyar. “Böylesilik” tam olarak “olan”a odaklanır. “Böylesiliği” kavramayan zihin ise “olması gereken”e odaklanır. Olması gereken, bizim arzularımıza ve korkularımıza hitap ederken, “olan”, korkularımızdan kurtulmamızı ve arzularımızdan arınarak cesaret dolu bir mutluluğa ulaşmamızı sağlar.
Hasan Sonsuz:
“Böylesilik” kavramını biraz daha açmak gerekiyor sanırım bu noktada. Nedir “böylesilik”?
Cem Şen:
Hasancım, bu soruna vereceğim yanıt çok zen bir yanıt olacak ama aslında başka bir yanıt yok. Nedir böylesilik sorusunun yanıtı şu: böylesilik. Elbette bu yanıtın senin zihninde bir sürü başka soruyu yaratacağını ya da aklını tümüyle karıştırıp seni çıkmaza sokacağını biliyorum. Aslında tam olarak da böyle olması gerekiyor; çünkü bu sayede, bu soruya akılla yanıt aramayı bırakacaksın. Ardından temel birçok soruya akılla yanıt aramayı bırakacaksın ve bu da seni ister istemez ilk aydınlanma aşamasına yaklaştıracak. Bu sorunun yanıtını tam olarak anlayabilmek için aslında aydınlanma yaşantısı diyebileceğimiz şeyin akıldan çok sezgi ile ilişkili olduğunu kavramak gerekiyor. Ben ilk aydınlanma deneyimi yaşadığımda, en çok şaşırdığım şey, normal zihinle “ikilem” olarak gördüğüm hiçbir şeyin kalmaması olmuştu. O an, hiçbir ikilem yoktu. Yerine oturmayan, eksik olan, tam olmayan hiçbir şey yoktu. Her şey tamdı, eksiksizdi; her şey “böyle”ydi. Aradan biraz zaman geçti ve ikinci aydınlanma deneyimimi yaşadım. İkincisinde o an hissettiklerimi kağıda dökmeyi denedim. Daha sonra, yeniden küçük zihnime geri döndüğümde yazdıklarımı yeniden okudum ve karşımda akıl karıştırıcı, ikilemli sözcüklerden başka bir şey yoktu. Senin anlayacağın, bu deneyimi yaşadığında her şeyin böyle oluşu, gerçek bir tamlık olarak hissediliyor; ama bölen, ayıran, sınıflayan, kutuplayan bu zihinle aynı duruma baktığında eksiği, hatayı, karşıtlıkları görmeye başlıyorsun. “Böylesilik nedir?” sorusuna akılla verilebilecek yanıtlar oldukça sınırlı. Akıl yürütme çabalarım ne yazık ki konuyu anlaşılır hale getirmekten çok karmaşık hale getirebilir. Akıl yürütürsem belki şöyle şeyler söyleyebilirim. Her şey bir bütünün parçaları olarak işlediği için, bütün açısından bakıldığında yanlış olan bir şey yok. Tek tek parçalara baktığımda belki, o parçalardan biri olarak benim hoşuma gitmeyen bir şeyler olabilir; ama bütün açısından baktığımda, her şeyin böyle oluşunda kusurlu bir şey göremiyorum. Eğer insanın bedeninin bir parçasını ayrıntılı incelersem, örneğin kalınbağırsaklarının içini çalışırken incelersem midem bulanabilir. Diyelim ki güzel bir kadının ya da adamın bağırsaklarını inceleyelim. Haydi Brad Pitt ile Angelina Jolie olsun bunlar. Ne de olsa ikisi de modern çağın arketiplerinden. Sanırım bu iki insanın yalnızca bu parçalarını incelesek hepimizin midesi bulanırdı. Fakat bütünlerine baktığımızda bize çok etkileyici ve kusursuz görünürler. Yine de az önce de söylediğim gibi, bu örneklerden hiçbiri “böylesiliği” tanımlamıyor. Bunlar benim aklımla verdiğim örnekler. Burada ihtiyacım olan şey akıl değil sezgi. Şöyle söyleyim sana, eğer elimde senin hiç bilmediğin bir çiçek olsaydı ve sana çiçeğin kokusunu tarif etmek için şu kelimeleri sıralasaydım çiçeğin kokusunu anlayabilir miydin: Biraz gülün kokusunu andırıyor ama içinde sanki biraz taze çimen kokusu var gibi; alttan bir yerlerden genzine doğru karanfili andırır bir koku da geliyor. Aklında belli belirsiz bir şeyler canlanırdı belki ama kokuyu tam olarak kavrayamazdın. Oysa sana çiçeği uzatıp “bunu kokla” deseydim sanırım bu sözlere gerek kalmadan sen kokunun ne olduğunu bilirdin. Daha da önemlisi eğer ikimiz bu çiçeği koklamış olsaydık ve dünyanın geri kalanı bu çiçeği koklamamış olsaydı, ikimiz de çiçeğin kokusundan bahsettiğimizde onun nasıl bir şey olacağını bilecektik. Fakat onu koklamayanlara bu kokuyu anlatmaya kalktığımızda insanlar dediklerimizden bir şey anlamayacaklardı. Aynı şekilde aydınlanma deneyimi yaşamış olan iki insan bir araya gelip de böylesilik dediklerinde ikisi de ne söylediklerini anlıyorlar ama bu deneyimi yaşamamış olan bir insana böylesilikten bahsetmeye kalktığımızda bu konunun gerçekten tam olarak anlaşılmasını sağlayamıyoruz.
Hasan Sonsuz:
Bu söylediğin çok derin bir anlayış ve deneyimlemeden anlaması cidden mümkün değil. Peki ben başka bir konuya gireyim o zaman aklıma takılan. “Yargılanma” yok biliyoruz her ne kadar dünyada bize öğretilen “yargılama günü” öğretisinin aksine, öte tarafta öyle bizim düşündüğümüz gibi bir yargılama olmadığının bilgisini okuyoruz çeşitli kaynaklardan. “Böylesilik”le de örtüşüyor bu. Ama bir yandan da. içim kabullenemiyor. Bu dünyada her türlü haltı yemiş birisinin yaptıklarını yanına kar kalacak, her türlü rezilliği yapacak bir insan, ama ona “sen ne yaptın birader” denmeyecek. Bu benim içime bir türlü oturmuyor. Sanırım senin bahsettiğim ahlak anlayışı ve yargıların içimde olmasından kaynaklanıyor. Bunu biraz açar mısın? İnsanın dünyada yaptıkları yanına kar mı kalıyor? Mesela 100 kişiyi öldürmüş, tecavüz etmiş bir adam. Dünyada yakalanamadan ölürse, öte tarafta ne yaşayacak? “Gel hoşgeldin, nasıl keyifli mi geçti?” diye güzelce mi karşılalanacak. Bu tarz bilgileri okurken kafama hep bu takılıyor.
Cem Şen:
İster istemez bunun da aydınlanmamış bir zihnin sorgulaması olduğunu söylemeden edemeyeceğim ki sen bunu zaten biliyorsun. Önce sana aydınlanma deneyimi ile ilgili olarak kullanılan sevdiğim bir ifadeyi aktarayım. Aydınlanmadan önce nehirler nehir gibi dağlar dağ gibidir. Aydınlanma arayışına girildiğinde artık nehirler nehir gibi dağlar dağ gibi değildir. Aydınlandıktan sonra ise nehirler nehir gibi dağlar dağ gibidir. Bu tür cümlelerin çok akıl karıştırıcı olduğunu biliyorum. Burada zihin ister istemez şu soruyu soruyor: iyi de o zaman aydınlanmak ile aydınlamamak arasında ne fark var ki? Ödül, ceza, yargı gibi kavramlar bizim korkularımıza hitap eden kavramlar. Kötü bir şey yapanın yaptığının yanına kar olarak kalmamasını beklemenin bize nasıl bir faydası olduğunu soracağım ilk olarak. Diyelim ki sevdiğimiz birisi, bir insan tarafından öldürüldü. Bu, kaçınılmaz olarak ıstırap veren bir deneyimdir. Onu öldüren kişinin sonsuza kadar cehennem ateşlerinde yanmasının “olan” üzerinde ne gibi bir etkisi olabilir sence? Olan olmuştur ve bunu değiştirmek için yapılabilecek hiçbir şey yoktur artık. Yalnızca olan vardır; olması gereken bir şey yoktur. Olan olmuştur. Bu kadar. Anlayabiliyor musun?
Hasan Sonsuz:
Bu noktada tabii insanın isyanı var? Neden bu oldu. Acıyı dengelemek için de bir ceza bekliyor haliyle. O ceza alınacağını duymak sadece biraz rahatlatıyor, ama gerçek şu ki, olan biten sadece “olan”. Onun artık geri dönüşü yok. Neden oldu diye sormanın da manası yok. Çünkü oldu. Bu kaderci bir yaklaşım gibi algılanıyor, ne dersin?
Cem Şen:
Evet haklısın. Kaderci bir yaklaşım gibi algılanıyor ama kadercilikle bir alakası yok. Her şey bir yana kadercilik biraz geleceğe yönelik bir sorgulama tarzı, biraz da geçmişin acılarını ya da çelişkilerini içimizde hafifletmek için kullanılan bir yöntem. Oysa “böylesilik”te bu tür arayışlar yoktur. Aydınlanma deneyiminin temelinde “şeyleri” bozulmamış, olduğu haliyle görmek vardır. Süslemeden ya da kötülemeden. Neyse o. Suça karşı ceza aramanın eylemin kendisi ya da eyleme uğramış kişi üzerinde bir etkisi olmayacaktır. Hiçbir ceza olanı değiştirmeyecektir. Belki olanın etkisini daha hafif hissetmeni sağlayacaktır bazı durumlarda ama onu olmamış hale getirmeyecektir. Bizler ise ileride acı çekmemek ya da çektiğimiz acıyı hafifletmek için bir önleme ihtiyaç duyarız. Bu da bizi ister istemez, kaderimizin kontrolünü elimize geçirme çabası ile karşı karşıya getirir. “Böylesilik”te kaderimizin iplerini elimize geçirmek gibi bir çaba yoktur; diğerinde ise böyle bir çaba vardır. Elbette bu boşuna bir çabadır. Yoksa bütün kültürümüz şu an geliştirmiş olduğu ceza ve ödül sistemi sayesinde mükemmel bir şekilde işliyor olurdu. Dinlere bak, belli bir günahı işleyen insanın sonsuza kadar cehennem azabı çekeceğini anlatıyor. Peki ama bu durum olanı değiştirebiliyor mu? İnsanlar korksalar da olan olduğu gibi olmayı sürdürüyor. Tüm dinlerde öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin gibi yasalar vardır. Bu yasalar günümüz kanunlarının da temelini oluşturur. Göze göz dişe diş yasası da vardır. Peki ne değişiyor? Olanı engelleme çabası hiçbir sonuç vermiyor. Dahası kontrol arttıkça insan daha huzursuz, daha korkak, daha mutsuz bir hale geliyor. Bu arada sanırım benim öldürmeyi, çalmayı vs desteklediğimi düşünmüyorsundur. Kesinlikle böyle değil. anlatmaya çalıştığım şey, olan içinde baktığımızda bütün bu kontrol çabalarının bir işe yaramadığı. Kendimi eğer, “Cem çalmaz, öldürmez, zina etmez,” diye tanımlarsam, kafamda hayali bir Cem yaratır ve gerçek beni buna uydurmaya çalışırım. Bu da olanı ya da gerçek doğamı kontrol altına almaya çalışmak olur. Ben bunların hepsini yapabilirim. Yaparsam bu da olan olur. Doğru ya da yanlış olması ayrı bir şeydir. Sadece olur. Bütün bunların da bir takım sonuçları olur. Bunlar sonuçta benim için keyifli sonuçlar olmaz. Yine de bu, olanı değiştirmez. Peki niçin böyle oluyor? Niçin “olan” var? Çünkü “olan” var bu kadar. “Olan”ı değiştirmenin hiçbir yolu yok çünkü özgür irade var. Bu nedenle de burada evrensel yasalar devreye giriyor. Örneğin karma yasası gibi, samsara yasası gibi. Her eylem bir sonuç ve karşıt bir eylem doğurur. Hiçbir eylem yoktur ki bu eylemin doğal bir sonucu olmasın. Dolayısıyla bir insan bir şey yapar ve bu da onun yanına kar kalır gibi bir durumdan bahsedemeyiz. Yine de bunun böyle oluşunun “olan”ı değiştirmediğini bir kez daha söylememin bir anlamı var mı bilemiyorum. Zaten “olan”ı kontrol altına alma saplantısı, Burak ve seninle birlikte bu ay tartıştığımız diğer konumuzun da özünde bulunan şey. Kontrol etme çabası bizim bütün bu kültürü yaratmamızı sağladı. Bu çabanın sonucunda da Tanrı’yı tahtından indirip yerine kendimizin geçmesi gibi bir uğraş içindeyiz. Kaderin kontrolünü Tanrı’ya bırakmak yerine kendi ellerimize alıyor; kendimizce kadere meydan okumaya çalışıyoruz. Bu çaba da medeniyetimizi neredeyse yokoluşun eşiğine getirmiş durumda. Senin anlayacağın iyileştirme çabalarımız varolanı bozmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu nedenle olanı olduğu gibi “görmek”, aynı zamanda yasalarla uyumlu hale gelmek anlamına da geliyor. Bu, belki olanda bir değişim yaratmaz, belki de yaratır bunu bilemem ama bizim, olanı görme biçimimizi kesinlikle değiştirecektir.
Hasan Sonsuz:
Bu son söylediklerin şunu sorgulatıyor bana, mesela bazı guruları görüyoruz. Adam öyle sessiz sakin oturuyor. Hareket bile etmiyor. Ne gülüyor, ne canlılık gösteriyor, böyle oturuyor işte. Hatta Okan Bayülgen’in programına da çıkmıştı birisi ve Okan sormuştu, “Abi, seninle hep böyle oturup birbirimize mi bakacağız?” diye. Kaderin kontrolünü Tanrı’ya bırakmak çok muallak bir cümle. Bu şekilde bir medeniyet geliştirebilir miydik? Şu anda bilgisayarla yazışıyoruz, bunu yapabilir miydik? Yoksa insanlık daha en baştan bu bilinçte olsaydı, nasıl bir dünyamız olurdu? Hepimiz çayırlarda oturmuş mutlu mutlu gülümseyen, ot yiyip saman dışkılayan tipler mi olurduk? Ayrıca kaderi Tanrı’ya bırakmayı da açar mısın?
Cem Şen:
Aydınlanma deneyimi ya da doğu öğretilerinde ikiliğin ortadan kalktığı durumlar ile ilgili bir şeyler okuduğumuzda ya da dinlediğimizde ilk aklımıza gelen şey ister istemez bu oluyor. Atıl, hareketsiz, bir şey yapmayı gerektirmeyen bir durum algılanıyor. Örneğin Taoculukta bir kavram vardır. Çok önemli bir kavramdır. Neredeyse her şeyin temelini oluşturur. Kavramın adı: wu wei. Tercümesi ise yapmamak. Ben kendi tercümemle buna müdahale etmemek diyorum. İnsan zihni ikilik içinde varolduğu için, yapmamak diye bir şeyin nasıl olabileceğini soruyor. Eğer arzu edilen durum yapmamak ise o zaman nasıl eylemde bulurum diye soruyor ister istemez.
Onun üzerine de senin haklı olarak sorduğun sorulara benzer sorular üretiyor. Eğer bir şey yapmasaydık o zaman gelişim olmazdı, evrim olmazdı diye düşünüyor. Oysa durum bu değil. Tek sorun bunu ikilik üzerine dayalı kelimelerle, ya da zihinle nasıl anlatabiliriz? Bunu anlamanın tek yolu bedensel deneyimler. Örneğin araba kullandığını düşün. Eğer deneyimli bir şoförsen, uzun yolda giderken nasıl vites değiştirdiğini, hızını nerede azaltman, nerede artırman gerektiğini düşünmezsin. Ya da yola aniden bir çocuk çıkıverirse, “şimdi fren yapmalıyım. Fakat bu hızla fren yaparsam o zaman yoldan çıkarım. Bu durumda ne yapmalıyım? Acaba direksiyonu kırarak çocuğun yanından mı geçsem? Ama mesafe çok az; eğer öyle bir şey yapmaya kalkarsam o zaman takla atabilirim.” gibi şeyler düşünmezsin. Eğer bütün bunları düşünür durursan, bir saniyeden az bir zamanda büyük olasılıkla tepki veremez ve karşındaki çocuğa çarparsın. Bunun yerine ne olur? 100 km hızla gidiyorsundur. Karşına bir çocuk çıkar. Frene basarsın; ya da direksiyonu kırarsın. Normalde araba kullanırken asla yapamayacağın cüretkar bir tavır sergilersin. Sonuçta ya durur, ya çocuğun yanından sıyrılır geçer ya da çocuğa çarparsın. Sonuç ne olursa olsun düşünmezsin. Bu anlamda aslında bir şey yapmazsın; yalnızca bir şey olur. Bu tür yüksek hızlarda benzeri deneyimler yaşayan insanlar bu deneyimlerini anlatırken hep şu tür şeyler söylerler: “Bir şey frene basmama neden oldu. Bir şey direksiyonu kırmama sebep oldu. Bir şey gaza basıp çocuk yolun ortasında gelmeden o çizgiyi geçmeme sebep oldu. Eğer bunu yapmasaydım çocuğa çarpmış ve öldürmüştüm.” Peki ama eğer frene basma, direksiyonu kırma ya da hızlanma kararını veren ben değilsem o zaman kim? Eğer ben yapmıyorsam ama bir eylem oluyorsa o zaman bunu yapan kim?
Hasan Sonsuz:
Kim diye sorsam?
Cem Şen:
Peki ben sana sorsam?
Hasan Sonsuz:
Olmaz önce ben sordum.
Cem Şen:
O zaman soruma şöyle bir ek yapayım. Buna benzer bir deneyim yaşadın mı? Bunun illa araba ile olması gerekmiyor.
Hasan Sonsuz:
Evet yaşadım. Hem de defalarca. Her seferinde de kafamı yukarı kaldırıp, “Eyvallah” dedim.
Cem Şen:
Evet. Genellikle verilen yanıt “Allah korudu,” olur. Koruyan yüce bir varlık mı yoksa başka bir şey mi dilersen bunu da tartışırız ama bundan önce konunun anlaşılmasını sağlamak için şunu sormama izin ver. Bir şekilde bu deneyimi yaşarken sanki sen “yapmamışsın gibi” bir durum vardır öyle değil mi? Yani dışardan bir destek atılmış gibi bir his vardır. Ama çok da dışında değilsindir işin ama sanki senin dışında bir güç müdahil olmuştur.
Lao Tzu, aydınlanmış bir insandı ve yazdığı Tao Te Ching binlerce yıldır hala bir aydınlanma rehberidir. Bu rehberde şöyle bir cümlesi vardır: Bilgeler bir şey yapmaz ama hiçbir şey de eksik kalmaz. Gördüğün gibi kendi deneyimlerinde aslında bunu yaşadın. Aslında bir şey yapma “niyetin” ya da “amacın” yoktu. Bu nedenle de aslında bir “çaba” harcamadın. Yani aslında bir şey yapmadın. Ama bir şey “oldu”. Gördüğün gibi, yapmamak aslında eylemsiz olmak değildir. Eğer bu yapmama halini, wu wei’yi yaşamına yaymayı başarabilirsen işte o zaman deminden beri anlatmaya çalıştığım şeyi anlayıverdiğini göreceksin. Japon savaş sanatlarında aynı durum mushin terimi ile anlatılır. Mu, yok demektir. Shin ise kalp ya da zihin anlamına gelir. Yani, zihnin olmaması. Eylem ancak muhsin olursa mükemmel olur. Savaş sanatlarında karşındaki insan saniyenin onda birinde, sonsuz hareket seçeneklerinden birini ya da diğerini kullanarak saldırır. Buna karşı duracak, düşünecek, karar verecek zamanın yoktur. Kararsız kalamazsın. Eğer shin varsa, yani zihin varsa o zaman korkular, kararsızlıklar, seçimler senin sonunu hazırlar. Fakat eğer mu-shin ise, yani zihin yok ise, tıpkı araba kullanırken karşına bir çocuk çıktığında nasıl en doğru hareketi yapıyorsan aynı şekilde bu durumda da “yapmama” halinde olursan o zaman sen de saniyenin onda birinde en doğru hareketi yapıverirsin. Şimdi bana bu tür durumların yüksek hızla olduğunu söyleyebilirsin. O nedenle bu tür deneyimlerin bu tür durumlarda geçerli olduğunu söyleyebilirsin; doğru mu?
Hasan Sonsuz:
Doğru da bu dediklerini günlük hayat içinde nasıl yaşayabiliriz peki? Yani işyerinde çalışırken veya evdeyken veya sokaktayken “yapmama” hali nasıl yaşanır? Yoksa “yapmama” hali spesifik durumlarda mı ortaya çıkıyor? En basitinden mesela çocuğunuz sokakta başka bir adamla kavga ediyor veya birisi size gelmiş bar bar bağırıyor. Böyle durumlarda “yapmama” nasıl deneyimlenir? O bilince gelmek mi şart?
Cem Şen:
Bu sorundan şunu anlıyorum. Az önceki soruma verdiğin yanıt “evet.” Yani diyorsun ki, “Evet, aniden oluşmuş bir olay ile karşı karşıya kaldığımızda bütün bu yapmama halinde olmak mümkün olabilir. Fakat daha uzun bir süreçte bu nasıl mümkün olabilir?” Yine bir soru sormak zorundayım sana. Zaman ne zamanda yaşanır? Şimdi de mi? On dakikada mı? Zaman ne zaman yaşanır?
Hasan Sonsuz:
Bilgisel olarak ŞİMDİ’de derim. ANda yani. Ama bunu deneyimde her an yaşayabiliyor muyum desen? Hayır! Zaten bana dışardan mucizevi gelen dokunuşlar dediğim süreçlerde hep ŞİMDİyi hissediyorum. Ama adamın birisi gelip sana bar bar bağırdığında onu hissedemiyorum. Ne yapacağımı da bilemiyorum o anda.
Cem Şen:
Peki devam edeyim izninle. Biraz önce aktardığım durumlar, yani araba örneği ve savaş sanatları örneği belki bir saniyede belki de saniyenin onda birinde olan kısacık süreleri içeriyordu. Oysa biz “an”da yani “şimdi”de yaşıyoruz. Şimdi yeni sorum geliyor: ŞİMDİ ne kadar sürer?
Hasan Sonsuz:
ŞİMDİ’yi ölçmek mümkün değil ki ŞİMDİ, şimdidir. Kadarı yoktur.
Cem Şen:
Güzel. Gördün mü? Biz, var olmayan bir zamanda yaşıyoruz. Peki ama olmayan bir zamanda bir şey yapmak nasıl mümkün olabiliyor Hasan?
Hasan Sonsuz:
Orada başka bir bilinç sözkonusu oluyor çünkü. ŞİMDİ’de sezgilerimizle hareket etme şansımız oluyor, yani aslında ruhumuz devreye giriyor pürüpak olarak ve mucizevi şeyler ortaya çıkıyor. Ama zaman bilincimiz dakika ve saniyeler döndüğü anda, zihnimiz devreye giriyor ve sorunlar başlıyor. Olmayan bir zaman içinde ruh da dahil olmak üzere bir şeyin varolabilmesi nasıl mümkün olabilir peki? Ona yaratılış demiyor muyduk biz?
Cem Şen:
Bilmem. Soru son derece basit aslında. Bir zaman aralığı var ve biz buna şimdi diyoruz. Bu zaman aralığı geçmiş ile geleceğin arasındaki çizgi. Yani sıfır noktası. Kendine ait bir süresi yok. Dolayısıyla kendisi de yok. İşin ilginç olan yanı, varolabildiğimiz tek zaman aralığı şimdi. Yani yokluk. Bu durumda eğer olmayan bir durumda varoluyorsak biz var mıyız? Eylemi yapan kim?
Hasan Sonsuz:
Varız ve birşeyler yapıyoruz ki birşeyleri gerçekleştiriyoruz değil mi? Şimdi yokuz demek mümkün değil, ahan da varız. Eylemleri de yapıyoruz işte çat çat. Bu noktada aklıma şu da geliyor, ŞİMDİ de sürekli yaşayabilen bir bilinç nasıl bir hayat sürer? Ayrıca insanlık ŞİMDİde yaşasaydı, mesela bilgisayarları geliştirebilir miydi?
Cem Şen:
Boşver onu. Asıl soru tümüyle farklı. Farkındaysan zihnin yanıttan kaçmak için yeni sorular ve bahaneler üretiyor. Dahası inanca ve varsayıma sığınıyor. Diyor ki, “Nasıl olmam canım? Olmasam bütün bunları yapabilir miydim? Bütün bunları gerçekleştirebilir miydim?” Ama yine de şu basit soruya yanıt veremiyor: Geçmiş yok, gelecek de yok. Yalnızca şu an var. Fakat bir bakıyorum ki şu an da yok. Peki ama eğer şu an bile yoksa, olmayan bir şeyin içinde ben nasıl varolabiliyorum? Nasıl eylemde bulunabiliyorum? Eğer olmayanın içinde bir şey olarak varolduğumu “sanıyorsam”, bu durumda acaba varolan şeyler gerçek olmayabilir mi? Kuantum fizikte bir tanımlama vardır. Der ki, dansçı yoktur ama dans vardır. Evrenin doğasını gözlemlediklerinde çıkan sonuç budur. Dansçı yoktur ama dans vardır. Yani eylemin bir öznesi yoktur ama eylem vardır. Bu nasıl olabilir? Akıl bunu nasıl kavrayabilir? Bunu kavramakta yetersiz olan akıl, nasıl bunu kontrol altına alabilir peki?
Hasan Sonsuz:
Burada aklıma tek şu geliyor: WHAT IS THE MATRIX, ULAN!!! (Matriks nedir?)
Cem Şen:
Evet. Peki Morpheus ne demişti? Unfortunately no one can be told what the matrix is. You have to see it for yourself. Yani, ne yazik ki matriksin ne olduğunu anlatmak mümkün değil. Bunu kendi gözlerinle görmelisin. Şimdi anlatabildim mi derdimi sana Hasan? Bütün bunları kelimelerle açıklamak ve zihinle kavramaya çalışmak ne yazık ki olanaksız. Kıyılarında dolaşırız konunun ama asla zihnimizle kavrayamayız. Bu ancak sezgisel bilme ile, deneyimle olabilir. Bu nedenle anlamak için belli bir disiplin geliştirmek ve zihni bırakmayı öğrenmek gerekiyor. Yine de orijinal konumuza geri dönüş yapmaya çalışırsak buradan, Okan Bayülgen’in karşısına çıkan gurunun kim olduğunu bilmiyorum. Aydınlanmış bir insan olup olmadığını da bilmiyorum; ama aydınlanmak ya da “böylesiliği” kavramak kesinlikle eylemsiz olmak ve bir şey yapmamak anlamına gelmiyor.
Hasan Sonsuz:
Ben daha somut olaylara gelmek istiyorum o zaman, çünkü biraz karıştı gibi. Günlük hayat içinde olumsuz bir olayla karşılaştığımızda, gazeteyi açıp cinayet haberlerini okuduğumuzda veya sokakta birisi bize saldırdığında, çeşitli tepkiler veriyoruz. ŞİMDİde yaşayan bir insan bu durumlarda nasıl tepki verir? Tepkisiz midir? Tecavüz olayına bakar ve “böylesi” olandır der geçer mi? Sokakta birisi ona saldırıyorsa, böyle durur ona bakar mı?
Cem Şen:
Hayır Hasan. Sen araba ile giderken bir anda karşına çocuk çıktığında ne yapıyorsan, şimdide yaşayan insan da işte tıpkı böyle bir şey yapar. Adamın ağzının ortasına okkalı bir yumruk da patlatabilir, arkasını dönüp gidebilir de; bilmiyorum. Aradaki fark şudur: Sen eylemi tasarlamaya çalışırsın o tasarlamaz. Sen planlarsın o planlamaz. Sen korkar ya da öfkelenirsin; o bunlara aldırmaz. Garip bir şekilde de bütün planına, zekana karşın kaybeden sen olursun kazanan ise o olur.
Hasan Sonsuz:
Peki böyle birisinin bir yakını, eşi, çocuğu ne bileyim, çok sevdiği birisi sarsıcı bir şey geçirdiğinde, o kişi yine ŞİMDİde kalabilir mi? Kolay mıdır bu iş? ŞİMDİ bilincini yaşamış birisi, bu bilinçten tekrar dünyevi bilince gelebilir mi? Biraz daha ağırlaştırırsak, çok ağır bir deneyim yaşamış bir insan, çok sevdiğini saldırıyla kaybetmiş, kendisine saldırılmış, tecavüze uğramış vs. nasıl bir bilinçle bakabilir bu olaya? Çok da kolay olmasa gerek. “Böylesi”ni nasıl kabullenebilir?
Cem Şen:
İlk olarak sorduğun sorudaki çok önemli bir noktaya dikkatini çekmek isterim. Şimdi bilincinde yaşayan birisi, bu bilinçten tekrar dünyevi bilince gelebilir mi diye soruyorsun. Yani diyorsun ki, ŞİMDİ de yaşamak sıradan, olağan, alışıldık bir şey değil. Doğalı, alışıldık olanı ŞİMDİde yaşamamak. Temelde bu yanlış anlamayı çözmeden sorunun devamına vereceğim yanıtın senin için hiçbir anlamı olmayacak. Zaten başlangıç olarak ortaya koyduğun şey iki bilincin birbirinden farklı olduğu. Oysa temelde bu iki zihnin birbirinden ayrı olduğu bile bir yanılsama. Nirvana ve Samsara aynı şeydir diyen bir Budist laf vardır. Yani aydınlanma ve aydınlanmama aynıdır demek gibi bir şey bu. ŞİMDİ, kendisinden düşülebilecek bir şey değil. ŞİMDİde yaşamak bizi insan olmaktan çıkarıp, duygusuz varlıklara filan da dönüştürmüyor. Halen acı çekiyoruz, halen gülüyoruz. Ta ki mutlak aydınlanmaya ulaşıncaya kadar da böyle devam ediyor bu durum. “Böylesilik” kabul edilecek ya da reddedilecek bir şey değil. Yalnızca bu tür durumlar kelimelerle sorgulanmaya kalktığında tatmin edici bir sonuca ulaşmak mümkün değil. Senin zihnin ister istemez insani özelliklerin nedeniyle, peki ŞİMDİde yaşarsam acı çekmekten kurtulur muyum diye soruyor aslında bana. Hatta acı çekmekten kurtulur muyum, başıma kötü şeyler gelmesini engelleyebilir miyim, kaderimin kontrolünü kendi ellerime alabilir miyim diye soruyor. Peki, ama sen Budha’nın ölüm sebebini biliyor musun? Bir hikayeye göre domuz etinden zehirlendi, diğer bir hikayeye göre ise domuz kemiği boğazına kaçtığı için öldü. Fakat her iki durumda da dışarıdan bir etki sonucunda öldü. Oysa Budha, mutlak aydınlanmaya ulaşmıştı. Yani mucizeler bile yaratabilirdi. Artık üzerinde karmanın ya da kaderin hiçbir etkisi kalmamıştı. Peki, niçin böyle bir şey oldu? Bu ne tür bir oyundur? Bize ders vermek için mi böyle bir ölüm biçimini tercih etti? Bütün bu sorgulamaların hiçbir anlamı yok. Tam aydınlanmaya varmış olan Budha, kendine öte dünya ile ilgili olarak sorulan hiçbir soruya yanıt vermedi. Bu konuda tek söylediği şey bunun bir önemi olmadığıydı. Oysa insan, bu tür öğretilerde şunu istiyor: Süper bir insana dönüşmek. Acı çekmemek, bunun bir uzantısı olarak sevdiklerinin acı çektiğini de görmemek; ayrıca elbette keyifli olmak, sürekli mutlu olmak; sonsuzlukta hiçbir ceza almayacağına emin olmak ve her şeyden önemlisi bir sonu olmadığına emin olmak istiyor. Eğer bir öğreti kendini bu açıdan tatmin edemiyorsa o zaman o öğretinin yeterli olmadığını düşünüyor. Oysa eğer bir sorun çözümsüzse o zaman sorunun kendisi olduğu basit gerçeğini göz ardı ediyor. Yani senin peki ama ŞİMDİde yaşarsak acı çekmeyecek miyiz, yok eğer acı çekeceksek o zaman ŞİMDİde yaşamanın ne anlamı var? Sorun aslında gördüğün gibi temel yanılgının bir uzantısı.
Hasan Sonsuz:
İnsan sanırım bir mucizede, bir korumada yaşadığını bilmek istiyor, çünkü kendimizi o kadar yalnız, güçsüz ve desteksiz hissediyoruz ki kendimizin dışında bir kuvvetin bizlere yön, güç ve destek verdiğini hissetmek istiyoruz. Dindar olanlar bunun için çeşitli ritüellerle yalvarıyorlar daha güçlü bir varlığa, spiritüel olanlarsa gücü eline aldıklarını düşünüyorlar ama yine de ÖZ veya melekler veya Evren gibi kavramların desteğini aldıklarını söylüyorlar. Ama özünde kendimizi yalnız hissediyoruz, ama aslında hissetmek istemiyoruz bu dünya yaşamında. Herşeyi kendinin yaptığını fark etmek insana güç veriyor belki de ama daha çok yalnız hissettiriyor belki de, bu yüzden korkuyoruz ayağa kalkmaya sanki. Yalnız kalacağımızın illuzyonuna kapılıyoruz. Gücümüzü reddediyoruz ve gücümüzü kendimizden güçlü varlıklar yanılsaması yaratıp onlara yüklüyoruz. Hepimiz korkuyoruz aslında, sadece korkuyoruz… Keza gücün kendinde olduğunu kabul etmek başka bir durumu daha ortaya çıkartıyor: sorumluluk. Bir anda şunu anlıyoruz, bugüne kadar hep “iyiler kazanır” diye inandık ve evrenin güçlü bir kuvvet tarafından “iyi”ye yönlendirildiğini düşündük. Ama ayağa kalkıp etrafa bakınca şunu görüyorsun ki işe karışıp, olayları manipule eden bir kuvvet yok. İnsanlar yapıyorlar herşeyi. Bu durumda da kıçını kaldırmak durumundasın çünkü kim ne kadar yaparsa o kadar oluyor evren. Yönü belirleyen insanın ta kendisi. Bu çok büyük bir sorumluluk, çünkü suçlayabileceğin ya da sırtını dayayabileceğin hiçbir yer yok kendinin dışında. Bu da yan gelip yatan insanoğlu için kolay kabullenilemeyecek bir durum.
Cem Şen:
Çok doğru söylüyorsun. Sana Budha’nın sözü ile yanıt vereyim o zaman: Yalnızca kendi kendinize ışık olun. Kendi dışınızdan bir ışık aramayın. Gördüğün gibi, aydınlanma yolunda olmak cesareti gerektiriyor. Bu yolu hepimiz tek başımıza yürürüz. Bunda da yanlış olan bir şey yok. Yine de sana ilk aydınlanma deneyimimden bahsettim az önce. Bu ilk deneyimimde hissettiğim en önemli şeylerden bir tanesi yalnız olmadığımdı. Ölmek anlamını yitirdi. Hatta elimdeki bir kalemle o an hissettiğimi kağıda döküverdim: Bu dünyanın sonu yokluksa eğer; her şey bir gün yokolocaksa eğer; ne yaparsak yapalım ölüm bir engel gibi karşımızda duruyorsa eğer; şimdiden yok olmalı, varlıkla yokluğu bir arada yaşamalıyız. Yani, bu birlik haline ulaştığında yalnızlık, korku gibi duygular bir anda anlamını yitiriveriyor. Yine de mutlak aydınlanmaya ulaşıncaya kadar dönüp dolaşıp yine dünyanın tozuna bulaşıyorsun. İnsan hikayesinin en acıklı yanı, onun sonlu olduğunun bilincinde olması. Bu da insana büyük bir acı veriyor. Yaşamak demek acı demek insan için. Acı ise isteklerimizden ve korkularımızdan kaynaklanıyor. Bu korku temel dürtümüz olduğu sürece, yaptığımız her eylemin ardında bu oluyor. Korku ise bölen ve sınıflayan bir zihnin ürünü. Eğer şu ya da bu yanı seçme derdini bir yana bırakırsak o zaman korku da kalmıyor. Yalnızca olan kalıyor. Böylesilik kalıyor. Olan ise içimizi büyük bir huzur ve özgürlük ile dolduruyor. Başımıza bir şey gelebileceğini biliyoruz. Budha gibi domuzdan zehirlenebileceğimizi örneğin. Ama artık bu olasılık, “şimdi” canımızı yakmıyor. Bizde bir korkuya neden olmuyor. Anlatabildim mi acaba?
Hasan Sonsuz:
Anlattın anlattın. Çok teşekkürler sana bu güzel söyleşi için. Bundan sonraki sayılarımızda da bir yerden girip diğer taraftan çıkacağımız söyleşilerimiz olacak. Umarım okurlarımız da bundan memnun kalırlar. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere.