Eski yazılarımı okuyanlar hatırlar, spiritüel işlerin içine daldığım zamanlarda başıma tuhaf olayların geldiğinden, hala tam olarak açıklayamadığım tuhaf durumlara düştüğümden bahsetmiştim.
Geçenlerde kadim dostlarımdan biriyle konuşurken, benim koruyucu meleklerimin aşırı çalıştığından, ne kadar tuhaf olaya bulaşsam da bir şekilde hep paçayı yırttığımdan bahsederken, arkadaşım bana “Peki paçayı yırtamadığın olaylar olmadı mı hiç?” diye hin hin bakarak hayatının sorusunu sordu. Tabii ondan sonra laf lafı açtı, aslında oldukça şanssız tecrübeler yaşadığımızı da fark ettik , teyit için diğer arkadaşlarımızı da aradık, ve ne kadar şans melekleri bizi korusa da, bir yerlerden öçlerini aldıklarını ispatlamış olduk. Belli bir yerden sonra, bunun aslında meleklerin değil de kozmik bir şakacının işi olduğuna karar verdik.
Bu ayki yazımda da,benim ve arkadaşlarımın kozmik şakacının gazabına uğradığımız olaylardan bahsetmeye karar verdim. Olayların hepsinde de kızlara rezil olduğumuz düşününce ben kozmik şakacının bir erkek olduğundan yüzde yüz eminim.
Son yazdığım yazılardan sonra, böyle hafif bir yazı iyi gider diye düşündüm.
Buyrun, kendi kararınızı verin, kozmik bir şakacı var mı, yok mu?
İlki benim başımdan geçen bir olay. Bir kızla yeni tanışmıştım ve kıza “duyarlı, hümanist, ince ruhlu adam” imajı vermiş, o şekilde yaklaşmaya devam ediyordum. Açık havada bir büfede yemek yerken, yanımıza minik bir kedi yavrusu yaklaştı. Hemen tostumun içinden küçük bir sosis parçası çıkartarak, kıza göstere göstere kediye verdim. Kız bana hafif gözleri dolmuş bir bakış atınca, doğru hareketi yaptığımdan dolayı memnundu bünyem. Birden o minik tüy yumağı, elimdeki sosisi görünce, vahşi bir puma misali tüm pençelerini de çıkartarak sosise doğru çılgınca zıpladı. Minik olduğu için mesafeyi ayarlayamadı ve direk sağ koluma kondu. Panikle ayağa kalktım, kedi kolumdan aşağıya, kolumu yara yara indi. Can acısıyla hayvanı kolumdan aşağıya atmaya çalıştım, hayvan öyle geçirmiş ki pençelerini çıkarmak ne mümkün.
Tabii bu esnada “Lan, in lan, git lan kodumun kedisi “ şeklinde bağırdığım için kıza gerçek yüzümüzü de göstermiş olduk. Tabi bu arada sosisli sandviçim de yere düştü. Sosisi yiyemediğime mi yanayım, kedinin kolumu paramparça yapmasına mı, kızın apar topar gitmesine mi, olayı anlattığım arkadaşımın kahkahaları arasında kuduz aşısı olmama mı?
O gün bu gündür kedi denen o lanet yaratıklara yemek vermem.
Bir arkadaşımın başından geçen bir olay bu. Arkadaşım sevdiğine gül yollamayı düşünmektedir. Uzun bir araştırmadan sonra güzel bir aranjman yaptırır ve çiçekçiye özellikle yanına çikolata konmasını istediğini da belirtir. Akşam olunca kızdan telefon gelir. Ama telefon çok da beklediği şekilde değildir.
“Ay Barış, çok incesin, ama yine de kıllık yapmaktan geri kalmıyorsun… İyi ki yenildik size…” şeklinde bir sitem atar kız.
Arkadaşım bunu tam olarak anlayamaz, fakat kıza olayı anlattırınca gerçek ortaya çıkar. Çiçekçi, kıza üstünde “Şampiyon Fenerbahçe” yazan çikolatalardan götürmüştür. Romantizm nerede, şampiyon Fenerbahçe nerede….
Eski kız arkadaşlarımdan biri sıkı vejetaryendi. Ben ne zaman hamburger ya da o tarz bir şey yesem dik dik bakar, lokmamı boğazıma dizerdi. Ben de hem kıza yaranayım hem de “hayvanları seven, duyarlı ve ince adam” imajı verelim diye kız arkadaşıma, “ben de bundan sonra vejetaryen oldum” diye söz verdim. Ama ondan sonraki hafta tam bir kabus gibi geçti. Arkadaşlarım tereyağlı İskender döner yerken, ben üstüne kekik serpilmil kekremsi semiz otu yemeği yiyordum. Tat yok tuz yok, yapış yapış bir şey…
Zamanla alışırım dedim, ama ne mümkün? İskenderin yerini hiç kereviz tutar mı ? Ama esas bomba öteki pazar günü oldu. Elele yürüken bana bakıp “hadi senle gidip sütte pişmiş arapsaçı yiyelim” deyince “HAYIIIR” diye çığlık atarak doğru bir kebapçıya daldım, verdim kendimi dönere, verdim kendimi köfteye. Kızı o günden sonra bir daha görmedim, ama olsun ben hala kebabımla mutlu mesut yaşıyorum
Geçenlerde başıma gelen bir olay. Bizim evde sular kesildiğinden, duş almaya kızkardeşimin evine gittim. Hay gitmez olaydım. Hiç hayatınızda bakımlı bir kızın evinde banyoya girme gafletini gösterdiniz mi?
Duşa girince şok oldum. Biz erkeklerde bir raf olur, onda da şampuan, sabun ve kese bulunur. Ama burada tam tamına üç raf vardı ve hepsi de farklı işlevlere yarayan kremler, losyonlar ve sıvı sabunlarla doluydu. Yok, boyun bölgesi nemlendirici sabunu, yok göz kırışıklığını hafif portakal esansıyla sıkıştırma kremi… Zaten yarım saat hangisini kullanacağımı anlamaya çalıştım. En sonunda üstünde “vücut bakımı” yazan sıvıdan alıp üstüme sürdüm. Ve birden vücudumdan mis gibi şeftali kokusu gelmeye başladı. Panikle başka bir sıvı sabuna saldırdım ve bu seferde ahududu kokusuyla karşılaştım. Nalet kokular da nasıl yapıştılarsa üstüme çıkmadılar, ben kokuyu bastırsın diye o panikle ne bulursam üstüme başıma sürdüm. Duştan yarım saat sonra gözyaşları içinde çıktığımda kadife gibi yumuşak, pırıl pırıl bir cilde sahiptim ve bir manav çırağından farksız kokuyordum. Eve gidene kadar ne kadar küçük çocuk varsa bana bakıp “anne elma istiyorum, anne eve hindistan cevizi alalım” şeklinde annelerini çekiştirip durdular. Tüm kilolu kızlar da bana bakıp ağızlarını şapırdattılar. Şansıma peşime erkekler de takılmadan, sapa sağlam eve varabildim. Bu mis gibi kokular yüzünden 2 gün evden dışarı çıkamadım. Sular gelince de aldım elime hacı şakiri, neşe içinde yıkandım durdum
Bazen midenizin dibinin delindiği günler olur. O günlerden birinde, kız arkadaşımla buluşmuştum. Hızlıca ayaküstü bir şeyler yiyip konsere gidecektik. O her zamanki gibi küçük bir kaşarlı tost söyledi, bense iki tane karışık istedim. Tostları yedik, ama beni kesmedi, bunun üzerine de iki tane dürüm istedim. Yine kesmeyince bir porsiyon da döner aldım. Mutlu bir şekilde yemeğime yumulmuşkan, kız arkadaşımın beni dik dik kestiğini hissettim Yüzüne baktım. Önündeki dondurmayı yemeyi bırakmış, resmen inanılmaz gözlerle beni izliyordu.
“Ay Tunç, resmen belgesellerdeki ayılar gibi yemek yiyorsun… Benim dondurmayı da yiyecek misin?” dedi.
Daha dondurma kelimesinde kilitlenip ona baktım.
“Olurrr. Galp gulp, eğer yiyemeyeceksen…gark…pardon, onu da yiyebilirim, ya da yok yok, ben kendime de dondurma alıyım, o yetmez bana…. garp gurp “ diye cevap verdim.
Ayıya benzetildiğime mi yanayım, terk edildiğime mi, konseri kaçırdığıma mı?
-Bir arkadaşımın babası ara sıra, onu , iş yapmayı düşündüğü firmaların sahiplerinin oğullarıyla veya kızlarıyla filan tanıştırırdı. Hem o şirket sahibine şirin görünmek için, hem de oğlunun ilerde “Aaa sizle şurada tanışmıştık hatırladınız mı?” şeklinde muhabbete girerek daha rahat iş bulabilmesi için yapardı bunu.
Bir keresinde oldukça ciks bir kızı, lüks bir lokantaya götürmesi gerekiyormuş. Kızın babası bayağı meşhur ve önemli bir adammış, o yüzden babası ona özellikle dikkatli davranmasını tembihlemiş. Ama arkadaşım lokantaya girdiğinde bunlar için rezervasyon yapilmadığını görmüş. Uzun bir süre kapıdaki adama laf anlatmaya çalışmış, ama adam Nuh demiş,peygamber dememiş. Sinir içinde oflarak ve puflayarak bekleyen kızın , yanına süklüm püklüm dönmüş
“Maalesef burada yerimiz ayırtılmamış “ demiş kıza üzgün bir sesle.
Kız da tam gıcık bir tipmiş,
“Nasıl rezervasyon yapılmaz… bu affedilmez bir hata…, aç mı kalacağız şimdi… zaten İzmirliler hep böyle…”şeklinde söylenmeye başlamış. Artık herşeyin ters gitmesinden sıkılan arkadaşım patlamış
“Baksana , karşıda Zigana Lahmacuncu var, oraya gidelim istersen “ demiş..
Kız direk arkasını dönerek basıp gitmiş. Ondan sonra da babasının şerrinden korunmak için bir hafta bizde kalmıştı.
Başka bir arkadaşım da aşırı derecede Yeşilaycı bir kızla beraberdi. Kızın sigara ve alkole kesinlikle tahammülü yoktu. Böyle olduğu için, biz akşam bara diskoya giderken, bunlar ya sahilde yürüyüş yaparlar, ya da cafelere giderlerdi, ama en fazla da Özsüt tatlıcısına giderlerdi. Çocuk sabah akşam muhallebi, kazandibi yemekten 2 ay içinde, sırf bu yüzden 7 kilo aldı. Bunu fark ettiğindeyse iş işten çoktan geçmişti, çünkü kızı deli gibi seviyordu ve onunla mutluydu. Şu aralar tahminim 100 kiloyu geçmiştir. Yazık…
Bu anlatacağım hikaye, eminim benim yaşımda çoğu kişinin başından geçmiş bir hikayedir. Bir kızı evine çağırırsın. Kıza entelektüel olduğunu göstermek için kütüphaneni gösterirsin. Bilgisayarını açar, indirdiğin E-Book’ları gösterirken, Marx’ın diyalektik materyalizm konusundaki yanlış fikirlerinden bahsedersin.Ama bu arada yeni nesil gibi MSN’i nasıl kapatacağını, ya da açacağını bilmediğinden, birden bilgisayarın tam ortasında, kankinden
“Napıyon lan yardııığııımmmm. Hani bahsettiğin bir cıvır vardı, naptın? Tavladın mı hatunu?” şeklinde bir yazı gelir.
İşte sen o anda kıza durumu nasıl kurtarayım diye kıvranırken tepede kozmik şakacının gülmekten karnına ağrılar girmiştir.
Son olarak yine başımdan geçen birrezilliğimi anlatayım da bu yazıyı bitireyim. Babamın iş arkadaşlarından biri hediye paketine sarılmış şaraplardan getirmişti. Bende bunlardan birini yürüttüm ve kendi evime götürdüm. Akşam yeni takılmaya çalıştığım kız arkadaşımı yemeğe çağırdım. Tüm zamparalık malzemelerini hazırladım, mum ışığı, loş bir ortam, arkadan gelen slow müzik… her şey tamamdı. Kız arkadaşım gelip de hediye paketini açtığımdaysa, birden karnım kasıldı. Çünkü şarabın üstünde eşşek gibi “MİR Sigorta yeni yılınızı kutlar, ikram şaraptır, parayla satılmaz “ yazıyordu. Ama rezillik bunla bitmedi. Tıpa mantardan değil plastiktendi. Açamadık.Zar zor açtığımızda şarabın tadının daresmen tuzlu sirke gibi olduğunu gördük. Tam bir fiyaskoydu yani.
Oturup düşünün sizinde başınızdan böyle olaylar geçmedi mi ?
Sizce gerçekten de bir kozmik şakacı yok mu?