Her dönemde istismar edilecek bir şeyler bulunuyor. Nasıl astrolojiyi bozup falcılığa dönüştürdüysek, hattâ kısmen dinselliğe bulaştırdıysak; Reiki’yi basitleştirip, parapsikolojiyi ve Feng Shui’yi sulandırdıysak; şimdilerde de Kuantum’u ayaklar altına almakla meşgulüz. Bu konuların az sayıdaki gerçek uzmanları ne derse desin, onlara kulak vermeyip yalan yanlış ve kolaycı vaatlerde bulunanların peşlerine takılmaya öylesine can atıyoruz ki, hayret etmemek elde değil. Yani son modamız ‘her derde deva kuantum’. Çünkü artık ‘her şeyin kuantumu’ var. Yanıtlanamayan tüm soruları maşallah artık ‘sözde-kuantum’la çözebiliyoruz, üstelik nasıl da kolay ve basite indirgenmiş biçimde…

Birçok farklı konuda, birçok kuantum yayını çıkmış. Öyle ki, bakıyorsunuz neredeyse ‘Amazon’ sitesindeki kuantum kitapları kadar yayın Türkçe’de çıkmış. Eskiden de Mike Hammer, Arsene Lupin, Nat Pinkerton ve Sherlock Holmes’ün orijinal yayınlarından sayıca çok fazlası sahte isimlerle ‘türkçede yazılmış’tı. Yani ne kadar AB’ye girmek istesek de galiba genetik ve davranışsal olarak hâlâ taklitçi, kolaycı ve ‘şarklı’yız.

Örneğin bakıyorsunuz adam, bir kuantum dokunuşla her türlü rahatsızlığı iyi ediyor. Tıp öğreniminin hiçbir dalına gerek yok yani. Öyle bir kuantum gücüne sahip ki bir yandan yılların fizikçileri, felsefecileri ve psikologları haltetmiş sayılıyor; öte yandan da sufîlerle değme büyük yogiler. 1999 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü alan Gerard’t Hooft, ‘Maddenin Son Yapıtaşları’ adlı eserinin önsözünde şöyle diyor: “En küçükler âleminde geçerli olan doğa yasalarını çok iyi anlamadan, değil o âleme girmeye cesaret etmek onun hakkında konuşmak bile zordur”. Oysa ki sözde-kuantumcular, hele de bizdekiler, kuantum ile ilgili her şeyi, hem de her şeyi o kadar iyi biliyorlar ki… Kaldı ki kuantum düşünceyi bağlamaya çalıştığınız ezoterik bilimlerde gelişme sağlayabilmek için en az fiziksel bilimlerdeki kadar sebat, özgürlük, sıkı çalışma, septik anlamda kuşku duyma, sorgulama ve açık bir bilinç gereklidir. O zaman zaten kuantum ‘size gelir’. Aksi halde çakralarınızı yirmilik darbeli matkapla da, üçüncü göz’ünüzü elmas breyizle de açamazsınız. Bu tür bilimlerin her birinin kendine özgü matematiği, kendine has lojiği ve sistematiği, metodolojisi vardır. Aksi halde metafiziğin koşullanmışlığı ve bağnazlığına kapılır, bu arada birilerinin de ticari kazanç hırsının destekleyicisi olup gidersiniz.

‘Karma’sı veya ‘genetik kodlama’sı gereği daha yüksek potansiyel ya da yetenekle doğanlar tabii ki vardır. Ama bu diğerlerinin gerçekte az ya da çok kendilerinde var olan kabiliyetlerini özel yöntemler ve disiplinli çalışmalarla geliştiremeyecekleri anlamına gelmez. Bilgimizin sınırlarını ve çeşitliliğini, duyularımızla algı kapasitemiz ve beynimizin işlem yeteneği belirler; tabii bir de önceden edinilerek depolanmış veriler.

Kuantum, doğası gereği hiç de istismara açık bir konu olmamasına rağmen, maalesef ki eksik bilgili ve bilimin değil de az ya da çok inancın hakim olduğu toplumlarda bu amaçla kullanılmaktadır. Kuantum düşünceyi popüler ama konunun derinine inmemiş kitaplardan öğrenmeye çalışıyor, basitçe ‘maneviyat’ denilebilecek her konuda kuantum sözcüğünü kullanıyoruz. Birdenbire kuantum sıçrama yapıyor, on yıllık yolu bir günde alıyor; kuantum dokunup şifa veriyor; zihnin işlevini ya da beynimizin nasıl çalıştığını bilmeden ‘şuursal etkileme’ iddiasında bulunuyoruz. Çoğunda ortada telkin dışında birşey gerçekleşmiyor ve bir ‘plasebo etkisi’dir gidiyor. Oysaki kuantum düşüncenin dinsel fikirler ve motiflerle süslenmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü o son derece yalındır ve aksine asıl süslenip yaldızlandığında bozulur, çarpıtılır ve anlaşılması zorlaşır.

İnsan, farklı türden enerjilerin bileşkesidir. Bedenin fiziksel yapısını oluşturan ‘mekanik enerjiler’ grubunun üzerine ‘hayat enerjileri’ bina edilir. Bu enerjiler olmaksızın duyu organları işlevini yapamaz; duyular, fikirler, anılar, yorumlar… nihayetinde zihinsel ve psişik yapımız oluşamaz. Ama gelişebilen, kendi iradesiyle kozmik kaderine doğru yürüyebilen, tekâmül basamaklarını çıkabilen bir insan olabilmek için bu da yetmez. Düşünsel plandaki kuantum gelişim, şuurlu enerji ile başlar, yaratıcı enerji ile hızlanarak devam eder ve böylece daima ileriye doğru sürüp gider. Mesele budur. Yani kuantum bir bakıma daha rafine ve süptil enerjileri kullanabilme beceri ve yeteneğiyle kendini gösterir ve gerçekte varoluşa uygun bir gelişim ve tekâmül sürecidir. Sadece fiziksel değil, içsel dünyanın farkındalığı da kuantum düşünce ile mümkün olabilir. Ondan sonra artık ‘sıçrar’ mısınız, ‘kodlar’ mısınız, orası size kalmıştır.
Kuantum düşünce özetle, önce tanrısallığın kısmen anlaşılması, daha sonra uyumlu-yaratıcı potansiyelimizin farkına varılarak düşünce ve eylemlerimizle uygulamaya konulmasıdır.
Unutmayalım, sesin iletilebilmesi için bir iletken, ya da en azından hava gibi fiziksel bir ortamın varlığı gereklidir. Ama ışık için ve onun yayılabilmesi için böylesi bir ortama dahi gerek yoktur. O yıldızlar hattâ galaksiler arası uzay boşluğunda bile yol alabiliyor, hem de her yöne… Mistiklerin ‘evrendeki en görkemli olay’ dediği ışıktan ve bunun kişisel-içsel yansıması demek olan aydınlanma’dan acaba bizler ne kadar nasibimizi alabildik? Çünkü fiziksel ışıkta olduğu gibi içsel aydınlanmanın da maddesel bağımlılığı hemen hemen hiç yoktur; ya da evrende maddesel bağımlılığı en düşük olan fiziksel olay veya olgu ışıktır. Ama yine de fiziksel olan ışığın hızı saniyede 300.000 kilometre ile sınırlıdır. İçsel ışığın hızıysa ölçülemez…

Bir defa bu sözde kuantumcuların en önemli yanılgıları, bilimsellikten zerre kadar nasibini alamamış abartılı ve metafizik düşüncelerini kulaktan dolma kuantum yaldızıyla parlatarak sözde bilimsellik kılıfına sokmaya çalışmalarıdır. Aslına bakarsanız evrendeki bilinen en büyük kuantum sıçrama ‘Big Bang’, kişilerdeki ise ‘aydınlanma’dır…

Enerjiyi kullanamaz ve dönüştüremez hâle gelen her organizmada hayatiyet süreci yavaşlar, giderek geriye dönüş başlar; zamanla ayrışır, çözünür ve nihayet yaşamsallığını kaybeder. Yani canlı ve cansız tüm organizmalar kaçınılmaz olarak ‘evrim’e veya ‘akış’a ya da bir başka deyişle ‘varoluş’a katılır. Bu süreç bazen hızlı veya çok hızlı, bazen de gözlemlenemeyecek veya izlenemeyecek kadar yavaş veya çok yavaş olabilir. Bu süreçte rastlantılar da, önceden kestirilemeyen mutasyonlar da mümkün ve muhtemeldir. Doğadaki onca tür ve çeşitlilik başka türlü oluşamazdı. Tabii düşünce planındakiler de… Ama kesin olan birşey fiziksel, biyolojik ve düşünsel evrimin durmaksızın sürüp gittiği ve evrim sürecinde koşullara bağlı ‘doğal seçilim’in gerekliliğidir. Biz de öyleyizdir; düşüncelerimizi oluşturur ve seçimlerimizin her zaman en doğrusu olduğunu bilmeksizin, onları bu oluşumlar arasından seçeriz. Doğrularla çalıştığımız sürece olumluya ve gelişmişliğe, yanlışlarla hemhâl oldukça olumsuza ve gerilemeye yöneliriz. Aradaki fark, fizik bilimlerinde bir düşüncenin veya kuramın yanlışlığının kanıtlanması kolay olduğu halde, düşünsel planda bunun o kadar kolay olmamasıdır. Sorun, düşünce söz konusu olduğunda yeterince deneysel kanıt bulunamamasındadır. Dinler ve onların yanında inançlarla ilişkili bazı felsefi sistemlerin, savları ile ilgili hiçbir kanıt bulunamamasına rağmen hayatiyetlerini sürdürebilmekte olmalarının nedeni budur. Öyle ki çoğu zaman bunların doğayla ve fiziksel bilimlerle, onların öngörüleriyle uyum içinde olup olmadıklarına dahi bakılmamakta, üstüne üstlük bir de insanlar korkutulmakta ve bu korkuyla inançlar güçlendirilmektedir. Kuantum düşünce işte bu sorunların ortadan kaldırılmasını, yanlışların ayıklanmasını, doğruya yönelerek evrime ve ‘akış’a katılımı sağlayacaktır. Bu da bir bakıma doğru düşünme, bunun sonucunda doğru yorumlama ve doğru sonuçlara varma becerisinin gelişmiş hâlidir.

Dikkatle bakınız, doğabilimleri ile uğraşmış ya da halen uğraşmakta olan dürüst biliminsanları arasında bu tür istismarcılara rastlayamazsınız. Meseleyi biraz olsun anlayabilmek için önce nitelikli fizikçilerin kuantum düşünce konusunda yazdıklarını okumalı, üzerinde kafa yormalı; daha sonra öğrendiklerimizle birlikte vardığımız sonuçları da bir başka kaynaktan daha doğrulatabilmeliyiz. Şifa’nın, dua’nın, maneviyat’ın, doğaya ve olaylara bir başka açıdan daha bakabilmenin, hattâ bütünüyle metafiziğin en doğru ve tarafsız biçimde yanılmaksızın öğrenilebileceği kaynaklar, kuantum konusunda derinliğine düşünüp kafa yoran gerçek biliminsanlarının eserleri olmalıdır. Aksi halde çarpıtılmış inançların varacağı yerin, yine bir esaret demek olan bilmeksizin benimsenmiş ‘önkabuller’ ve ‘şuursuz iman’ olması kaçınılmazdır. Temel sorun, bu tür kimselerin özgür ve eleştirebilen aklın sorgulamasına tıpkı dinseller gibi kendilerini kapatmış ve maalesef bu yolla hem kendilerini hem de toplumu aldatmış olmalarıdır. Hattâ bunların arasında öyleleri var ki, geçmişte bankasının içini boşaltıp ‘uçuran’lar bugün bakıyorsunuz ‘spiritüel’ olmuş, kitaplar yazıyorlar…

Beş duyu ve onların kısıtlamaları ile sınırlandığımızda kuantumu anlayamayız. Görülüp bilinen sınırlarımızın ötesinde kapasite olarak başka sınırlarımız söz konusudur. Tabii ki bu sınırlar da görecelidir ve kişiden kişiye farklılık gösteren bir potansiyelle ilişkilidir. Yani bunlar (öyle bakıldığında) bir bakıma da ulaşılmaları ve geliştirilebilmeleri mümkün olan ‘gizilgüçler’dir. Her konudaki gelişmişlik farklarımız buradan kaynaklanır. Ve bu durum ‘varoluş’ kavramına da, ona bağlı ‘belirsizlik ilkesi’ne de tamamen uygundur. Bu güçlerin ya da potansiyelin derinine indikçe anlaşılabilmelerinin de sıradan kimseler tarafından ulaşılamazlıkları da genel kuantum felsefesinin anlayışına uyum sağlar.

Beden, ruh, benlik… herkeste var; farklılık anlayışta ve tekâmüldedir. O farklılıklar ‘geribesleme’ ile yukarıdaki unsurları da hem dışsal, hem de içsel olarak değiştirip dönüştürerek, kozmik amaç doğrultusunda geliştirecektir. Kozmik amaç ‘durmaksızın tekâmül’dür. Ama o merdivenin herhangi bir basamağında iki kişinin yanyana durabilmesi mümkün değildir. Yani aralarında mutlaka bir farklılık söz konusudur. Onun içindir ki ‘dünü ile bugünü bir olan zararda’dır. İşte o vakit ‘bileşenlerinin toplamından daha büyük’ bir şeyin ortaya çıktığı farkedilecektir. Öyle bir dönem, Matteya’nın, Mehdi’nin, Mesih’in, Buda’nın… fiziksel bedenleri ile geri geldiği değil de, insanlığın daha fazla Matteya, Mehdi, Mesih ve Buda’ya sahip olabildiği yeni bir çağ olacaktır. O dönem, İsa’nın, “İbrahim yaratılmadan önce ben vardım” derken neyi kastetmiş olduğunun; bizim sufîlerin de ‘bağ dikilmeden önce şarâbın içtik’ sözünden neyi anlatmak istediklerinin çok daha iyi anlaşılabileceği bir dönem olacaktır. Ama bütün bunlar için ‘kurtarıcı’, ‘uzaylı gelişmiş varlıklar’, ‘ışık bedenliler’ ya da tebliğ getiren ‘bedensiz ruhsal rehberler’ beklemenin gereği de anlamı da yoktur.

Nasıl olabiliyorsa, hâlâ basmakalıp dinsel ibadetlere övgüler düzen ‘sözde-kuantum yazarları’ var. Oysaki herşey böylesine hızla değişirken, aşırı biçimde ritüellere bağlanmış ve o nedenle de sıradanlaşmış ibadet de, olsa olsa ancak tevekkül içinde, yeterince gelişmemiş ve bağımlı bir zihnin tesellisi olabilir. Kuantumcu, bilindiği varsayılan sabit gerçekliklere bağlanmamalı ve tekdüze ibadetin yerine çoktan, kendisini her an tazeleyip yenileyen ve bilince erişmesini sağlayan meditasyonu koyabilmiş olmalıdır. Çünkü onun gerçek dünyası, durmaksızın oluşan ‘sürekli şimdi’dir. Yaşama anlamını veren de, ruhsallığı ve gerçek dindarlığı oluşturan da, evreni anlaşılır kılarak tekâmülün gerekli ve zorunlu olduğunun farkındalığını mümkün kılan da zaten bu anlayış (idrak)tır. Kimi üstadların, ortaya çıkacağını ve çıkmasının gerekliliğini işaret ettikleri ‘yeni insan’ tipi, ileri düzeyde kuantum düşünceye sahip insan olacaktır.

Şu kadar söyleyelim; genel kuantum felsefesine göre bilincimiz dahi kuantum evreninden çıkmıştır ve yine o evrenin esaslarına göre şuur ile madde veya tasavvufî anlamda açıklanmak istenirse ‘mânâ’ ile ‘madde’ birdir ve bütündür. Tümevarım’da parçalardan, parçacıklardan ve onların doğru tahlilinden bütüne varılır. Ama önce parçalar, derken onu oluşturan parçacıklar, onların atomları, atomların her birinin atomaltı parçacıkları, atomaltının da daha alt bileşenleri olan daha küçük parçacıklar… Yani bütünü tanımlamak için bir yandan da mikro unsurları doğru tanımak ve tanımlamak gerekiyorsa, bu yolda tümevarım ile tümdengelip birlik olup (kuantum etkisi) tek bir algılamayı, farkındalığı oluşturmuş olacaktır.

Kuantum felsefesinde herşey enerjidir; tüm varlıklar enerji alanından gelir, onun farklı biçimlerde yoğunlaşmasıyla oluşur ve enerji sürekli dönüşüm halinde olduğundan, ondan gelen ve onunla oluşan, ondan türeyen tüm varlıklar da zamanla değişir ve dönüşürler. Değişip dönüşmeyen hiçbir varlık olamaz.
O bitmez tükenmez ve sürekli dönüşen kaynaktan gelip içimizde bulunan ‘öz’le teması sağlayabildiğimiz ölçüde ‘gerçek-kendimiz’i bulabilir ve kendimiz oluruz. Bu bir bakıma ‘bütünsel enerji alanı’ ile bir olabilmektir. Geçmişin büyük tasavvuf ustaları tabii ki bunu böyle açıklayamazlardı, çünkü o zaman fiziksel bilimler böylesine gelişmemişti.

İyi bir kuantum düşünce adamı çağdaş fiziğin iki temeli olan görelilik kuramı ile kuantum mekaniğini, üstelik birbirlerine zaman zaman zıt olduklarını bilerek, düşüncesinde bağdaştırabilmeli, yani her ikisinden de yararlanabilmelidir. David Bohm bunu başarabilmiş olağanüstü bir düşünürdü. Bu anlayışa erişilebilindiğinde holografik evren kavramının anlaşılabilmesi de kolaylaşacaktır. Ve belki de asıl o zaman gerek ‘görünürdeki düzen’in gerekse de geri plandaki, yani görünür olanın ötesindeki ‘saklı kalmış’ ve gözlemlenemeyen düzenin ve evrensel düzeneğin kısmen de olsa kavranması mümkün olabilecektir. Bu, evrene bir hologram olarak bakmak demektir ve bize göre de gerek fiziğe, gerekse metafiziğe (fizikötesi’ne) doğru bakış bu olmalıdır.
Bohm’ün ve daha başka bilim adamlarının özgün çalışmaları insan beyninin, çok daha büyük bir ‘holografik zihin-bilincin küçültülmüş parçası’ olduğunu göstermiş; böylelikle Budist-Tao-Zen-Sufî Geleneği’ndeki evrene, varoluşa ve yaşama ilişkin temel felsefî savların doğruluğu ve haklılığı adetâ kanıtlanmıştır. Örneğin, derinliğine araştırabilmiş olanlar bilecektir, ‘mekândan bağımsız, yokluk âleminden gelen sonsuz varoluş’ anlayışı yukarıda sayılan dört gelenekte de ortaktır.

Böylesi özgür ve özgün bir anlayış, hem determinizmi ve genel göreliliği hem de her şeyin birbiriyle karşılıklı etkileşim ve bağımlılığı ile birlikte karma doktrinini de hiçbir biçimde dışlamadığı gibi; aksine adeta ya ayrı ayrı doğrulayarak ya da ‘olabilirliğini’ kabul ederek ‘içinde barındırmakta’dır. Sonuçta neyi doğru anlamak istiyorsak veya neyin doğruluğunu araştıracaksak önce onunla aynı, ya da ona yaklaşabileceğimiz bir frekansa gelebilmiş olmak, yani ‘anlayabilecek’ düzeye erişmiş olmak gerekmez mi?

Düşünsel anlamda ‘kuantum sıçrama’ bir gerçekliktir, hem de zorunlu bir gerçeklik ve de salt akılla değil sezgiyle ulaşılan bir farkındalığı tanımlar. Ama o piyasa kuantumcularının tanımlamaya çalıştığı şey değildir, pop-kültüre teslim olmuş zihinlerin harcı hiç değildir. Önce ‘ilim tahsil etme’yi, yani birikim oluşturmayı gerektirir. Durup dururken, ya da birdenbire, tesadüfen ‘ben sıçradım’ demeyle sıçranılamaz. O zaman bir yerlerinizi kırıp incitme (!) riski söz konusudur. Buna zihniniz, aklınız, yani ‘kafanız’ da dahildir. Büyük olasılıkla da olumsuz anlamda ‘şok’ geçirebilirsiniz…

Kuantum bir bakıma evrensel düzenin anlaşılmasıdır ve kuantumu anlayabilmek, sıradışı olmaya başlamaktır. Pozitif bilimler ‘bilim’dir; metafizik, astroloji ve benzerleri ise bilimsel olarak formüle edilememiş ‘yaklaşım’lar, yorumlar, kesinleşmemiş tahminler ve gerçeklikleri hayli tartışmalı önermelerdir.

Kuantum düşünce aslında herkese göredir de ‘kimler anlayamaz?’ derseniz, yanıtımız şöyle olabilir: “Sözde dinsel konuştuğu halde, gerçekte materyalistik düşünüp banknot (ya da salt maddî varlık) için yaşayanlara; yani bu ‘üçlü çelişki sarmalı’na kapılanlara hiç de uygun değildir!”

Konserden sonra hayran olduğu solisti kutlarken, “Sizin gibi keman çalabilmek için hayatımı verirdim” diyen izleyicinin aldığı cevabı hatırlayınız: “Ben verdim!” diyordu üstad… Oysa ki çoğumuz onca bilgi, deneyim ve sürekli çalışma gerektiren gerçek kazanımlara adeta tepeden bakıyor, öte yandan ezoterik konulara yıllarını veren ciddi araştırmacıları ‘uçuk’ olmakla itham ediyor ve büyük bir kolaycılıkla aslında yılların emeğine ve birikimine de saygısızlık etmiş olmuyor muyuz? Ama ardından yine de gidip ‘ya bu defa çıkarsa’ mantığıyla onca yanlış ve yararsız ‘kişisel gelişim’ yayınını satın alabiliyoruz. Gerçekteyse bunların hiç birisini, haklarında genel veya tanıtıcı bilgi edinmiş olma dışında, sadece kitaplardan okumak veya CD’lerden izlemekle öğrenemezsiniz. Bırakın sıkı bir eğitim, beceri ve yaratıcılık gerektiren virtüözite ya da ustalık düzeyindeki bir gelişmişliği, sadece kitaptan okuyarak bir müzik âletini çalabilir misiniz?

Kuantum tümüyle bilimsel, fiziksel bir konu olduğu halde, sözde onu kullanarak bilimdışılığa, kâhinliğe ve oradan da neredeyse büyücülüğe varmak tamamen bize özgü birşey olsa gerek. İşin garibi buradan yola çıkarak sonunda kuantum felsefesini dine bulaştırıp tümüyle çökerterek ve ondan bambaşka birşey çıkarıp ‘yaratılış’çılığa varanlar; yani kendi yöntemleri bilimsel olmadığından sonunda onu da bilimdışılığa taşıyanlar sayıca hayli kabarık. Neylersiniz ki hiç kimse ‘kendinde olmayanı başkasına veremiyor”! Kısacası Kuantum’u âlet ederek sonunda ancak bilimdışılığa, hattâ bilim karşıtlığına varmak gerçekten de acınası bir durum. Bilimsel olmayan yöntemlerle bilimsel sonuçlara varılamayacağını her halde takdir edersiniz.
Kuantum’u, bilgi, zekâ ve sezgi yetersizlikleri nedeniyle, kendilerince bilimin yetersiz kaldığını varsaydıkları konuları çözümlemekte kullanabileceklerini sanmalarının nasıl da büyük bir aldatmaca olduğunu anlayamayanlara söyleyecek fazla bir sözümüz olamaz. Yani gerçekte hiç bilemedikleri bir şeyle, başka bilinemeyenlerin de bilinebileceğini sanmak ne tür bir anlayış, nasıl bir idrak ya da akılcılık olabilir ki? Hatırlayınız, ‘dinsel zihin’ de işte böyle birşeydi…

İnsanların etkileyemeyeceği, gelişimini ve sonuçlarını değiştiremeyeceği gök olaylarının eksik bilgiyle sözde gözlemlenip incelenmesi sonucu gökcisimleriyle gök olaylarına adetâ bağlanılmış; bu bağlanma zamanla bağımlılığa, bağımlılık da göksel ve dinsel temelde kaderciliğin oluşumuna neden olmuştur. Gökyüzüne ve gökcisimleriyle göksel olaylara açık ya da gizli hayranlık yanında bir yandan da sürekli kuşku ve korkuyla bakılmış, bilinemeyene ve erişilemeyene, korku katışıklı sözde saygı duyma, zihinlere hem insanın zayıflığı ve güçsüzlüğü fikrini hem de giderek tanrı ile birlikte tüm diğer kutsal ve dinsel varlıkların da olsa olsa oralarda bir yerlerde olacağı düşüncesini yerleştirmiştir. Bunun bir sonraki adımı da ‘yaşarken’ ulaşamayacağı ‘oralara’, öldükten sonra ‘rûhen erişeceği’ anlayışına varmış olmasıdır. Oysa ki adına gökyüzü dediğimiz evrenin dünya ötesindeki kesiminde yukarı – aşağı kavramları yoktur ve bunun olmadığı ancak Galileo ve Copernicus’tan sonra anlaşılmaya başlanmıştır. Kepler ve Newton’dan sonra da bütün semavi dinlerin kozmolojik varsayım ve dayatmaları tümüyle çökmüştür. Çünkü dünyanın evrendeki yeri gittikçe küçülmüş, önemi göreceli olarak azalmıştır. Öte yandan tanrının bilinen ve erişilebilen bir mesafede ve yerde olamayacağı fikri, zihinlerimizdeki evrenin boyutları akılalmaz ölçülerde büyüdükçe, dinsel zihinlerde sanki tanrının makamının da gittikçe daha uzak mesafelere taşınmasına neden olmuş gibidir. Yani dindar bir zihnin bilgisi arttıkça tanrısallığa yaklaşırken, dinsel bir zihnin bilgisi arttıkça gerçekte tanrısallıktan uzaklaşmaktadır…

Ne yazık ki modern fizikte devrim yaratan kuantum mekaniğinin düşünsel yaşama yansıması demek olan kuantum felsefesi, zihinlerimizde henüz önemiyle orantılı olarak yer bulamamıştır. Çünkü süreçte fiziksel ya da bilimsel altyapı eksik kalmıştır. Bir de böylesi sözde-kuantumcuların tahribatıyla çarpıtma ve yanıltmaları da olmasa…

Yanlış anlaşılmasın, örneğin kuantum şifacılığın olmadığını söylemiyoruz. Kaldı ki bu geliştirilebilir bir özelliktir. Filipinler’deki (kimi sahteleri tespit edilmişse de) neştersiz ameliyatlardan, bazı azizlerin şifacılıklarından, Sai Baba’dan Yogananda’ya kadar gözlemlenen ve ‘doğaüstü’ denilen iyileştirici güçler de gerçektir. Ve işin doğrusu, sürekli belirttiğimiz gibi bunlar ‘doğaüstü’ değil, gerçekte bilip çözümleyebildiklerimizin ötesinde olup da ancak ‘paranormal’ denebilecek vakalardır. Tabii bunların nedenlerini, koşullarını ve sonuçlarını incelemek, gözlemlemeye çalışmak, bilimsel kuşkuculukla irdelemek hayli zor, zaman alıcı ve zahmetlidir. Halbuki bu konular üzerinde spekülasyonlar yapmak ve onlardan, onların bilinemezliklerinden çıkar sağlamaksa çok daha kolay oluyor.

Bu arada hemen belirtelim, üniversitelerimizin fizik bölümlerinde kuantum fiziği konusunda akademik ve lisansüstü eğitim görmüş gerçek bilimadamlarının genel kuantum teorisine dair yazdıklarını ve yine onların, işin içine dinselliği karıştırmadan felsefe, sufizm, ezoterizm ve spiritüalizme yaklaşımlarını kitap ve makalelerinden öğrenmemiz son derece yararlı olacak, bizleri bu konudaki istismardan ve her türlü yanıltıcı etkilerden de alıkoyacaktır. Çünkü mikro-dünyanın ve o dünyanın yapıtaşları olan atomaltı parçacıklarının davranışları anlaşılmadıkça kuantum felsefesinin o tamamen kendine özgü yapısının ve gerçekliklerinin ayırdına varabilmek mümkün değildir. Kuantumda bir bakıma görünürdeki süreksizliklerin ardışık sürekliliği ve kitlesel etkileşimi söz konusudur ki bu durum daha büyük boyuttaki bileşik organizmalar ve onların oluşumu ve yaşamları için de geçerlidir. Enerjinin oluşumunun, aktarımının, işlenmesinin ve dönüşümlerinin de başka türlü anlaşılabilmesi mümkün değildir.

Adından anlaşılacağı gibi kuantum olarak nitelenen düşünce de nihayetinde bir ‘düşünce’dir ve her düşünce gibi oluşumunda büyük ölçüde zihnin, aklın, belleğin, bilgi birikiminin ve zekânın yer aldığı bir süreçtir. Yani öncelikle onu işleyerek yeni çıkarımlamalara erişebilmesini sağlayacak olan yukarıdaki unsurların niteliği ve sürece katılımı önemlidir.

Eleştirdiğimiz inanç, boş umutlarla kuruntu ve korkulara dayalı asılsız inançlardır; oysaki gözleme, doğrulamaya ve eleştiriye dayanan bilinçli inanç gerekli ve yararlıdır. Şuurlu inanç, eleştiriye ve tartışmaya açık, kaynağını ve dayanağını bilinçten ve bilimsellikten alan inançtır. Ne yazık ki şuursuz inançlara bağlı yanılsamalar zihinde çabucak ve yaygın bir biçimde kök salarlar. Buda, Tao, Zen, Krişna, Sokrates ve Konfüçyüs’te sürekli olarak bu tür inançların ayrık otlarına benzediği; dal ve yapraklarının, hattâ gövdesinin koparılmasının yetmediği; köklerinin ayıklanmasının gerektiği ve bunun da zor ve zahmetli bir işlem olduğu sıklıkla tekrarlanmıştır.
Boş inançların sahiplerine dikkatle baktığınızda hemen hiçbirisinin bilimden ve bilimsellikten nasiplerini almadığı, güvenilir bilimsel yayınlarla ilgilenmediği; günlük gazetelerin bilim haberlerini dahi izlemediği; bir kez bile bilimsel ya da teknik araştırma sonuçlarını içeren yayınları karıştırmadığı görülecektir. Hattâ bunların çoğu doğa olaylarının nedenlerine ilişkin bilgilere de ilgi göstermeyen kişilerdir. Kısacası öğrenmeye de sorgulamaya ve akıl yürütmeye de uzak duran kimselerdir.
Yoksa inançsızlığa övgü gibi bir kastımız olamaz…

Adı kuantumlu yöntemler, aslında binyıllardır kadim öğretilerin içinde var olan, ‘kendini bilme’ ve tanıma ile işe başlanıp, düşüncelerinizin kaynağına inme; acılarınızı, heyecanlarınızı, öfkenizi, bağımlılıklarınızı ve tüm içsel sorunlarınızı doğru tanımlayıp onlara ‘dokunma’; nedenlerini, geçici ve kalıcı bağlantılarını anlayıp kavrayarak ‘dönüştürebilme’den başka birşey değildir. Ama bunları zaten iyi bir Tao’cu, veya Zen izdeşi, herhangi bir sufî ya da o düşüncenin şekilciliğinden kurtulup esaslarını doğru biçimde özümsemiş bir Budacı, yöntemine sözde-kuantum gibi yapay bir sıfat yakıştırmadan da, veya herhangi bir ad vermeye gerek duymadan da pekala başarabilecektir. Yani asılları orada dururken, karmaşık hâle getirilmiş, her türden ayrıntıyı katarak esası yitirilmiş yansımalarıyla uğraşmanın âlemi yoktur. Hattâ dilerseniz biraz zahmetle bunları Hacı Bektaş-ı Velî’de de, Mevlânâ’da da; o da olmaz ve illâ çağdaşımız olsun derseniz İnayet Han’da veya Jiddhu Krishnamurti’de de bulabileceğinizden hiç kuşkunuz olmasın. Dorian Gray’de söylendiği gibi; “Hayat bir ândır, öncesi ve sonrası yoktur”. Burada Oscar Wilde’ın da kuantum düşünceyi kıyısından köşesinden yakalamış olduğu görülüyor.

Kuantumda ‘sonsuz’, ancak ‘şimdide’dir.

Panzehiri olmayan hiçbir zehir, çaresi bulunamayacak hiçbir hastalık yoktur. Meseleye kuantumcuların dediği gibi bakar ve onlar gibi adlandırmaya çalışırsak kuantum düşünce, hiç de öyle sanıldığı gibi yeni birşey değildir ve insanlık tarihinde pek çok kez zirve yapmıştır; Sokrates’le, Buda’yla, Tao’yla, Patanjali’yle, Bodhidharma’yla, Ahmet Yesevi’yle, Mevlânâ’yla… ve tüm ölümsüz sufîlerle… Yol aynıdır da sadece yıllar, kişiler ve yöntemler farklıdır…

Eğer sözde-kuantumculuğun yaygınlaşması gizem merakından kaynaklanıyorsa, unutmayalım ki pozitif bilimler, özellikle de ‘doğa bilimleri’ çok daha gizemlidir. Üstelik sözde-kuantum gibi güvenilirliği hayli tartışmalı olan hipotezlerle uğraşmış olmakla da yetinmez, sürekli (yinelenebilir) gözlemleme ve ölçümlemeler yapabilir, deneyimleyebilir, uygun yöntemlerle vardığınız sonuçların doğruluğunu her defasında yanılmaksızın test edebilirsiniz. Bir şeyleri duyumsadığınıza ayaküstü ‘inanmaz’, olan biteni gerçekten ‘bilirsiniz’. Duyularınız da, izlenimleriniz de, koşullanmışlıklarınız da sizi yanıltamaz. Sizi yanıltamadığı gibi, uygun ve yeterli eğitim almış ya da bilgi ve görgüsünü geliştirmiş hiç kimseyi de yanıltamaz. Ama eğer hayaller ve halüsinasyonlar görmeye, örneğin karanlık odalarda görünmez varlıklarla takılmaya koşullanırsanız belki birşeyler ‘görebilirsiniz’ de, parmaklarınızdan pozitif enerji yayılacağını ya da üçüncü gözünüzün açılacağını sandığınızda bunlar olmayabilir.

Bütün bunlar insanda doğuştan varolan merakın, gizemleri çözme ve doğruyu bilme arzusunun istismarıdır. Doğa bilimlerinin yerini metafizik alınca, gerçekleri akıl ve bilimdışı fantezilerle bilinçsiz hayallere feda etmeniz kaçınılmaz olacaktır. Kaldı ki pop-kuantum’la bugüne kadar kim ne öğrenebilmiş ve nereye varabilmiştir? Zaten ruhçular, uzaycılar, ışıkçılar… da nereye varabilmişlerdi ki? İşte bu moda da tıpkı ussal ve bilimsel temellerden yoksun olan diğerleri gibi içsel bakımdan bomboş ve gelip geçicidir; sonu da kaçınılmaz olarak hayal kırıklığıdır ve ileride sadece beyhude bir çaba olarak hatırlanacaktır.

Önerimiz, vakit geçirmeden yoga, meditasyon, gerçek feng-shui, sosyetik seanslara feda edilmemiş doğru reiki, Tao ya da Zen’den size uygun olan birisine yönelmenizdir.

Basit ve yüzeysel inançları hiç araştırmadan ve diğerleriyle kıyaslamadan o kadar kolay ve çarçabuk benimsiyoruz ki, zamanla onların deneysel ya da bilimsel olmadıklarını gösteren kanıtlara bile itibar etmez hâle geliyoruz. Hattâ bunlar bilimsel kanıtlarla çürütülmüş, sözde ve uydurma tezler olsa bile. Sonunda şiddetli algı hasarlarına ve kişilik bölünmelerine kadar giden, bir türlü irdelenemeyen ve körü körüne kabul edilmiş bu tür koşullu önyargılar, giderek bilinçdışı direnişlerin zemini olmaya başlarlar.
İnsanın bedeninde, zihninde, ruhunda, pek çoğunun farkında bile olamadığı enerji yoğunlaşmaları mevcuttur; bunları harekete geçirmenin de pek çok farklı yolu. Kuantumdan bu kastediliyorsa, oraya gelinceye kadar yapacak çok şey, izlenecek çok sayıda yol ve yöntem söz konusudur. ‘Hadi gelin kuantumla işe başlayalım’ denirse olmaz. Bir yerde ‘neden’ olan kuantum, bir başka yerde ‘sonuç’tur. Yani belirli bir gelişmişlik düzeyine erişebildikten sonra farkına varılabilen enerjiler, öylesi bir tekâmülün sonunda etkin hâle gelebilir ve ‘sürekli oluşum’un her aşamasında olduğu gibi, varılan her yeni sonuç da bir başka oluşumun ‘nedeni’ olur.

Kuantum bir bakıma alışılmış, sıradan, daha doğrusu düşük algılama düzeylerinden daha üst algılamalara yöneliştir. Ya da bir başka deyişle ‘farkındalık eşiği’nin yükseltilmesidir. Bu yolla örneğin elektromanyetik ve elektrokimyasal algılar ve ona bağlı olarak kullanım ve etkileme kapasiteleri de artırılabilmektedir. Nitekim her tad her organizma tarafından aynı biçimde algılanmamaktadır. Aynı şey koku ya da dokunma için de söz konusudur. Bu tür algılama kapasitesinin farklı biçimlerde yoğunlaşmasıyla durugörü, duruişiti gelişebilir. Beynin ilgili lobunun veya bölgesinin, kıvrımının duyarlılık kapasitesi artırılırsa pekalâ şifacılık veya telekinezi de gelişebilir. Tümünde de ‘kod açıcı’ ve ‘yorumlayıp çözücü’ organ beyindir.
Tüm duyular evrenin algılanmasına açılan pencerelerdir ve hiçbirisinin kapasitesi bir başka kimsedeki ile tamamen aynı olmadığı gibi, buna bağlı olarak kişilerin yorumlama ve algılama yetenekleri de aynı değildir.

Kuantum anlayışı, aynı zamanda varolan herşeyde ne kadar büyük bir potansiyel güç olduğunun farkedilebilmesi ya da öylesi bir öngörüye zemin hazırlaması bakımından da son derece önemlidir. Tabii ki bu anlayışın ardından da ‘sonrası’ ve ‘daha sonrası’nın ne olabileceğini düşünmek ve hiç koşullanmaksızın özgürce araştırmak gelecektir. Bu sayede sizde var olan ve gerçekte hiç eksilmeyen o içsel coşkunuzu hissedebilir, ruhsallığınızı kavrayabilir, bilincinizin farkına zihinselliğinse ayırdına varabilirsiniz. O zaman ‘yaşama tutunma’nın sadece fiziksel varoluşa ve onun sınırlamalarına, kısıtlamalarına tutunma ve bağımlı olmama demek olduğu da anlaşılmış olunacaktır. Bu aynı zamanda yaşamaktaki, daha doğru bir deyişle ‘varolmak’taki amacın tatmin değil de tekâmül olduğunun anlaşılmasıdır. O halde sürekliliğin ancak kalıcı olmama sayesinde mümkün olabileceğini, çünkü doğadaki her şeyin durmaksızın devinim ve sürekli değişim halinde olduğunu, bir bakıma her şeyin gelip geçici ve değişken olduğunu kavramaktır kuantum.
Temel yanlışlık, ‘fizik ötesi’ olduğunu sandıkları ve açıklamasını yapamadıkları her şey için kuantum sözcüğünü kullanmaları. Hattâ öyle ki, herşeyin kuantumu türeyince ‘kuantum serileri’ oluşmaya başladı; kısacası bir saçmalıktır aldı başını gidiyor. Öyle ki boğazına kadar metafiziğe batanlar, olanca bilinçsizlikleriyle bir fizik terimini alıp üstelik hiç sıkılmadan, genelde cahilcesine ama kimi zaman da kötü niyetle kullanıp duruyorlar. Kuşkusuz bu moda da geçecek, tıpkı öncekiler gibi. Çünkü bu da geçmişin o malûm saçmalıkları gibi içi boş bir sahte umudun yeni bir ambalajla sarıp sarmalanarak meraklı okurlara sunulan farklı bir görüntüsüdür.

Bir defa kuantum mekaniği, modern teorik fiziğin temel dallarından birisidir ve Genel Görelilik Kuramı (izafiyet) doğru bilinmeden anlaşılamaz. Kuantum, ‘atomaltı’ konulara dair klasik mekaniği ve elektromanyetizmayı tümüyle yıkmıştır. Ama bakıyoruz ki bizim yazarlar daha başlangıç bilgilerini verirken dahi kuantumun temellerinden habersizler. Yani Planck’ın, Einstein’ın, Bohr’un kemikleri kesin sızlıyordur. Hele de Schrödinger, Neumann, Pauli bunları okusa ya çıldırırlar ya da haklarında dâvâ açarlardı.
Bu aldatmacalar karşısında üniversitelerimizin fizik bölümlerini, öğretim üyelerini, hattâ öğrencilerini göreve çağırmanın zamanı gelmiş görünüyor.
Bakınız bu tür sözde programları ve düzmece kursları izleyenler arasında bir tek doğa bilimleri öğrencisini ya da ciddi bir biliminsanı adayını bulamazsınız. Keza ruhçular arasında da ciddi biliminsanları yoktur. O nedenledir ki, bugüne kadar sürekli yeni temalar, figürler veya adlarla fazlasıyla çeşitlendirilmiş ve uzatılmış olan bu tür aldatmacalar artık bitmelidir.

Atomaltı parçacıklar son derece dar bir alanın inceleme konusudur ve onların varlıkları gözlenip ölçülebilene kadar bilinemez. Felsefi kuantum alanına erişebilmek, gözlemleyip deneyimleyebilmekse fiziksel kuantum kadar zordur. Çünkü bir bütünselliğin özellikleri, onu oluşturan parçaların ayrı ayrı özelliklerine bağlıdır; ama yine de toplamından farklı sonuçlar verir. Kaldı ki fizikte atomaltı süreçler, siz onları farketmeseniz de evrensel varoluşun ve akışın sürekliliğine bağlı olarak hiç durmaksızın sürüp giderler. Düşünsel, psişik ya da felsefi kuantum oluşumları da siz onları farkedemez iseniz, sizin için yokturlar.

Kuantum sözcüğünden bazen ‘parçacık’, bazen ‘dalga’ (frekans, titreşim) anlatılmak istenir. Halbuki o hem parçacık hem de dalgadır (Tao’yu hatırlayınız).

Mutlak zamanın olmadığı tezini temel görelilik kuramı ile biraz olsun anlayabilir, kuantum mekaniğinin açtığı ufukla daha da anlaşılır hâle getirebilirsiniz. Peki insanın doğasını, davranışlarını inceleyen bilimlerde zihniniz böylesi gerçeklikleri doğru anlamaya yardımcı olabilir, yani ‘zihinsel’ olarak farkındalık oluşturabilir misiniz? Kesinlikle hayır. O halde ‘kuantum’dan siz neyi kastediyorsunuz? Örneğin ‘hıza bağlı zaman genişlemesi’ni idrak edebiliyor muyuz? Oysa ki bu fiziksel ve dolayısıyle de tanrısal bir gerçekliktir. Tanrı zaten her zaman matematik ve fizik kullanır; o nedenledir ki ‘matematik ve fizik tanrısal lisandır’ denilebiliyor. Bugün çok yüksek hızlara erişildiğinde, sabit saate bağlı zamanın (yani ölçülebilir dünya zamanına göre, hız alanlarındaki doğrusal zamanın) daha yavaş geçtiği kanıtlanmıştır.

Kitapçı raflarına baktığınızda, ‘fizik’ bilimlerine ilişkin ya da bilimsel gerçekliklere dair yayınlardan çok, hiçbir kanıt ya da ‘doğrulama’ gerektirmeyen ‘metafizik’ yayınlar (astroloji, tarot, büyü, fal …vd.) görüyorsunuz. Sözde ruhbilim, parapsikoloji ve ufolojiye ışık tutan (!) fantastik bilimkurguları ve kehanet yayınlarını da düşünürseniz, demek ki ortada ciddi bir sorun ve çok büyük bir aldatmaca var… Çünkü bunların hiçbirisi, hiçbir gerçekliğin kapısını aralamanıza yardımcı olamıyor.
Tabii bu saçmalıklar gerçek bilimin ve ciddi anlamdaki ezoterizmin yerini almaya başlayınca olanlar yogaya, sufizme, reikiye, feng shuiye; gerçek Zen’e ve Tai Ch’iye oluyor. Hem fizik bilimleri ve hem de içsel bilimleri tüm zihinsel koşullanmalarımızla birlikte tahrip edip başka tür yapay dogmaların ve sözde inançların tuzağına düşüp kendimizi kandırıyoruz. Tübitak’ın bir yayınında sözedildiği gibi, bugün toplumumuzda artık ‘astronomlardan daha fazla astrolog var’. Tabii bu durumda kimyacı, biyolog, jeolog ve fizikçiden de çok metafizikçi olmasına şaşırmamak gerekiyor.
Bütün bunlar zihinsel tembellik, kolayca yanıt bulabilme hastalığı ve psişelerdeki bir türlü doldurulamamış olan tinsel boşluklardan kaynaklanıyor. Meselenin esası yerine bu tür konuların peşine takılanlarsa kesinlikle tutkulu ve tatminsiz kimselerdir.

Öte yandan kuantum düşüncesi, evrenin algılanmasında sıradan bilginin ve sıradan zihnin ne denli yetersiz kaldığını göstermesi bakımından da önemlidir.
Tüm gerçeklik, durmaksızın değişen ‘şimdiki ân’da olup biter; ama biz, duyularımız ve onlara bağlı algılarımız, dolayısıyle de düşüncemiz sınırlı olduğundan onu yeterince anlayamayız (idrak edemeyiz). Gerçek dünya da, evren de görebildiğimizden, sandığımızdan çok daha ‘büyük’, ‘karmaşık’ ve daha ‘dolu’dur. Bu nedenledir ki algılayamadığımız için varlığından henüz haberdar olamadığımız farklı boyutlar, hattâ evrenlerin mevcudiyetlerine dair olasılık, sanılanın aksine hiç de az değildir. Yani bu konu, birilerinin bilinçsizce yapmakta olduğu gibi, bilim-kurguya feda edilecek bir fantezi olmamalıdır. Nasıl ki genetik kodlarımız her hücremizde saklı ise, evrensel bütünlüğün kodları da içsel yapımızda bir yerlerde saklı olmalıdır. Onlara ulaşabildiğimiz ölçüde yeni ve çok farklı bir idrak boyutuna erişilebilecektir.
Yani hiçbir yeni keşif ya da buluş ‘son’ olamayacağı gibi, ona dair halen edinilebilmiş bilgimiz de ‘son bilgi’ veya ‘nihai gerçek’ olmayacaktır.

Buradan varabileceğimiz sonuç; hiçbir varoluşun da son varoluş olamayacağı, tüm oluşumların hem nedenselliğin hem de kuantumun etkileriyle durmaksızın varolmaya, yeniden ve farklı enerji yoğunlaşmaları ile zorunlu olarak sürekli değişim ve oluşumlarla durmaksızın devam edeceğidir. Bu anlayış bizleri ruhun ve ruhsallığın, auranın, astral ve eterik bedenin, nihayetinde mevcut sürekli akış haline uygun olan insan evriminin de, reenkarnasyonların da doğru kavranmasına götürebilecektir.
O nedenledir ki fiziksel görünümüne ya da kılık-kıyafetine bakarak bir Buda’yı, Nebî’yi, İnsan-ı Kâmil’i ya da Aziz’i ayırt edemezsiniz. Bunu daha çağdaş bir söylemle ifade edersek, çeşitli holografik bilinç düzeyindeki kişileri çıplak gözle veya sıradan duyularımızla tanıyamayız. Çünkü onlar da herkes gibi yer içer, görünüşte benzer biçimde yaşar, yazar-çizer ve söyleşirler. Kaldı ki yukarıda sayılan sıfatların hiç birisi birer rütbe olmayıp, tekâmül sürecindeki ‘erişim’lerdir.

Kuantum düşünceyi anlayabilen, Şiva’nın dansı ile mevlevî semâının neleri paylaştığını kolaylıkla algılayabilecektir. Bu anlayış bir anlamda bilim ile bilimötesinin buluşabileceğine dair farkındalığın oluşmasıdır.

Düşünce de bir enerji formu ve oluşumu olduğundan, her düşüncenin farklı bir gücü ve etkisi vardır; oluşumu da yayılımı da kuantum sürecine uygun bir seyir izler. Ama öyle olduğu ancak kuantum düşünce düzeyine ulaşılabildiğinde farkedilir.

Çağdaş kuantum düşünce, kuantum fiziğinin aydınlattığı yoldan evreni daha doğru anlayabilme ve yaşamı anlamlandırabilme çabası olarak tanımlanabilir. Yani kuantum düşünce gerçekte sıradanlığın, bu arada aslında başka tür bir bağımlılık demek olan kaba materyalistik bilimin de aşılmasıyla insan düşüncesinde adetâ bir devrimin yaratılmış olması ve sınırların ortadan kaldırılarak olanca özgürlüğümüzle, gerçekte bizleri bir yere kadar geliştirebilmiş ama o düzeye kadar gerekli olan öylesi gelişmişliğimizle bir bakıma da sınırlandırmış olan gerçekliklere dair kabullerimizin ötesine geçmektir (örneğin, mutlak zamanın olmaması gibi). Hal böyle olunca kuantum düşünce alanı, Dr. Quantum’un da belirttiği gibi kaçınılmaz olarak fizikle metafiziğin karıştığı bir alan olabiliyor. Zaten kuantum, anlayabilen için her yerde, anlayamayan içinse hiçbir yerdedir…
O nedenledir ki gerçek kuantum düşüncesini özümsemek, altyapınız da yeterli ise, sizi büyük fikirlerin insanı yapabilir.

Neye bağlanır ya da bağımlı olursanız, gerçekte yaşamınızı onunla ve o kadarla sınırlamış olursunuz. Oysa nasıl ki kuantum mekaniği fiziğin özgürlüğü ise, felsefesi de psişik ve tinsel varoluşunuzun özgürlüğüne giden yoldur.
Ama hepsinden önemlisi şudur: Kuantum düşüncesine ne kadar vâkıf olursanız, varlığın birliği realitesine de o kadar yaklaşmış olacaksınız. Varoluşun kendisi hiçbir zaman ‘yaşlanmaz’. Yaşlanan, yorulan, eskiyen, bozulan; yani zamanı geldiğinde ad ve biçim değiştirerek ‘yenilenecek’ olan sadece o sonsuz yaşamın belirtileri, yaratım ve ifadeleridir. Buna vâkıf oldukça dogmalardan ve yerleşmiş kalıplardan sıyrılarak kuantum düşünceye yaklaşmış, onun ‘yoluna girebilmiş’ oluruz.
Ancak kuantum düşünceye sahip iseniz, fizik bilimler kadar inancın da evrimleşerek gelişebileceğini kabul edebilirsiniz. Kısacası kuantum bir bakıma özgürlük demektir. Dine ve inanca ilişkin hiçbir kitabın bir bilim kitabı olmadığını, olamayacağını bilmek; deneye ve kanıtlara dayanmadığını farkedebilmek ve onların bir yandan üzerinde derinliğine düşünülmesi gerekirken öte yandan da ‘aşılması gereken’ kuramlar olduğunun ayırdına varabilmek bizi (zihnimizi) özgürleştirecektir… O nedenledir ki kuantum algılama, herkesteki sıradan duyusal algılamanın ötesindeki birşeydir.

Bölümü bitirmeden bunu astronomiden, hem de kendi güneş sistemimizden basit bir örnekle kısaca açıklayalım: Jüpiter’in, kimileri dünyamızdan da büyük 63 uydusu vardır. Bunlardan bazıları öylesine yapısal farklılıklar gösterirler ki, bugün, ana gövdeden kopmamış oldukları kesin olarak bilinmektedir. Tıpkı bizim tek uydumuz Ay’ın Dünya’dan kopmadığı gibi. Kaldı ki güneş sistemimizdeki tüm gezegenlerle onların uyduları da güneşimizden kopmamıştır. Kuantumda atomaltı parçacıkların karakterleri bilinebildikten sonra bu gerçekler artık bizi şaşırtmıyor. Bu da bir bakıma gelişmekte olan kuantum bilgeliğidir.

Sonuç olarak; ‘gerçek-kendi’ni bilmeden ve zihin arındırılıp aşılmadan kuantum düşünce ne hissedilebilir, ne de anlaşılabilir; çünkü oraya değil varmak yaklaşılamaz bile. O durumdaki sözde erişilebilirlik gerçek değil, sadece bir varsayım, yanılsama ya da kendini kandırma olabilir.
Yani, kuantum düşünceyi aslâ inkâr etmiyoruz, tam aksine benimsiyoruz da, yolu sözde-kuantumcuların yolu değil…!

Genel bilgimiz ve astronomi-astrofizik kültürümüz geliştikçe kozmografik anlayışımız da değişip gelişiyor. Bakınız çok kısa sayılabilecek bir süre öncesinde ‘dünya merkezli’ bir modelimiz varken, zamanla ‘güneş merkezli’ oluverdik; hemen ardından da samanyolu esaslı ‘galaktik merkezli’; ama bilebildiğimiz boyutlar içerisindeki kozmosun bütünü söz konusu olduğunda ise şimdilik ‘çok merkezli’. Bu arada, böylesine algılanamaz–sonsuzluk içerisinde (kendimize ilişkin olanlar da dahil), kalkıp da bugün için ulaşabilmiş olduğumuz bilgilerin son ve artık değişmeyecek kadar kesin hakikatler olduğunu nasıl kabul edebiliriz.
Şimdilerde evrenin bir yerlerinde yaşam olasılığından söz ederken artık kalkıp da tıpkı bizimki gibi bir yaşamı kastetmiyoruz. Yani ‘yaşam’ sayılabilmeleri için aynen ve bütün koşulları ile buradaki gibi yaşamlar olması mı gerekmektedir. Örneğin Satürn’ün büyük uydusu Titan’ın yüzeyinin önemli bir kısmı sıvı metanla kaplıdır. O halde şimdi veya bir süre sonra uygun yaşam formlarının olmadığını veya olamayacağını söyleyebilir miyiz? Kaldı ki varlıkların aynen bizim fiziksel görünümümüzde olmaları da gerekmiyor. Bizler evrim merdiveninin pek de yukarıdaki basamaklarından birinde olmayabiliriz, ki muhtemelen de değiliz.
Canlı çeşitliliği her gezegenin kütlesi, büyüklüğü, yerçekimi, kendi güneşine olan uzaklığı, eksenel eğimi, yörüngesi, atmosferinin (ya da onun yerine geçen başka bir şeyin) yapısı… gibi pek çok faktöre ve nedene bağlı olarak şekillenir. Bırakınız çok büyük olanlarını, diğerleri yanında küçücük kalan şu bizim Samanyolu galaksimizde bile değişik formların hayatiyet kazanmasına uygun sayısız yaşam alanları olabilir.

Herkes bir biçimde okuyup geçmiş olabilir ama, maddenin bugün için bilinebilen en küçük parçacığının, nano-saniyeler sürebilen ‘ömürleri’ süresince, o müthiş hızlarına rağmen katedebilecekleri mesafeler ancak bir-iki santimetre kadardır. Yani bu süre içinde ve bu hızla bilinen en küçük ‘atomaltı maddesel yapıtaşı’ görünüşte ‘yokoluyor’. Madde ya da enerji tamamen yokolmayacağına ve ancak ad ve biçim olarak bir başka şeye ‘dönüşeceğine’ göre, demek ki fiziksel olarak önceki biçimiyle varolamayacağı veya bugün için tarafımızdan gözlemlenemeyeceği bir başka boyuta, ya da bugün bizlerin ancak ‘yokluk âlemi’ diyebildiğimiz yere doğru bir enerji dönüşümüne uğruyor. Bundan binlerce yıl önce Buda ve Nagarjuna da aynı şeyleri söylüyorlardı. Ama onlar o zaman da yeterince anlaşılamamışlardı, bugün de anlaşılamamışlardır.

İşte kuantum, fiziğiyle de felsefesiyle de buralarda aranmalıdır. Oysa ki bu noktada genellikle iki temel yanılgıya düşülüyor. Kaba maddeciler, eskiden de olduğu gibi, erişebildikleri son gelişmeyi her defasında bilimin ve bilginin sonu sanabiliyor; maneviyatçılarsa içinden çıkamadıkları, akıllarının yetmediği her bilimsel gerçek veya çıkarımı ‘tanrının hikmeti’ne yorabiliyorlar. Mantıken ikisi de yanlıştır. Çünkü birincisi sadece o ân için bilebilip kısmen anlayabildiğine, ikincisi ise hiç bilmediği ve hiç anlayamadığına inanmakta ve iman etmektedir.

Varlığını reddettiğiniz ya da olabilirliğini kabul etmediğiniz bir gücü veya özelliğinizi geliştirebilmenizin olanağı yoktur. Tabii ki beraberinde ayrıca kuşkucu bir inanışa ve özgür iradeyle desteklenmiş sebata da ihtiyacınız olacaktır. Bir örnek verelim: Sağlık konusunda pozitif düşünme, iyileşeceğine inanma, moral destek, başaracağınıza olan inanç kuşkusuz yararlıdır ve hattâ bu tür olumlamaların zihinle etkilenebilir türden bazı rahatsızlıkların nekahat dönemlerini kısaltabildiklerine dair bulgular mevcuttur. Peki bunun Kuantum’la veya Kuantum Düşünce’yle ne ilgisi var? ‘Olumlu düşünme’nin veya ‘moral’in adını ‘kuantum’ yaparsanız o başka. Ama bu yazarlar taocuların veya budacıların binlerce yıl öncesinden beri vâzettikleri zihinsel arınma ve olumlamaya da, psiko-somatik tıbbın uzun yıllardır kabul edilmiş temel ve basit gerçekliklerine de, bugünlerde kalkıp sanki yeni bir şey keşfetmişler gibi Kuantum diyebiliyorlar.

Konuyu biraz daha anlaşılabilir hâle getirmek için şimdi izninizle, kuantum felsefesinin erişebildiğimiz yorumlarından birkaç örnek sunmaya çalışarak (teşbihte hatâ aranmaz) bu çalışmamızı sonlandıralım:

1. Eskiden beri kullanılagelen bir deyiş vardı; kendileriyle bir türlü uyum sağlanamayan kişilerden söz ederken ‘onunla frekansım tutmadı’ (ya da ‘negatif elektrik alıyorum’) denirdi. Meğer günümüz kuantum teorisine ne denli uygun ve tam da yerine oturan bir sözmüş.

2. Geçmişin büyük meditasyon ustalarının, ideal bir meditasyon sırasında ‘gözleyenin aynı zamanda gözlenen olması, nihayetinde her ikisinin bütünleşmesi’ fikri de; keza ‘ânda varolma’ ve ‘ânı yaşama’ da günümüz modern kuantum felsefesinin temel anlayışına tamamen uygundur.
Meseleye ister ‘parçacık’ isterse ‘frekans’ boyutuyla bakmış olun, bugünkü kuantumun Zen uygulayıcılarıyla sufîler tarafından o zamanlar ne kadar iyi ve doğru biçimde anlaşılabilmiş olmasına şaşmamak gerekiyor. Bu da herhalde ‘doğru içebakış’ın mucizesi olsa gerek…

3. Kuantum felsefesinin temel önermelerinden birinde ‘bütün, onu oluşturan parçaların toplamından hem nicel hem de nitel olarak fazladır’ der. Bu holografik önermeyi, tanrının varlık (algılama) âlemindeki yansıması olan gözlemlenebilir ve farkedilebilir, varolmuş ve varolan herşeyin toplamından daha fazla ve giderek ‘sonsuz büyük’ oluşuna kadar götürebilirsiniz. Şuurlu iman da bu demektir ve böyle olduğunda tanrısallığı zaten hem kişiselleştiremeyiz hem de zihinlerimize sığamayacağını anlamış oluruz.
Holografinin birkaç nedeni olabilir. Bir defa, parçaların tümü aynı yasalara uymayabilir. Ölçüm ve değerlendirme sürecinde yeni alt-oluşumlar meydana gelmiş olabilir, farkedemediğimiz alt-parçacıklar oluşmuş veya yer değiştirmiş olabilir… vd. Holizmi bir kısım fizikçiler kabul etmez, hattâ fizik yasalarına aykırı olduğunu öne sürerler. Çünkü onlar da Bohr’un mu, Einstein’ın mı haklı olduğu konusunda ikiye bölünmüş durumdadırlar. Oysa ki kuantum düşünce sadece fiziksel düşünceye ve bugünkü bilinen sınırlar içerisindeki fizik mantığa bağlı kalma demek değildir. Bileşen ve etkileşen unsurları çok daha kolay birleştirip, ayrıştırıp ayıklayarak, üzerine sürekli birşeyler ekleyip yeni çıkarımlamalara varabilme gücü demektir. Bu faz geçilebilirse, hepimiz onun yansımasındaki birer titreşim olduğumuzu kısmen farkedebiliriz ve o vakit ‘En’el Hâk!’ dendiğinde neyle karşılaşılacağının hiçbir önemi kalmaz; ya da adına ölüm denilen geçiş ânı ya ‘vuslata adım atma’, ya da ardına şevkle geçilebilecek bir ‘kapısız kapı’ oluverir.

4. Fiziksel evrenin gittikçe doğrulara daha yakın biçimde algılanır olması, bizleri de tanrısallığın gerçekte ne demek olduğu fikrine aynı şekilde daha doğru bir biçimde ve daha büyük bir hayranlıkla yaklaştırmaktadır. O nedenledir ki; a. Zâtından sözetmenin anlamsızlığı’nın nedenleri daha kolay anlaşılır hâle gelmektedir. b. Kişiselleştirilmiş tanrı fikrini yadsıyan ateistlere daha bir hoşgörüyle bakabilmemiz mümkün olmakta ve onların da bir gün doğru yolu bulacağına dair umutlarımız artmaktadır. Zira bütünün (vahdaniyet’in) hiçbir parçası, bizatihi bir parçası olduğu bütünü uzun süre inkâr edemez. Ya da zihniyle eder de, bilince eriştiğinde artık edemez.

Kuantum düşünce tabii ki farkındalığımızın gelişmesini sağlayan çok yararlı ve üzerinde dikkatle durulması gereken bir yöntem ve anlayıştır. Ancak belki de hiç yapılmaması gereken şey, tüm anlaşılmaz olayları kuantum mekaniğine ve düşüncesine endekslemek; ya da onların kuantum düşünce yoluyla çözümlenecek veya açıklanabilecek olduklarını varsaymak olacaktır.