Vallahi bir esprisi yok. Çağırdılar, kıramadık, gittik. Ama gitmesek de olurmuş hani. Sağolsunlar, anladılar artık sıkıldığımızı da yolladılar geri beş buçuk ayın sonunda !

Size burada “Ah, vah Mehmetçik! Zavallı Mehmetçik!” draması anlatmayacağım. Şanslıydım;  hakikaten şans yani; torpil falan kastık da bulamadık bir tanıdık. Şanslıydım; evim, eşim Bursa’dayken ben de hemencik yakına, Balıkesir’e düştüm. Hem de kısa dönem. Yani asker tabiriyle “poşet”. Hem de KKK’nın motorlu araç bakım-onarım merkezi olan bir fabrikada. Yarım gün eğitim, yarım gün mühendislik yaptık…
 

Belki de en büyük faydası neydi biliyor musunuz askerliğin? Katlanma toleransımı düşürdü… Evet, beklenenin tam tersi yani. “Askerde 3 şey öğrenirsiniz,” demişti bir astsubay; “Saygılı olmayı, sabırlı olmayı ve arazi olmayı…”. Gerçekten de çok çalışan, çok sorumluluk alan değil; çok kaytaran, iyi sıvışan prim topluyor o camiada! “Askerlik dayanma gücü verir” derdi bir subayımız da. Evet, sabretmeyi, dayanmayı öğretiyor ama yemin de ettiriyor sonunda: “Bir daha silah zoru olmadıkça, sevmediğim, istemediğim işi yapmayacağım ve haketmeyene saygı göstermeyeceğim!!” dedirtiyor. Dikkat edin, “Katlanma Toleransı” diyorum, “Sabır-Sebat-Azim” demiyorum. Her birimiz ayrı ve eşsiz canlılarız ya; ve sırf bu özgünlük bile gönlümüzü hoş tutacak şekilde yaşama hakkı veriyor ya. E neden o zaman tamahkarlık? Neden “katlanmak”?

 

Aslında teşhis basit: Komfor kuşağı. İçinde bulunduğumuz koşullar bizi komfor kuşağımızın dışına itene kadar harekete geçmiyoruz. Bilgisayarımız çalışırken hırıltı çıkarıyor ama bu hırıltı gürültüye dönüşene kadar gidip fanı değiştirmiyoruz. Sürekli kavga edip barıştığımız sevgilimizle oturup yüzleşmiyor, tekrar kavga çıkana kadar bekliyoruz. Asık suratlı, dedikoducu komşularımızı görünce yapmacık selam veriyor, yolumuza devam ediyoruz. Maddi olarak bizi geçindirse de manevi olarak doyurmayan işimize her sabah 7’de kalkıp koşarak gidiyoruz. Oysa ne güzel söylüyoruz “canım sıkılıyor”, “canım çekmedi” diyoruz. Can bu, ya! En derindeki, en gerçek, en ben olan! Oradan gelen sinyal birşeyleri değiştirmek üzere harekete geçmek için yeterli ve gerekli sebep değil mi? Şahsen benim için, neyi istediğimi, neyi sevdiğimi bilmek bir muamma. Bir türlü net bilemiyorum, çünkü zihin yoluyla arıyorum. Ama neleri istemediğimi, nelerle aynı frekansta olmadığımı bilmek kolay. Dürüst olup “canımın” sinyallerini dinler ve komfor kuşağımı dar tutarsam, bana uymayan şeyleri hayatımdan sıyırıp atıyorum. Ve keşfettim ki, hayatıma neleri sokacağım üzerinde tam kontrolüm olmasa da nehrin getirdiklerinden neleri hayatımda tutacağım üzerinde kontrolüm var. Ve sevgili Örümcek Adam’ın temel düsturunda dediği gibi “Büyük güç, büyük sorumluluk getirir”. Hayatım üzerinde böyle bir kontrol gücü, bu gücü kullanma sorumluluğunu da beraberinde taşıyor…

 

Şaka, maka değil ha! İşimin bunaltıcı ek mesaili koşturmacasından sıkılıp gitmiştim askere. Şimdi iş görüşmelerimde önce ek mesai sıklığını ve ödenip ödenmediğini soruyorum. Huysuz ve aksi bulduğum bir amir altında olacaksam, işi reddediyorum. Yaşadığım muhitten memnun değildim, yeni ev bakıyorum; hatta belki yeni bir şehir. Sanayi meraklısı olmayıp kendi işini yapmayı düşünen 3-4 arkadaş cafe tarzı bir yer açma girişimindeyiz. Askerlik daha bi devrimci yaptı yani beni !

 

Bu da askerliğin başka bir faydası; Sınırlarımı gördüm. Ne kadar uzağa koyarsam oradalarmış! Mesela “asla” diyip de başardığım bir şey, koşmak. Çim sahada 3 tur atınca yığılan ben, orada 2,5 km’yi 11 dakikada koştum. “Odada benden başka biri varsa uyuyamıyorum. Ben nasıl evlenecem?” diye hayıflanan bir tertibim büyük koğuşa düştü : 200 kişi bir odada. Artık günün her saati, her yerde uyuyabiliyor. Tabi bir de günü 18-20 saat yaşamak var. Sabah 6:30’da kalkılıyor. Günün yarısını bölükle eğitimde geçirdiğimizden, fabrikanın işleri, mühendis subaylarımızın pek kıymetli projeleri falan gecelere kalıyor. Yani yat saati gece yarısı civarları. Bir de gece nöbeti ekleniyor bu yarım yamalak uykuya, 2,5 – 3 saat de oradan düştük mü, kalıyor 4-6 saatlik toplam uyku. Ertesi sabah yine 6:30’da kalkılıyor tabi, vs vs vs… Ben zaten fazla uyumayan biriyimdir, ama uyku düzenim bozuldu mu 3 gün içinde tansiyonum ve şaftım kayar(dı). Daha doğrusu ben öyle bir teşhis koymuştum ve buna dikkat ederek yaşıyordum. Tabi askerde nerde o lüks? Fakat gelin görün ki ertesi sabah 6:30’da tekrar ve çakı gibi ayaktayım! Yani günlük 8 saat uyku gereklidir inanışı da kofti çıktı! Bunlar ufak tefek örnekler. Ama şu çok net: Çoğu engelimiz kendimize dair inançlarımızdan oluşuyor.

Eskiden okulun kürek takımında bulunmuş 35 yaşlarında bir ağabeyimiz de vardı bizim kısa dönemler arasında. Kürek takımının parolası “bittiği yerde bir daha vur”muş. Yani kesildim, bittim, tükendim, takatim kalmadı dediğiniz noktada, salt irade gücü ile vücuda tekrar, son bir kez daha küreğe asılma komutu veriyorsunuz. Ve mucizevi bir şekilde bir adrenalin basımı daha ve kendinizi x kilometre daha kolayca kürek çekebilir hissediyorsunuz. Yine bittim tükendim noktası geldiğinde, bir kürek daha ve tekrar başlıyor çevrim… Tabi bu ekstrem bir uygulama. Uzun vadede bünyeyi yıpratıyor olabilir. Ama insan denen meret bir türlü bitip tükenmiyor! “Sınıra geldim” dediğimizde, aslında sadece “ben ancak buraya kadar hayal etmiştim” veya “ben daha önce ancak buraya kadar gelmiştim” demiş oluyoruz.

Yalnız… Tam bu noktada, kafamın arka taraflarından bir ses sakin fakat kuvvetlice şunu hatırlatıyor: Fiziksel dünyada “yapabilirlik” ile ilgili olan bu gücün sınırı gerçekten de olmayabilir. Ama bu gücün yoğunluğunu direkt etkileyen bir öğe var; TUTKU. Bir şeyin peşinden ne kadar tutkuyla koşuyorsak, bir işi ne kadar tutkuyla yapıyorsak, o kadar da artıyor gaipten bulduğumuz bu güç. Yani yine askerlikten ilk öğrendiğime dönüyoruz: önemli olan ağız tadını, canın hoşlaştığını bulmak.

 

Bir de çiçekler tanıdım askerde. Yurdumun dört bir tarafından gelme, iyi niyetli, temiz kalpli, saygılı, dost canlısı, okumuş veya “cahil”, çiçek gibi, pırıl pırıl insanlar tanıdım. Orduya güvenim azalırken memleketime güvenim arttı valla! Ne kadar farklı ve renkli kişiler olduğumuzu iddia etsek de, benzer benzeri buluyor ya; sıkça temasta olduğumuz kişiler hep kendi frekansımızda kişiler aslında. Gerçi benzerin benzeri bulması durumu askerde de değişmiyor ama yakın çevremizde yakından benzediğimiz adamlar varken, askerde uzaktan benzediğimiz adamlar gündeme geliyor. “Böyle birisiyle böylesine candan olacağımı tahmin etmezdim” dedirtiyor insana…

 

O yüzden, derim ki, eğer askere gidecekseniz, veya gidecek bir yakınınız varsa, çok da dert etmeyin. Sadece dua edin ki kendisi gibi olmayı başarabilsin orada da ve böylece kendisi gibileri çeksin orada geçireceği hayatına. Ne demişler eskiler :
 

Hacı hacıyı Mekke’de

Hoca hocayı tekkede

Deli deliyi dakkada,

..k ..ku kenefte bulur!