Her şey, 29 Mayıs 2000 gecesi ev sahibimin aramasıyla başlamıştı: “Evi satmayı düşünüyorum, boşaltın lütfen” dedi telefonda bana. Donakalmıştım ve ardından gelecek olaylar dizisi, bana hayatımın belki de en zorlandığım günlerini yaşatırken, bir yandan da koca bir deneme içine girecektim. Bu denemenin sonucunda çok büyük bir armağan kazandığımı, ancak şimdi, geri dönüp baktığımda görebiliyorum. Konumuz, hepimizin hayatını toptan değiştirebilecek bir güç: Evrene güvenmek…
2000 yılının enerjisi kadar kasıcı ve zorlayıcı bir enerji hatırlamıyorum hayatımda. Daha başlar başlamaz, 1 Ocak gecesi, annemin intihar girişimiyle sarsılmıştım. Annemle babam ayrılmak üzereydi ve o benim yanıma, Ankara’ya gelmişti. Ağır bir bunalım geçiriyordu ve sonunda da denemişti, ama başaramadı çok şükür. Ben okuldan mezun olmuş ve üniversitede kalmak için çabalayan bir işsizdim. Sürekli okuldaydım ve parasız, kadrosuz çalışıyordum; ne öğrenci, ne de hoca olduğum için, ortalık malı gibiydim ve bu belirsizlik beni çok yıpratıyordu. Harika bir kız arkadaşım vardı, ama bu belirsizlikler ve sıkıntılar, onunla olan ilişkimizi çok olumsuz etkiliyordu. Sürekli kavga ediyorduk ve ilişkimiz gittikçe monotonlaşıyordu. Bir sene önce, evimin önünde silahla tehdit edildiğim için, artık evimde de huzursuzdum ve evin enerjisi resmen tıkanmıştı. Gitmek, ayrılmak istiyordum, ama korkuyordum: Evsiz kalmaktan, sokağa atılmaktan, sürünmekten ve acı çekmekten korkuyordum. Küçüklükten beri, çevreye uyumlu davranmazsam eğer, başıma bunların geleceğine dair ailemden aldığım telkinler meyvelerini veriyordu ve ben tir tir titreyerek, tıkanmış enerjilerle yaşıyordum. O kadar tıkanmıştım ki, artık bildiğim tüm ruhsal bilgileri sallamaz hale gelmiş, sürekli öfkelenen ve kendini sevmeyen, stresli biri olmuştum. Ayaklarım sanki boşluğu dövüyordu. Belirsizlik ortamından nefret ediyordum ve tam ben bunları yaşarken, senaryonun ikinci perdesi oynanmaya başlandı…
Ev sahibimin telefonu, benim büyük bir korkumu ortaya çıkartmıştı: Evsiz kalma korkusu. Sonuçta ben, ailesinden uzakta yaşayan biriydim ve hemen her şeyi de tek başıma hallediyordum, ama kiramı babam ödüyordu ve uygun kirayla bir yer bulamazsam, ya da ev arkadaşım olmazsa, evsiz kalırım diye korkuyordum. Ben o telefondan sonra, sanki hayatım sona ermiş gibi davranmaya başladım. Benim yaşamaya hakkım yoktu sanki ve tüm kaderim ev sahibimin iki dudağının arasındaydı. (Ne kadar komik ve saçma geliyor değil mi, ama işte korku böyle bir şeydir.) Ben panik olmuştum ve bu duyguları daha aylarca yaşayacaktım. “Ev Meselesi” diye bir mesele yaratmıştım ve onun ağırlığı altında eziliyordum. İşte bu dönemlerde, ilk defa kullanmaya başladım, “Evrene kesinlikle güvenmiyorum” lafını. Evet güvenmiyordum. Beni bu zor durumdan kurtarmıyordu; beni evsiz bırakacaktı ve ben nereye gideceğimi bilemiyordum. Ev arıyorduk, ama bir türlü uygun bir şey çıkmıyordu. Eski ev arkadaşım pek sallamıyordu ve o acayip rahattı. Ev sahibiyle kavga edip duruyordum, çünkü çıkmaya direniyordum. Adamın, aslında daha yüksek kira almak için bizi evden çıkartmak istediğini öğrenince, iyice dellenmiştim; eve bakmaya emlakçılar geliyordu ve benim kök çakram o kadar tıkanmıştı ki, paralize olmuştum resmen. Tam bu sırada, ikinci korkum çıktı karşıma. Bu kadar tantana arasında, ilişkim iyice yıpranmıştı ve bir pazar sabahı, kız arkadaşım telefon açtı ve ayrılmak istedi: Şok oldum resmen, inanamadım; ben ev yüzünden dağılmışken, birden o da çekildi yanımdan ve ortada kalakaldım. Çöktüm… Artık evrenden nefret ediyordum. İçsel sesimden bir hayır yoktu, resmen tüm kapılar kapanmış ve ben yapayalnız kalakalmıştım. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve ağlamaya başladım…
Hayatımda iki defa Tanrı’ya, “mucizeni göster” diye yalvardım. Birincisi, yine Ankara’daki evimle ilgiliydi: İki ev arkadaşım de haber vermeden evden ayrılmışlardı; kira vermeye bir hafta kala ve ben yine çökmüştüm. Babam, “Ben kalp hastası bir adamım uğraşamam, kendin çözmelisin” demişti ve bana iyice yük binmişti. Bir gece yarısı, umutsuz bir durumda, ağlayarak, Tanrı’ya, “mucizeni göster” bana diye yalvardım. Bunu istedikten bir gün sonra, bir ev arkadaşı buldum ve dört gün sonra da ikinci ev arkadaşımı. İşin ilginci, onları tanımıyordum bile, onlar gelip beni bulmuşlardı. İkinci yalvarışımı ise, üst paragrafta bahsettiğim ağlama krizinde yaşadım. “Bana mucizeni göster ve onu bana geri getir” diye öyle ağlamışım ki, annem en sonunda iki tane sinir hapı vermişti ve resmen doğal parkta iğneyle uyuşturulmuş gergedana dönmüştüm. (Ulan hap minnacıktı, ama iki gün kendime gelemedim.) Ben bu halde evime döndüm ve kendimi bıraktım. Aslında bu yıkılış hallerinde sevdiğim bir yön vardır: Çaresizlikten, kendinizi akışa bırakırsınız ve hiçbir şeyi kontrol altına almak için çabalamazsınız. Olaylar mucizevî şekilde çözülür. Eh, mucize istedik ya Tanrı’dan, bilin bakalım akşama kim aradı: Ertesi gün bana dönmüştü. Gerçi, döndükten sonraki bir aylık dönem içinde dört defa daha ayrılmıştık ve çok acı olmuştu bu dönem, ama sonunda tekrar birleşmiştik.
Neyse, evimi kaybettim, sevgilimi kaybettim ve sırada ne vardı tahmin edin. Ta ta ta taaaa… Ev arkadaşımın tayini Mersin’e çıktı. Duruuun, daha bitmedi: Ev sahibim, cep telefonumu her gün arayıp, tehdit ettirmeye başlamıştı beni. Ben artık, yaşayan ölü gibi geziyordum ve aklımda tek düşünce vardı: “Evren, sana asla güvenmiyorum ve sevmiyorum.”
Ama evren beni seviyordu ve beni hiç yalnız bırakmıyordu. Evet çok zorlanıyordum, ama bunda esas sorumlu olan benim direnişimdi. Ben, o evden ayrılmam gerektiğini, burasının bana zarar vereceğini zaten hissediyordum ve ayrılmak istiyordum; ayrıca evren, içsel hislerimde bile evden çıkmam konusunda uyarılar yollamıştı. Ben, bu mesajlara direniyordum. İlişkimden çok sıkılmıştım ve bir enerji birikimi boşalmasını istiyordum, ama cesaret edemiyordum kesinlikle ve direniyordum. Ev arkadaşım iyi bir çocuktu, ama onun da iş nedeniyle gideceğini hissetmeme ve onun iyi bir işi olmasını istememe rağmen, başkasını bulamam diye korkuyordum. Aslında, bunların hepsinin olmasını ben istemiştim, ama bunları kendimin istediğini reddediyordum; çünkü, hepsi beni belirsizliklere sürükleyecekti ve belirsizliklerden nefret ediyordum. Sonuçta tüm suç, aslında benim isteklerimi yerine getirmekten başka bir şey yapmayan o güce kalmıştı: Evren’e…
Bu sürecin devamında, çok sevgili arkadaşlarım Ahmet ve Barış beni evlerine davet ettiler (ki halen orada oturuyorum). Ben de onlara taşındım. Tabii ilk başta alışamamıştım ve kabullenememiştim, ama aradan aylar geçtikten sonra, bu eve taşındığıma şükrettim. Bir defa eski evimden kat kat iyiydi ve ben eski evimden daha güzelini bulamayacağıma, kendimi çok fazla inandırmıştım. Ayrıca Ahmet ile Barış harika ev arkadaşlarıydı. Sevgilim de geri dönmüştü. Üç aydır yaşadıklarım takır takır düzeldi mi birden ve ardından da okuldaki kadrom da çıktı mı!!! İnsan, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu tıkanıklıkların aniden çözüldüğünü görünce de şok oluyor. O dönemlerde de iyi ki bunları yaşamışım demeye başlamıştım, ama hala evrene güvensizliğim sürüyordu.
“Bana güven, ben hep senin yanındayım ve hep olacağım, olan her şeyde bir hayır vardır ve her şey olması gerektiği gibi oluyor.” Bu sözleri, birçok kaynakta defalarca okumuşuzdur ve çoğunlukla da kulak ardı etmişizdir. Çünkü, yetiştirilme tarzımız pozitiften çok, negatifi alma yönündedir: “Başınıza felaketler gelecek, uzaylılar inip ananızı yiyecek…” tarzında mesajlarla karşılaşıp, tüm hayatımızı paralarken, bize sevgi, güven, umut verenleri es geçmeye programlanmışız maalesef. Aslında bunun tek nedeni, o kelimelerdeki tınıyı duymamıza engel olan kulağımızın içindeki pislikler. Eh, o pislikler temizlenirken bile, sonuçta kulağınıza bir şeyler “giriyor”; ruhunuz temizlenirken de böyle bir şeylerin hayatınıza “girip”, canınızı az buçuk acıtması doğal sanırım. (Ruhsal bilgiler tarihinde böyle bir anlatım tarzı yoktur herhalde.) 🙂
Evrene henüz tam güvenmiyordum ve kalan pisliklerin temizlenmesi için, son bir round daha gerekiyordu. Bunu da geçtiğimiz sene yaşadım. Yine hemen hemen aynı senaryo, daha hafifletilmiş bir şekilde karşıma çıkmıştı. Ev arkadaşım Barış evlenecekti ve bu, benim ev arkadaşsız kalmam demekti. Bir de Barış, gerçekten çok iyi biriydi. Ben yine paralize olmaya başlamıştım, ama geçen seferden tecrübeli olduğum için, daha dirençliydim. Ve ben bununla yaşamaya çalışırken, sevgilim beni ikinci kez, ama bu sefer toptan terk etti. Senaryo, iki sene önce yaşadığıma o kadar benziyordu ki, hatta içimden, “birbirinizi çok olgunlaştırdınız ve artık başka deneyimler için ayrılmanız gerekiyor” gibisinden mesajlar alıyordum ve daha önce de yaptığım gibi, bunları görmezden ve duymazdan geliyordum. Bir yandan, aslında ben de istiyordum ayrılığı, ama bunu kabullenemiyordum. Şimdi, geriye dönüp baktığımda, ayrılmamızla birbirimize ne büyük armağanlar verdiğimizi görüyorum. Aslında, birbirimize hep büyük armağanlar verdik. Beni kapımın önünde silahla tehdit eden adamın, bana sırf “hayatımın ne kadar değerli olduğunu hatırlatmak” için bunu yapan büyük bir ruh olduğunu; o kadar tartıştığım ve hala, bazı yaptıklarını kabullenemediğim eski ev sahibimin, bana bunları yaparak, aslında ne büyük iyilik ettiğini; eski sevgilimin beni terk etmekle, bana ne büyük bir gelişim şansı sunduğunu; hatta, 2002 yazında beni sıkıntıya sokan sert enerjinin, bana, korkularımdan arınmak için ne büyük yardımda bulunduğunu; patronluktan anlamayan eski patronumun, iş hayatında da sonuna kadar evrene güvenebileceğimin dersini almam için bana fırsat yarattığını; “sonradan” da olsa anladım. Zaten, öldüğüm vakit eminim ki, bu insanların hepsine kocaman kocaman sarılıp teşekkürler edeceğim ve daha bilmediğim birçoğuna da…
Konuyu dağıtmadan devam edeyim: Barış gidecekti ve sevgilim de artık başkasıyla birlikteydi ve ben yine kırgındım. Ama bu sefer, öncekilerden farklı olarak, yanımda çok büyük bir gücü hissediyordum: Evren’i. (Aslında bu güce Tanrı, Allah, Yaratıcı, Üst benlik vs. de diyebilirsiniz, ama bunları kullanmak kafaları karıştırıyor, o yüzden ‘Evren’ kelimesini seçiyorum. Kapsayıcı, kabul edilebilir ve az karıştırıcı.) Bir gece (rüyamda) gözlerimi açtığımda, kendimi Tanrı’nın kucağında buldum; başımı okşuyordu. Muhteşem bir ışığın içindeydim ve tüm kırgınlığımla, çırılçıplak önündeydim: “Merak etme sevgili Hasan, istediğin her şey, tahmin ettiğinden daha mükemmel hallolacak, bana güven” dedi. O kadar canlı ve muhteşem bir vizyondu ki, kendimi ona bırakmıştım. Aradan aylar geçti; birçok ‘özel’ insan hayatıma girip çıkıyordu ve ben, evrene daha fazla güvenmeye başlamıştım artık. Ama hala ev arkadaşı olayım net değildi ve işin açıkçası, Barış’tan sonra, anlaşabileceğim birilerini bulamamaktan korkuyordum. Bir ara şunu diledim: Gelecek olan, n’olur benim gibi bilgisayar düşkünü olsun da, eve network kurup oyun oynayalım. Eh, bir süre sonra, aniden (?) Akın’la tanıştım ve şunu söyleyeyim size, ev arkadaşımın benden daha fazla oyun cd’si var ve bol bol da oynuyoruz; ayrıca, çok çok iyi bir çocuk. Barış’ı uğurlarken zor olmuştu, ama evren, söz verdiği gibi, olayları düşündüğümden daha mükemmel çözüyordu.
Sevgilimden ayrıldıktan sonra, uzun süre kırgın ve yalnız gezmiştim ve bu karışık dönemimde, bazılarının kalbini, istemeden de olsa kırmıştım maalesef. Aslında evren yine bana, “Oolum bak, biraz kendinle kal, kendini bırak, illa birileri olsun diye uğraşma” mesajları veriyordu, ama ben, yalnız kalma korkusuyla hareket ediyordum. Eh, uzun süredir de kimseler yok hayatımda ve yeni ve çok güzel bir aşk bekliyordu beni, emindim.
Artık ruhsal dünyamda, iş hayatımda, günlük yaşantımda, kısacası hayatımın her anında, artık benimle olan bir cümleyi tekrarlıyorum sürekli: “Evren, sana sonuna kadar güveniyorum ve her şeyi sana bırakıyorum, hayırlısı neyse o olsun.”