“Kişisel gelişim” yayınları artan bir hızla kitapçı raflarını doldurmayadevam ediyor. Öyle ki önceleri birkaç yayın zor bulunabilirken artık ayrı reyonlar açılmaya başlandı. Yani önemli bir pazar oluşmuş durumda. İddialı ve çarpıcı başlıklar, “vallahi de en iyisi bizimki” türünden isimler ve başlıkaltı açıklamaları; en sağlıklı yaşam, en doğru beslenme, sınırsız güç, doğru ders çalışma, içsel çelişkileri kısa yoldan çözümleme, sonsuz mutluluk… kısacası bir komedidir gidiyor. Asıl çirkin olansa şu: “Tüm diğerlerini boşverin, ne varsa bizde (ya da bende) var” savı, kolaycılığı, hattâ daha ‘bilimsel’ olma bilimdışılığı… ve tabii ki yanıltıcılığı.

Hemen belirtelim ki bu “büyülü” yöntemlerin büyük çoğunluğu aldatmacadır, tüm sorunlarınızı çözümleme iddiasındaki hazırcılık ve kolaycılıktır. Reçete sunmak ve sanki tüm insanlar aynı kalıptan çıkma mekanik aygıtlarmış ya da aynı marka ve model makinelermişcesine “motor el kitabı” veya “mikrodalga kullanım kılavuzu” gibi, hiçbirini tanımadığı bütün okurlarına tek tip çözümler öneren; ama gerçekte bu sayede “insan”ı hafife alan, onu “basite indirgeyen”; sözümona çözüm ve çıkışyolu önerileri sunarken, kusura bakmayın ama bir bakıma hepimizi aşağılayan ya da enayi yerine koyan yayınlardır bunlar. Yakında bunların da “ruhçuluk” ya da “ufoculuk” gibi modası geçecektir ve bir an önce geçmelidir de.

Bunlardan bazıları, doğru uygulandıkları takdirde elbette ki kişisel gelişime destek olabilir, katkıda da bulunabilir; ama böylesine, insanın o son derece karmaşık ve değişken doğasını basit önerilerle, hem de tüm diğer yol ve yöntemleri yetersiz göstererek, küçümseyerek tek başına kendisinin iyileştirip düzelteceğini öne sürmek ne büyük bir ukalâlık, abartı, hattâ istismar ya da en hafif deyimle saygısızlıksa, onlara inanıp güvenmek de o derecede saflık ve bilinç noksanlığıdır.

Sevgili dostlar, bizler bilelim veya bilmeyelim, hissedelim ya da hissetmeyelim yedi farklı ama birbiriyle ilintili bedenimiz vardır. Bunlar fiziksel, eterik, astral, zihinsel, spiritüel, kozmik ve nirvanikbedenlerdir. Büyük çoğunluğumuz henüz fiziksel bedenimizi dahi tanımıyor, bilmiyoruz. Örnek olarak en büyük organlarımızdan karaciğerin yerini bir sorun bakalım, kaç kişi doğru bilecektir?, peki ya da işlevlerini… Epifiz’i, tiroid’i, hipofiz’i ya da timus’u ise hiç sormayın. Fiziksel bedenimiz aslında kusursuzdur; aynı zamanda bir deryadır; fazla mistik bulmazsanız da bir rahmettir. Minnet ve şükran duymamız ama bir o kadar da iyi bakmamız, üzerine titrememiz gereken gelip geçici bir emanettir. Bize ödünç verilmiştir, günü geldiğinde geri alınacaktır. Bu emaneti sevmeli ve ona saygı duymalıyız. Peki ne için verilmiştir? Bir sonraki aşamaya ulaşmak ve onu da aşmak için bir araç olarak…, hoyratça, bilinçsizce, sevgisiz ve saygısızca kullanıp atılmak için değil. Yeri gelmişken belirtelim, işte yoga size bu sevgi ve saygıyla, böylesi bir minnet ve şükranla o emanete değer verme, titizlik gösterme, onun imkânlarını ve potansiyelini kullanarak gerçek insanlık yolculuğuna çıkabilme güç ve inancını sağlayacaktır. Yaşam koşulları nedeniyle bir yerlerde yavaşlayabilir, duraklayabilirsiniz; önemli olan “yolda olmak”tır. O zamana kadarki fiziksel, ruhsal, eterik… kazanımlarınız yine de sizi farklı kılacaktır. Bir süre dinlenip, soluklanıp yola devam her zaman mümkündür. Çünkü içinizdeki cevherin bir kez farkına varmışsınızdır…

Yoga bizi, içinde bulunduğumuz derin illüzyondan ve tüm koşullanmalarımızdan kurtaracak en etkili araçtır. Çünkü o, zihnimizdeki bütün yüklerden kurtularak cesurca, gerçeklerle, saf gerçekle aracısız olarak ve olduğu gibi yüzleşmektir. İnanç yüzeyseldir, hepimize sonradan eklenmiş ya da yerleştirilmiştir, yani değişebilir, değiştirilebilir. Çünkü inanç yapaydır, gerçeğe ulaşmanızı engeller. Yogaysa inanç değil, varoluşsal bir yaklaşımdır; gerçeğe ulaşmayı kolaylaştırır… Din olmadığı için özünde felsefe de değildir; durağan olmayan, sonsuz bir dönüşümdür. Patanjali, “Yoga zihnin durmasıdır” der; doğrudur, zihin çalışırken yoganın ileri aşamalarına ulaşılamaz. “Zihinsizlik” derken kastettiğimiz budur, onu devreden çıkarmaktır… O normal bir yaşam için gerekliliktir, ama ileri yoga onunla birlikte olamaz. Çünkü zihin, gerçek “biz” değildir. Zihin serbest, bir anlamda kendi hâline bırakılmalı, müdahale edilmemeli, kayıtsız kalınarak adeta gitmesine müsaade edilmeli, ondan arınılmalı ve bu sayede o “aşılmalı”dır. Gerçekliğin dünyasına başka türlü girilemez; başka türlü “özgürlük ve farkındalık içerisinde tanıklık” sağlanamaz.

Gelelim ruhsal bedenimize… Açıkca ifade edelim ki, eğer yüz kişiden ikisi onu biraz olsun bilebilmiş ya da koşullanmaksızın tanımış olsaydı bugün hepimiz bambaşka birer insan, dünyamızsa çok daha güzel bir dünya olurdu. Sadece yüzde beşimizin farkındalığı bu dünyayı cennete çevirmeye yeterdi…

Kendimizi bilme ve tanımadaki böylesine eksik bilgili ve eksik farkındalıklı bir yaşam, kaçınılmaz olarak her türden yanılgılara da, bu durumun istismarına da zemin hazırlar. Çağdaş yaşamın kaçınılmazı haline gelen ‘zamansızlık’ kişileri bu tür ‘instant coffee’ ya da ‘fast food’ gibi çabuklaştırılmış ve ‘kolaycı’ yöntemlere yöneltiyor; ama öyle olunca da bu tür uygulamalar ‘temelsiz’ olduklarından sonuçta yararsız ve başarısız olmaları da kaçınılmaz oluyor.

Sokrat“Kendini tanı!”, Buda“Kendini sev!” demişti; Osho ise“Kendini sevmeden tanıyamazsın” diyor. Dinadamlarıysa bu konuda daha emrivâkici; tümü “Sen zavallı bir günahkârsın; bundan kurtulmak için bilinçsizce seveceksin; yalnız emrettiğimiz biçimde, tamamen şekilsel olarak ibadet edecek, durmadan tapınacak, sürekli kulluk edeceksin” diyorlar. Yani aslında seni çirkinleştiriyorlar, önce kendinden, sonra yaşamdan soğutuyorlar. Eğer zelîl ve süflî iseniz, üstelik kendi başınıza doğru yolu bulamayacak kadar idrakten yoksun olduğunuza inandırılmışsanız, o zaman kendinize nasıl saygı duyacak, böylesi bir bağımlılık ve korkutulmuşlukla ve böylesine aşağılanmış ve lânetlenmişken, gerçekte tehdit altında iken kendinizi, başkalarını ya da kutsal bir kavramı nasıl seveceksiniz? Üstelik böylelikle içinizdeki tanrısallığı geliştiremez, farkında olamaz; bu sayede ancak onu küllendirir ve zamanla yokeder; hattâ böylesi bir dinsel ayrımcılıkla büyük insanlık ailesinin dışında kalmış olursunuz.

Ünlü bir moleküler biyoloji uzmanı ve budist bir rahip olan fransız Matthieu Ricard şöyle diyor: “Eğer dış etkenlerin ruh hâlinizi belirlemesine izin verirseniz, acı çekmeniz de son derece doğal”… ve ekliyor; “Oysa içimizdeki potansiyeli, sanki elimizdeki bir altın külçesini cilalayıp parlatır gibi geliştirmemiz mümkün”.Onun içindir ki biz de binlerce yıldır zihnimizin neredeyse tamamının, dış etkenlerin ürünü olduğunu ve gerçeği, sadece gerçeği ancak zihnin aşılmasıyla bulabileceğimizi söylüyoruz.
Parapsikoloji tutkunları; ruhçular; Godot’yu bekler gibi uzaylıların ziyaretlerini bekleyenler; hindu esaslı Vedanta toplulukları; Sai Baba’cılar; anî aydınlanma’cılar; bir tür musevi mistisizmi demek olan Kabala’cılar; Scientologist’ler; Moon tarikati mensupları; inanca gereğinden fazla önem ve yer veren bir kısım NLP (neuro-linguistic programming) tutkunları; “bazı” Reiki’ciler ve ücret karşılığı çakra açıcılar ,hipnozcular; tanrıyla sohbet ederek mutluluk reçeteleri yazanlar; muskacılar; eski Mısır ve Hint kökenli sözde gizemci’ler; önderliğini Maharishi Mahesh Yogi’nin yaptığı yine hindu esaslı transandantal meditasyon’cular; iri siyah benli şişman bir hanımın önünde yerlere eğilerek eteklerini hattâ ayaklarını öpen, ibadetlerinde Shri Mataji denilen bu hanımın fotoğraflarını kullanan Sahaja Yoga’cılar; dahası var haşhaşîler; Atlantis’çiler; Mu’cular… liste uzayıp gidiyor… Bizim üzüntümüz, hakikati kendi içinde aramak yerine dışarıdan ithal etmeye çalışan bu gibi yozlaşmışlar, artniyetliler, akıl ve mantıkdışılık öngören çıkarcılarla gerçek yogacıları bir tutan ya da aynı kefeye koyan, bilgi noksanı yayın ve propagandaların da zamanla artış göstermiş olmasıdır.
Görüldüğü gibi ufak tefek farklılıklar içerse de özünde gerçek ve tutarlı olan hiçbir bozulmamış klasik yoga yöntemine; otantik Tao felsefesine, tai chi’ye, kinhin’e (yürüyüş meditasyonu), uyku yogası’na, ‘Bön’ ve ‘Şambala’ geleneklerine, gerçek Reiki’ye, Akupunktür’e, hattâ eskilerin tabiriyle ‘ıslah-ı nefs’ amaçlı savunma sporları’na tek olumsuz sözümüz yok, olamaz da. Üstelik bunlara teorimizi zenginleştirip pratiğimizi çeşitlendiren olumlu etkenler olarak bakarız.

Sözümüz insanlığın yüksek değerlerine, sanatına, özgürlüğüne set çekenleredir. Diyanet İşleri eski başkanlarından birisine köşesinde açık açık sordum: “Hocam, bir resim ya da heykel sergisine, operaya veya caz konserine, ya da buna benzer bir sanatsal etkinliğe en son ne zaman gittiniz? Hiç toplum içinde şarkı söyleyip dans ettiniz mi?” Bir süre sonra sorumu yinelediğim halde, tahmin edeceğiniz gibi hiçbir yanıt alamadım.

Sonuç olarak, önce kendinizi tanımayı ve içinizdeki tanrısallığı keşfetmeyi amaçlayan bir içsel yolculuğa çıkılmaksızın gösterilecek her çaba ısmarlamacı, yüzeysel ve dışsal kalacak; sizi esenliğe ulaştırmayacak, aksine yanıltıcı ve tabii ki başarısız olacaktır. Öyle ki bu türden gayretlerin kaçınılmaz başarısızlığı ya da yetersizliği, belki bir süre sonra doğru bir biçimde başlamanız mümkün ve muhtemel olan fiziksel ve spiritüel gelişim programlarına erişmenize de engel teşkil edebilecektir.
Yirmibeş asır önce söylenmiş bir Gautama Buda sözü ile bitirelim:

“Kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevk, dışımızdaki şeylere bağımlı olan mutluluk geçicidir ve içinde ıstırabın tohumlarını taşır”… “Bütün yaratılmışlar kaçınılmaz olarak bir gün gelip yok olacağına ve hiçbir yaratılmış bunun önüne geçemeyeceğine göre, yaratılmamış olanı arayınız. O içinizdedir, o her yerdedir”.

A. Kerim Soley