Korku, neredeyse her kaynakta karşımıza çıkan bir enerji ve bizlere sürekli onu yenmemiz, ışığa kavuşturmamız, kabullenmemiz vs. söyleniyor. Ama açıkcası, bunun “nasıl” yapılacağı üstünkörü geçiliyor.

“Korkularınıza sarılın” deniyor, ama siz, nasıl yapacağınızı bilmeden, bu bilgiyle, elinde bilet olduğu halde stadyum kapısında kalmış futbol taraftarı gibi, bakınıp duruyorsunuz öölecene. Kendi hesabıma şunu söyleyebilirim ki, “Korkuma sarılmam” demek, benim bir korku imgeleyip, ona o imgelem içinde sarılma yöntemim şeklinde başarılı olamadı hiç; çünkü, bir süre sonra, onun gene orada olduğunu gördüm. Her ne kadar bu çözüm bir süreliğine işe yaramış olsa bile, aradan bir zaman geçtikten sonra, sarıldığım şey gene karşımda “aslanlar gibi” duruyordu. Çünkü, ben ona aslında sarılmamıştım, içine bakmamıştım, kabul etmemiştim. Sadece evcilleştirmiş ve bir süreliğine ertelemiştim. İşte bu yazıda ben, bir yandan kendimi deşerken, bir yandan da sizlere içinden çıkanları sergileyeceğim, belki işinize yarar diye. 🙂

Önce “Korku”dan başlayalım. Bir kere “Korku” nedir? Şimdi, bir sürü tanımı vardır, anlatımı vardır, hiç uzatmaya gerek yok arkadaşlar. Benim tanıdığım “Korku” şu: Bilginin olmadığı yer. Bu bilgiyi, bilimsel bilgi falan sanmayın. Korku, benim bilmediğim yerlerim. Buna ister ışığın ulaşmadığı yer deyin, ister ruhun değmediği vs. Ama orasının karanlıkta olmasının nedeni, ora hakkında hiçbir şey bilmediğimden ötürü orada oluşan boşluk. Bu noktada şunu da diyebiliriz ki, o bilinmeyen hakkında öğrenmeye ve bilgilenmeye başladığın anda, o boşluk dolmaya ve korku adı verilen karanlık ortadan kalkmaya başlıyor. Bu bilgilenme süreci ise kişiye bağlı oluyor. Genellikle bizlerin içinde korku oluşturan travmalar, içlerinde pek de görmeyi istemediğimiz şeyler barındırdıkları için, “bilinmez” halde karanlıkta duruyorlar; cesaret edip oralara baktığımız ve gördüklerimizi anlattığımızda “bilinme” durumuna geçtikleri için, boşluklar doluyor ve korku ortadan kalkıyor. Haa, bu noktada, “Korku” ile “Karanlık” arasındaki ufak bir nüansı belirtmek lazım: “Karanlık”, “Korku”nun görünen hali, yani görsel imajı. Ama “Korku” bilinçli bir enerji, çünkü o da sizin enerjiniz; yani, ruhunun bakmadığın veya kabullenemediğin yönleri, kabullendiğin yönleriyle aynı enerjiyi kullanıyor. O yüzden, sen ne kadar zekiysen, sen ne kadar akıllıysan, sen ne kadar güçlüysen, o da o kadar öyle… Haa, kalıcı bir enerji mi? Sen ne kadar çok tarafına bakabilirsen ve doldurursan boşlukları, o da o kadar azalır. Ama şu da var ki, “Korku”yu şeytan gibi senin düşmanın olan bir varlık olarak algılaman da ciddi bir sorun; çünkü o senin parçan ve sensin. Onu reddetmek, eşittir kendini reddetmek. Bazı kaynaklarda yazan “Korku siz değilsiniz”in anlamı da “Korku, sizden ayrı bir varlıksal enerjidir” değil, “O sizin boşluklarınız, ama sakın kendinizi boşluklarınız sanmayın” bence. “Korkuna sarılmak” da, onun içine bakıp boşluklarını doldurmak ve gittikçe kendinin daha fazlasını tanımak bence. Sonuçta, karanlığın aydınlık hale gelmesinden, “Korku”nun hiçbir şikayeti olmaz, çünkü her halükarda O, SEN’sin.

Benim gözlemlediğim, hayatın en en en temelinde iki motivin olduğu: Bilmek ve Bilmemek. Peki, neyi bilmek ve bilmemek? En temelinde evrendeki varlığını, değerini, gücünü, sevilebilirliğini vs. Biz bu noktada devraldık bu yaşamları. Neredeyse tüm insanlık tarihi bu motive üzerinden yürüdü. Bilinmezlik korkuyu yaratır ve temeli korkuya dayanan yaşam biçimini görmek için, dünyaya bakmak yeterli. Fakat, bir de bunun gelişmiş hali var ki, işte bence şimdiki dönem, bu dönem: Bilinme dönemi ve peşisıra gelen güven, değerli hissetme, güç ve en önemlisi sevgi. İşte benim gördüğüm, bu iki odak üzerinde dönüyor tüm dünya, belki de evren. Bizler, bu zamana kadar bilinmezliğin odağında yaşadık ve “Korku” hakimi bir dünya kurduk; fakat, artık yaşamlarımızın odağı değişiyor ve “Bilinme”ye giriyoruz. Ben, çok net bir biçimde bunu hissediyorum kendimde, özellikle de son günlerde yaşadıklarımdan kaynaklanan gözlemlerimde ve bu seri de aslında “Korku” odağı ve yansımalarının “Bilinme” haline dönüşümünün ifadesi içimde. Şimdi, bakalım neymiş bunlardan ilki?

Aslında, “Korku”ları ayrı ayrı incelemek zor bir durum: Temeli aynı köke dayandığı için, her şey birbirine öylesine bağlı ki… Mesela, “Kariyer ve İş Korkusu”na girince olay; başarısızlık korkusu, toplum tarafından
kabul edilmeme korkusu, sevilmeme korkusu, yalnızlık korkusu, güvende olamama korkusu gibi, bir sürü çeşitlenmeler bununla paralel gidiyor. Şimdi, bunların hepsine birden girersem, işin içinden çıkamam. Ben kendimde yakaladıklarımı aktarayım sizlere…

Ben bir fakültede, bir süre araştırma görevlisi olarak çalıştım. Öğrenciliğim zamanında çok faal biriydim ve tüm fakülte tanıdıyordu beni. Bir sürü faaliyet yapıyordum ve bunlar beğeniliyordu. En sonunda mezuniyet geldi çattı ve okul yıllarım sona erdi. Bu arada, okulu, orada bir sene daha olmak adına kasıtlı olarak uzatmıştım. Okulu bitirmiştim, ama aslında ne yapmak istediğimi tam olarak bilmiyordum. Suya itilmiş ve yüzme bilmeyen birinin, gördüğü ilk şeye (dal falan gibi) atılması gibi, hemen karşıma çıkan ilk işe atladım ve bir reklam ajansına metin yazarı olarak girdim. Orada bir ay çalıştım, ama metin yazarlığını yapabilsem bile, bunu istediğimi pek hissetmiyordum. Sonra oradan ayrıldım ve ne yapacağımı bilmeden kaldım. O noktada evrene, “Sen en güzelini bulursun bana nasılsa” dedim ve işten ayrıldıktan bir süre sonra Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü ve ben okula gittim. Gidiş o gidiş… Cenaze töreniymiş, medyanın karşılanmasıymış, panoların hazırlanmasıymış vs. vs. Hepsini birden bana verdi hocalar ve ben bunları keyifle yaptım. İşe öyle vermiştim ki kendimi, ölüme ağlamaya bile fırsatım olmamıştı. (Sonra tüm işler bittiğinde, tam sekiz saat susmadan ağladım.) Cenaze toprağa verildiği gün kararımı vermiştim, okulda kalacaktım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, iyi bir karar verdiğimi düşünüyorum, ama bir yandan da korktuğumu görüyorum.

Okul bir rahimdi ve beni koruyordu. Evet, çok güzel bir ortamdı, ama ben, rahimden çıkmak istemeyen bir bebek gibi davranıyordum. Bir de işsiz kalma korkusundan, hemen atlıyordum gördüğüm ilk dala. Çünkü, bir yandan da anne ve babamı hayal kırıklığına uğratma korkum vardı. Çünkü, o zaman sevilemezdim; hem işsiz kalırsam, küçükten beri babamın sürekli söylediği gibi, “Sürünürdüm ve sokaklarda sap gibi kalırdım”; toplumun sürekli söylediği gibi, “Beni kızlar almazdı; çünkü beş kuruşsuz adama kim ne verirdi (kızı anlamında)?”. Hem artık iş güç sahibi olup, hemen bir düzen kurulmalıydı, ayrıcana işe yaradığımı da görmem gerekiyordu; dışardaki hayat zordu, vahşiydi, acımasızdı, korkunçtu, güçsüze yer yoktu, hemen yerimi almalıydım ve topluma ve çevreme, işte ben buyum diye göstermeliydim.

Daha da önemlisi, kendimi güvene almalıydım. İş güven ve güvence konusuna geldiğinde, “devlet memuru” olacaktım. Arkamı sağlama dayayacaktım. Bu konu öyle önemliydi ki, bir rock starımızın ailesine “Oğlunuz rock starı oldu ne düşünüyorsunuz?” diye sorulduğunda, “Öğretmen olsaydı keşke; hem devlet memuru olurdu, hem de yılda iki ay tatili”. Ulan herif rock starı olmuş ve malı götürmüş resmen, anne babası hala güvence derdinde. Bu güvence arayışı öyle ciddi bir şey ki, mutlu olmasanız bile, eziyet çekseniz bile, size katlanma gücü veya zorunluluğu veriyor ve işyerinizdeki tüm tavırlarınızı da belirliyor. Çünkü yapmazsanız, kapıda aslanlar gibi bir güvensizlik bekliyor; güvensizlik bilinmezliği getiriyor ve bu bilinmezliğin adına daha önce “Korku” demiştik zaten. O kapıyı geçip bilinmezliğe dalmak için de, resmen g.t istiyor. Dünya tarihindeki “Keşifler Çağı”nı, bilinmezliğe yelken açan cesur denizciler nasıl başlattıysa, “Ruhun Keşfi”ni de bu cesareti içinde bulan ve “Güvence” illüzyonunu yenen kişiler yaratacak. Bu kişiler arttıkça dünyanın odağı da değişecek, ama oraya gelmeden, kendi içimizde, kendimiz için gerekli bir şey bu. Çok açık ve net bir şey var ki, eninde sonunda bu illüzyonun ötesine geçmek zorunda kalacak herkes. Ama bazıları şimdi başaracak bunu, bazıları belki birkaç yaşam sonra.

Neyse, konuyu fazla dağıtmadan, hikayeme döneyim. Ben, bir senelik bir kadro bekleyişinden sonra, okula girdim. O bir sene içinde, az önce saydığım tüm korkuları da deneyimledim; çünkü işsizdim, işsiz olmakla birlikte, öğrenci de değildim, yani toplumda hiçbir kimliğim yoktu ve en sonunda psikologluk olmuştum. Psikolog, beni dinledikten sonra, “Senin ne işin var ki burada, sen yarın işe gir, toplumdaki yerini gör, her şey düzelir” dedi ve düzeldi de. Ama şimdi görüyorum ki, böyle bir temel üzerine inşa edilmiş bir kimlik de çarpıkmış. Çünkü, yarın bir gün tüm kimliklerini, tüm biriktirdiklerini, maddî olan her şeyini bir anda kaybedebilirsin ve hayat bunu sana özellikle de yapabilir… Peki, o durumda sen kimsin ve nesin? İşte okuldan ayrıldım ve çok da faydasını gördüğüm bir kimliğim gitti, peki ne eksildi? 🙂 Haa, bunları zaten bilmiyor muydun diyebilirsiniz, ama bunları bilmekle, enerjisini yaşamak bambaşka şeylerdir ve bu, her ne kadar basit bir şeymiş gibi görünse de, var olan bir duygu. Tamamen kendimi bilmememden ve aslında reddetmemden kaynaklanıyor. Reddediyorum, çünkü o zaman tüm sorumluluk üzerime binecek birden; suçlayabileceğim hiç kimse kalmayacak hayatımda ve aslında bu cümleyi yazarken bile, suçlayacak kimsenin olmadığını biliyorum. Çünkü, bugüne kadar yaşadığım her şeyin, ama her şeyin benim isteğim dahilinde, hem de öyle hiç bilinçsizce değil, bilinçlice istenmiş olduğunu biliyorum. Hatta ara sıra yaşadığım kaotik durumunların da. Paragrafın başında, araştırma görevlisi olarak çalıştığımı söylemiştim. Ama ben araştırma görevlisi olmak istemiyordum. Ben, okulda uzman veya öğretim görevlisi olmak istemiştim, ama kadro olmadığı için, böyle oldu. Bu kadro da benim hayatımın amaçları ve stili dışında olan özellikler istiyordu.

En başta tez, doktora gibi şeyler ki, benim akademisyen olmam, kaleci Rüştü’nün çıkıp forvet oynamaya çalışması gibi bir şey. Haa, zorladın mı oynarsın ve gol de atarsın, ama mutlu olduğum ve istediğim şeyler farklı benim. Okula girme amacım olan, okulun organizasyon ve halkla ilişkiler işlerini yapmakta başarılı oldum ve o işlerde büyük de keyif aldım. Okula yepyeni bir ekip kazandırdım ve o ekip, bir süre sonra halkla ilişkiler birimine dönüşecekti; birkaç sene içinde de okulun yepyeni bir çalışma atölyesi olacaktı. Ama bu çalışmalar için okulda kalmam ve dolayısıyla da doktora yapmam gerekiyordu ki, açıkçası hiç istemiyordum ve ne yapacağımı bilmiyordum. Bir yandan da ayrılmaktan acayip korkuyordum; çünkü burası güvenceliydi, fakat ruhum bana hep şunu soruyordu: “Senin istediğin bu mu?”. Bir uzman veya öğretim görevlisi olsam okulda kalabilirdim; çünkü o zaman doktora falan gibi şeylerle uğraşmaz, kendimi sadece istediğim çalışmalara verirdim. Açıkçası, dediğim gibi büyük de keyif alıyordum bu işlerden ve grubum öyle büyüyordu ki, TRT gibi kurumlarla ortak çalışmaya başlamıştık organizasyon alanında. Ama bunu yapmak için ödemem gereken bedel büyüktü ve resmen kilit durumunda kalmıştım ve sürekli bu durumdan kaçıyordum.

İşin, işsel ilişkiler anlamında diğer bir boyutu daha vardı. Ben, bankacı bir ailenin çocuğuyum ve doğal olarak, tüm yaşantım bir banka şubesi içindeki ilişkileri gözleyerek geçti. Devlet dairelerindeki insanlarda gözleyebileceğiniz en net duygu “Korku”dur. Özellikle de üst-ast ilişkisi sırasında çıkar bu. Üstünün karşısında el pençe divan durmak ve yalakalanmak dizboyudur; çünkü herkes, başına bir şeyler gelmesinden çekinir. Benim kendi fakültemin memurlarında da görüyordum bunu çok net olarak. Üstleri gelince, hepsinin yüzünde yapay bir gülümseme beliriyordu ve bu gülümseme, “Ben sizden korkuyorum” diyordu. Gerçi bunu yaratan üstlerin kendisiydi açıkçası ve bu güçlülük hoşlarına da gidiyor. İnsan sonra düşünüyor, “iş verimliliği” veya ne biliim, “Bir insanın diğer insan karşısında hissettiği korkular ve ezilmişliklerin adaleti” gibi konuları. Gerçi bu noktada, “Eee, hayat böyle n’aparsın, iş dünyası” denilebilir ve reddetmem de. Ama reddettiğim bir şey var: “Böyle gelmiş böyle gider” durumu. Yani bir şey böyle diye, onu öyle kabullenip, en azından üzerinde biraz düşünmeden yaşamaya devam etmek ve bunu “yaşam” olarak adlandırmak, bana ters geliyor. Bir yerlerde bir şeyler kırılmalı. Haa, bu bir anda olmaz, ya da bir kişinin çabalarıyla da belki, ama bir kişiyle de olsa zincir bir yerlerden kırılmalı ve yeniliklere yer açılmalı. Haa, bu demek değil, illa gidip üstünle kapış, ama farklı bir bakış gerekli iletişime. Ben bunu becerdim mi? Hayır. 🙂 Beni okula alan ve benim de üstüm olan hocamla, kadrolu olmadan önce nefis bir ilişkimiz ve iletişimimiz varken, okula girdikten sonra bu, bozulmaya başladı. Açıkçası, bu durumda ne yapacağımı bilemedim ve korktum. Öğrenciyken her şey rahattı tabii, ama iş ortamına gelince, bir anda bocaladım onunla ilişkimde. Buna bir de “Korku” eklenip, onun zaten biraz sert mizacından gelen tepkiler de işin içine girince, iletişimimiz bozulmaya başladı. O noktada bilinmezlik başladı bende ve bunu aydınlatmak için, gidip onunla konuşamadım. Haa, bu olayda tabii daha grift şeyler vardır, ama korktum işte ve iletişimimiz bozuldu. Bir de buna küçüklüğümden beri söylenen, “Kulağından tuttuğu gibi atılırsın” gibi laflar eklenince, korkum arttı. Eee, bir de okulda hiç olmak istemediğim bir kimlikte yer almaya çalışınca, birden kendime güvenimde sarsıldı ve “Ben ne arıyorum burda?” şekline döndü olay. Kendimi en iyi hissettiğim vakitler, herhangi bir organizasyon ya da halkla ilişkiler çalışmasının olduğu dönemlerdi; çünkü işte o, bendim. İstediğimi ve sevdiğimi yapıyordum ve başarılı da oluyordum ve büyük de keyif alıyordum. Böyle bir çatışma içindeydim işte ve hayat bana bir koydu, pir koydu.

Önce tezim reddedildi, sonra bu işte kalıp kalmayacağım soruldu bana. Kadrom değişmeyecekti, çünkü başka kadro yoktu ve kalmam için önce tezimi bitirmem, sonra da doktora yapmam şarttı, ya da kendime yeni bir iş bulacaktım: Şok olmuştum, tüm güvenli dünyam yıkılmıştı ve öölece kalakalmıştım. Ama çok şükür ki, şunun farkındaydım bu sefer, bu benim için aslında nefis bir fırsattı ve en önemlisi, hayatımın odağını “Korku”dan, “Kendi”me çevirmem için müthiş bir imkandı. Korktum, inanılmaz korktum ve halen de ne yapacağım, ya da başıma nelerin geleceği konusunda pek bir fikrim yok, ama şunu biliyorum ki, bu olay, olabileceği en güzel şekilde oldu ve beni bilinmezliklerimle karşı karşıya bıraktı. Bıraktı ki, şu anda korkuyu size yazabiliyorum, çünkü daha net görebiliyorum şimdi durduğum yerden. Bu, benim korkularımın bittiği anlamına gelmiyor, ama size anlatırken, bir yandan da onu tanımış ve “Bilinme” haline getirmiş oluyorum. Bugün, kendimi incelerken fark ettim ki, korkunun bir yüzü olan “iş ve kariyer korkusu”, benim hayatımı çok etkileyen bir motive ve açıkçası, güzel ilişkilerimi bile baltalıyor. Her ne kadar iş ayrı, dostluk ayrı gibi bir durum söz konusu ise de “iş korkusu”nun çıktığı yerde, bir anda dostluklarımın da yapaylaştığını veya korkuyla bozulduğunu gördüm. Ayrıca, “çıkarcı” bir tarafım olduğunu da yıllardır biliyorum.

Mesela, bir kalabalık ortama gireyim ve çevrede pek tanıdık olmasın ve etrafımda tanıdığım, ama çok çok az muhabbetim olan birini göreyim, gider o anlık onunla acayip yakınlık kurarım, ama gece bittikten sonra, bir daha da aramam onu, gibi. Bunun temelinde, “yalnız kalma korku”mun olduğunu biliyorum, eee bir de buna “iş korkusu” olayı girince, daha önce kan kardeş kadar yakın olduğum biriyle, araya “iş” mevzuu girince, birden yapaylaştığımı gördüm ve rahatsız oldum açıkçası. Haa, bunda ne gariplik var, ya da rahatsız olduğum ne? O kişi benimle zaten yakın ve beni zaten seviyor; sevdiği için yardım teklif ediyor, bense aniden, ya o bu teklifi, beni yarın sevmez ve bir daha yapmazsa korkusuyla panikliyorum ve kendimin dışında davranıyorum; ne biliim olduğumdan daha ilgili davranıyorum falan ve onunla konuşurken, önceki gibi dostluk değil de onunla ilişkimi garantileme durumu daha ön planda oluyor. Bu beni insan olarak rahatsız ediyor, kendi dürüstlük ve tutarlılık ilkelerim açısından rahatsız ediyor ve en önemlisi kendime şunu sorduruyor: “Senin bunlara ihtiyacın var mı?”. Bana yeni bir işi sunacak olan, kendi yaratıcı gücüm ve evren mi, yoksa o arkadaşım mı, ya da o olmasa sanki başka bir araçla karşıma çıkmaz mıydı bu? İşte bu noktada şunu görüyorum ki ben, “İş ayrı, dostluk ayrı” lafını öyle kıçımdan anlamışım ve iş dünyasından öyle korkmuşum ki, kitabı çıkacak kadar yazı yazmış ve kelam etmiş ben, iş dünyasına girerken varlığımı ve benliğimi kapının dışarısında bırakıp, korkudan tirtir titrer halde içeri girmişim. Kafamda “evren ve yaşam” ayrı bir yerde, “iş dünyası” ayrı bir yerdeymiş. İkisini bir araya getirmeyi başaramamışım. “İş dünyası” denen sürecin yaşamın bir parçası olduğunu ve aslında dünyada varlığımı sürdürmemin, “İş”imden önce “yaşamla iletişim”ime bağlı olduğu gerçeğini gözden kaçırmışım. “İş yaşamı” öyle konumlanmış ki kafamda, onda bir sorun olduğunda “yaşam”ım sona erecek ve ben “Sürüneceğim”; “Kötü bir hayat yaşayacağım”; “Mutsuz olacağım” vs. En önemlisi de “başarısız” ve “reddedilen” bir kişi olacağım. Eh, önüne bir şey kocaman bir dağ olarak dikilirse ve sen o dağla ilgili korkutulur ve korkularla beslenirsen, olacağı bu. Bu noktada kimseyi suçlamıyorum. Sistem böyle olagelmiş, ama bu demek değil ki böyle olagidecek. 🙂 Herkes kendi içinde bir şeyleri kırdığı zaman, zaten otomatikman sistem dönüşecek. 🙂

İşte bunlar, benim yakaladığım temel noktalar. Daha derine inilebilir, daha da ayrıntılandırılabilinir, ama olayın özünü anladık sanıyorum. Ayrıca, bu satırları okurken korkuyla nasıl karşı karşıya gelindiği ve nasıl ona sarınıldığı ile de ilgili bir teknik sumak istedim size. Kabul etmek ve itiraf etmek, bunu dürüstçe yapmaya çalışmak, benim için işleyen bir yöntem.