Yerde yatıyoruz. Herkesin gözleri kapalı. Meditasyonu yöneten kişinin yumuşak sesinden başka ses duyulmuyor. Etrafı misk kokusu gibi saran bir tütsü içimizi ferahlatıyor. “Şimdi bulutun üzerinden dünyaya doğru usulca indiğinizi hayal edin…” diyor meditatör. Herkes usul mu bilmiyorum, ama benim hiç inesim yok. ”Şimdi bedeninize taç çakranızdan giriyorsunuz… “ Hay Allah, ben bulutun üstünde kaldım. “Bedeninizi yavaşça hissetmeye başlıyorsunuz…” Hocam, ben hala o yumuşak beyaz pamuksu bulutun üstündeyim, hani diyorum bir yardım etseniz de, ben de insem bedenime. “Ayak parmaklarınızı oynatıyorsunuz, fizik bedeni hissetmeye başlıyorsunuz… ” İmdaaaaat, kurtarın beni burdaaaaaannn. 

Tabi zorlana zorlana indik, daha doğrusu tam inmeden herkes inişi tamamlayıp meditasyon sonunda gözlerini açıp hemen bık bık konuşmaya başladığı için, ben de uyanmak zorunda kaldım. Uyumuyordum ama uyuyordum gibiydi. Ve mevcut şuur haline dönüşüm bu nedenle uyanmaktan farksızdı.

Bulutun üstüne ya da bedeni terkettikten sonra imgelememiz düşünülen her yere kolayca gidebiliyor, ama iş dönmeye gelince aynı kolaylıkla dönemiyordum. Meditasyonların başında gruptan hızlı giden ben, meditasyon bitiminde grubun hep gerisinde kalıyordum. Bu, tam teşekküllü meditasyonlarda da böyle oldu, yoga derslerinin sonundaki 5 dakikalık progressif gevşeme egzersizlerinde de… Bir süre sonra geri dönmeye öyle çaba sarfediyordum ki, nasılsa meditasyonun “ana fikrine” konsantre olamayacağım diyerek meditasyon yapmayı bıraktım.

Takip eden dönem boyunca topraklama çalışmaları yaparak durumu dengeledim. Ve artık daha dengeli gidip daha dengeli gelebiliyorum.Ama bu işlere ilk başladığımda onlarca kez yaşadığım ve yukarıda anlatmaya çalıştığım bu deneyim, teknik çalışma eksikliğinin ötesinde bir mesaj içeriyordu. Çünkü çok farklı kişilerle de yapmıştım bu çalışmaları ve hepsinin birden yanlış teknik kullanması pek olası değildi. Kaldı ki, grubun geri kalanı çalışmanın sonunda gayet mutlu, keyifli ve deneyimleri toparlamış olarak iniş (!) yapıyordu.

derKi’de daha önce yayınlanan “Homo Delphinus” yazıma konu olan filmdeki efsanevi dalgıç Jacques Mayol, kızarkadaşına, gökyüzü “artık bir anı” olacak kadar derine daldığı her seferde en zor kısmın en derindeyken başladığını söylüyor ve “çıkmak için güzel bir sebep bulman lazım, ve ben her seferinde iyi bir sebep bulmakta oldukça zorlanıyorum” diyordu.

14 yıldır yürüdüğüm yolda son 6 seneyi bifiil Reiki ile geçirmiş ve hala geçiren biri olarak, kendimce farkettiğim en etkileyici şeylerden biri de, bazı insanların tüm bu deneyimleri “bir kendinden kaçış yolu” olarak izlemeleri ve bunu farkına varmamalarıydı.

Düşününce mantıksız gibi geliyor. Kendi ile yüzleşmeye niyeti olmayan kişi, neden bunca kendini tanıma yöntemi izlesin, öyle değil mi? Cevap veriyorum: öyle değil. Herkesin psikologluğa, herkesin doktorluğa, şifacılığa ve benzer mesleklere fütürsuzca soyunduğu bu günlerde, herşeyi çok basitmiş gibi algılamaya ve insan doğasının o kompleks, o eşssiz varlığını hafife almaya çok alıştık. Böbreğin mi ağrıyor, aaa baba figürü ile sorunun var diyip, hani o reklamdaki gibi etiketliyoruz karşımızdakini. İnsana problem gibi bakınca, insan da çözülüp bir sonraki sayfaya geçilmesi gereken bir meta haline geliyor. Maddecilikten uzaklaşalım derken, bizzat insanı maddeleştirmek çok karanlık bir davranış olsa gerek.

Oysa insan çok daha derin, çok daha karmaşık…Ve ruhsallıktan kaçmak için yine ruhsallığı önüne set çekecek kadar şaşırtıcı, akıllı, anlaşılmaz ve sofistike. İnsanla ilgili bir mekanizmayı çözersiniz ve çözdüğünüzün onlarca katı başka mekanizmaların varlığını tespit edersiniz.Bu mucizedir. Sonu olmayan bir döngüdür.

Kendinden kaçmak için ruhsallık maskesini kullananlar bütün bu çalışmaların “leziz” ve “keyifli” kısmına kendilerini bırakırlar. Örneğin, meditasyonda “kalbinden pembe ışıklar çıkarmayı” hayal etmek kolaydır. Sevmediğiniz bir kişiyi düşünün denildiğinde, “hani iki yıl önce sevgilisini elinden alan o şıllığı” veya “görümceyi” imgelemek için fazla bir çabaya ihtiyaç duyulmaz. Grup çalışmasında “yanındakine sevgiyle sarılmak” kolaydır. Hele de yanındaki salona girdiğin anda dikkatini çeken “o yakışıklı” ise. Ve tabi ki “hiçbişey tesadüf değildir.”Acaba o senin “ruh eşin” olabilir mi? Zaten geçen gün en sevdiğin diziyi seyrederken okuduğun “kanal mesajları”veren varlığın kitabında da öyle diyordur. “Titreşimleriniz uymuştur.Kısa sure önce “kalp çakranı açtırmak”la ne de iyi yapmışsındır…. Bu böyle gider.

Ve aradan 2 sene geçer. Artık belli bir spiritüel sosyal çevreye sahipsindir. Toplantılar, buluşmalar, çay kahve eşliğindeki ruhsal sohbetlerin müdavimi olunmuş, her yaz gidilen dağ/tepe kampları, tatil alternafi olmaktan çıkmış ve rutin aktivite haline gelmiştir.

Bütün bu düzenek içinde, bir noktada kendisini çalışmaların içeriğine, daha doğrusu gerçekliğine bırakanlara selam olsun. Bir an bile olsa kendi yüzüne cesaret, sevgi ve şefkatle bakabilenlere de kucak dolusu sevgiler diyeyim. Ama inanıyorum ki, ortalıkta gerçek anlamda kendiyle karşılaşmamış, spritüalizmin bir ya da bir çok kolunu bir kendinden kaçış, yaşamın zorluklarından uzaklaşma olarak kullanan birçok kişi var. Üstelik bu, bütün dünyada böyle.

Günlük yaşamın zorluklarından, geçim sıkıntısından, stresten, kimlik bunalımından, sosyal statü baskısından kaçıp, en yakın ruhsal yönteme sığınmanın kötü bir tarafı yok. Buna bir eleştirim olamaz. Herkesin güdümlenme noktası farklıdır haliyle. Ancak, eğer kendimize tek yön bileti almışşsak ve yürümeye kararlıysak, bir süre sonra bu kaçış’ın farkında varmak gerekiyor.

Aksi halde, en hintli gibi giyinip en çok krediyi topladığın bir ruhsal sohbet buluşmasından “super pozitif” olarak çıktığında, köşebaşında “iki yıl önce sevgilini elinden alan o şıllık” ile veya “görümcen” ile karşılaşırsın. Kafandakinden biraz daha farklı gelebilirler sana. Çünkü sen kafanda sürekli taşıyorsundur onları, değişmeden, değiştirmeden, ilk günkü gibi. Oysa senin kafandaki ölü kadınların aksine, yaşayan ve değişen karakterlerdir onlar. Spiritüalizmi bir kaçış olarak kullanırsan, turnusol kağıdı testi misali bu testi yollar evren sana. Ve sen, o kadar yıldır bifiil yaptığın çalışmaların sonucunda, hala onlara olan öfkenin, içinde ilk günkü tazeliğiyle durduğunu hissedersin. O an ne olur?

Eğer spritüalizmi bir hayattan kaçış yöntemi olarak benimsediysen , “Hislerini takip et” diye sağa sola bol keseden verdiğin öğütler o an aklına gelmez. Ve “kendini bil” diye forum ya da email altlarına alıntıladığın kutsal sloganlar da nedense hiç mi hiç duyulmaz. Dolayısı ile “naapıyorum ben?” demezsin. “Bunca yıldır uğraşıyorum hala bu kadına öfkem bu kadar taze! nooluyor?” demezsin. Yine kaçışlardan birinde tenine değen bir sözle geçiştirirsin, hissetmeden: “Seni olduğun gibi seviyor ve kabul ediyorum”… Oysa tenine değenler kanına işlememiştir henüz. Ve gelişmemiş, geliştiremediğin ilkel duygusal bedeninde hiçbir yankı bulmayan bu kalıbın ne sana, ne de ruhuna faydası dokunur. Çünkü bulutlardan inmek ya da suyun dibinden yüzeye çıkmak istemiyorsundur. Çünkü bu bir kaçıştır. Ve her kaçış gibi korku dolu, tehlikeli ve yüzeyseldir.