Farkındalığımız, görünen gerçeklikle aşkın gerçeklik arasında anlık geçişler yapar. Bu gerçeklik algılarının herbirinin kendine göre bir doğruluk payı vardır. Görünen gerçeklik boyutundan ele aldığımızda hastalık bir kötü kader, ölüm ise nihayettir. Aşkın gerçeklik perspektifinden baktığımızda ise, hastalık (ya da yaşamımızı sekteye uğratan herhangi bir terslik) yaşamın tamamiyle doğal bir parçasıdır ve ölüm sadece bir yanılsamadır. Zira saf farkındalıktan ibaret olan aşkın benliğimiz asla doğmaz ve asla ölmez.

Görünen gerçeklik bizi dikkatimizi gündelik olanın üzerinde tutmaya zorlar -eğitim döneminin güçlükleri, yaşamımız için gerekli olan parayı kazanma zorunluluğu, insan ilişkileri, aile, sağlık-. Oysa görünen gerçeklik denilen şey, saf ve gizemli ”Varoluş Alanını”na bizim yüklediğimiz hikayeler ve anlamlardan türeyen, bir takım deneyim, birikim, kimlik ve ikilemlerin meydana getirdiği akıllara ziyan bir karışımdır. Kayıp ve kazanç, arzu ve doyum gibi temalarla süslenmiş bu dramlar, bize herşeyden daha gerçek ve önemli görünür. Görünürdeki yaşam, doyum arayışı üzerine kuruludur ve mutluluğumuz, arzu, umut ve beklentilerimiz doğrultusunda gündemimize giren olaylara bağımlıdır. Görünen gerçekliğe dair kontratlarımız zihnimizi ele geçirdiğinde, gayet elle tutulur ve birbirini tamamiyle destekler görünen bir olaylar dizisine kendimizi kaptırır ve bu sahnede elimizden gelen en iyi oyunu çıkartmaya çalışırız. Gerçek olduğunu düşündüğümüz şeylere karşı geliştirdiğimiz bu tutku ve bağımlılık ve ardından gelen kayıpların neden olduğu yoksunluk duygusu ve gerilim bizi dillendirilemeyen bir umutsuzluğa doğru kaçınılmaz olarak iter.

Sonra kişisel gelişim yolumuzun akışı içinde birgün aniden iki konuyu gözden kaçırdığımızı farkederiz; Bir, neredeyse sürekli olarak görünen gerçekliğe göre yaşadığımızı ve ona inandığımızı. İki, acı çektiğimizi. Eğer çektiğimiz acı, süreğen bir hastalık, yara veya onarılamaz bir kişisel bir kayıp haline dönüşmemişse yine görünen gerçeklik içinden bir çözüm buluruz. Eğer parasızlıktan yakınıyorsak, daha fazla kazanmanın bir yolunu bulmak sıkıntıyı ortadan kaldırır. Eğer hastalıklarla boğuşuyorsak, sağlığımızı geri kazanmak keyfimizi de yerine getirir. Benzer sorunlar ve geçici çözümler, görünen gerçeklik boyutunda sürgit devam eder.

Bilinen sorunlara geleneksel çözümler üretme döngüsünden çıkmak ise, ancak ve ancak bildiğimiz zannettiğimiz herşeyi riske atmaya, gerçekliğe ait üzerinde anlaşılmış ancak işe yaramayan tanımları bir kenara koymaya, bu tanımlarla açıklanabilenlerin ötesindeki dünyaya girmeye hazır olduğumuzda, mümkündür. İhtiyacımız olan şey, içinde bulunduğumuz durumların, aynı zamanda sebebi olduğumuz ve tam merkezinde durduğumuz gerçeğini kabul etmektir. Bu bir dönüm noktasıdır. O noktadan itibaren artık kişisel gelişimimizden değil kişisel dönüşümümüzden söz etmeye başlarız. Kaderde bir sıçrama yapıp, bizi uyandıracak bir Yol Gösterici, bir Yol, bir Dönüşüm Aracı’nın arayışı içine gireriz. Seminerle gider, kitaplar okur, yeni deneyimlere katılır ve birçok rehberlikten yardım alırız.

 

Ruhsal geleneklerin hepsi, normalde içinde bulunduğumuz farkındalık halinin ötesindeki bir aşkın gerçeklikten söz ederler. Aşkın gerçeklik, gündelik hikayelerimizin, gerçeklik varsayımlarımızın, toplumsal yargıların ötesindedir. Aşkın gerçekliğin bileşenleri, formüllerle, vizyonlarla, mistik deneyimlerle çözümlenemez. Sadece yaşama bakış perspektifimizde oluşan basit ancak kökten bir sıçrama ile buraya ulaşılır. Bu sıçramayı yaptığımızda, algılarımız karmaşık olmaktan çıkıp OLANIN BASİTLİĞİNE kavuşur.

Büyük ruhsal gelenekler bundan bahseder, bunu önerir, bunu hatırlatır ve bunu yüceltirler. Kimi gelenekler bu algı perspektifine ulaşmak için, meditasyon, oruç, nefes egzersizleri, vücut egzersizleri, konsantrasyon yöntemleri, içe dönüş egzersizleri ve kendini hizmete adamak gibi değişik pratikler önerir, Sufiler ise, ”Hayatın içinde yaşayın ama ona kapılmayın.” Derken, görünen gerçekliğin içinde yaşamayı ancak ona daha geniş ve aşkın bir perspektiften bakabilmeyi kastederler.

Benim yaklaşımım, mutluluk için batı kültürünün sunduğu maddi başarı reçetelerini yoksaymaz. Doğu geleneklerinin içe dönmek ve tüm cevapları içeride aramak olarak tanımladıkları dünyevi olandan uzaklaşma yöntemlerine de tutunmaz. Benim yapmaya çalıştığım, doğuyu ve batıyı, dişil ve eril prensipleri, eti ve ruhu, mantık ve imanı, beynin sol ve sağ kürelerini, görünen ve aşkın gerçekliği BİR etmektir.

Özgürlük tam BURADA’dır, ŞİMDİ’dedir, burnumuzun tam dibinde durur, bize nefesimiz kadar yakındır, kalbimizin atışı kadar bizdendir. Uyanış, görünen dünyadan vazgeçmeyi gerektirmez. İki dünya arasında bir köprü kurup, dualiteyi kaldırabilir, başımızı bulutlarda, ayağımızı ise yerde tutabiliriz. Tıpkı bir Arap atasözünde olduğu gibi ”Allah’a güven ama deveni sağlam kazığa bağla”

Biz zaten mükemmel ve özgürüz. Bizi tamamlamak ve bütünlemek için yapılması gereken hiçbirşey yok. Çünki biz zaten EVDEYİZ. Çünki zaten ayrılık diye birşey yok. Diğerleri diye birşey mevcut değil. Bizden öte, bizden gayrı bir dünya, bir zaman, bir TANRI yok. Herşey bizim kalbimizde.

Bu mükemmel basitliği kavradığımızda, biz daha meşhur, daha başarılı, daha zengin, daha dikkat çekici ve hatta daha kutsal bile olmayacağız. Bu gerçeği farketmek bizi çocuklarımız yetiştirmek, işe gitmek ve hayatın iniş çıkışlarını yaşamak gibi sorumluluklardan da kurtarmayacak. Sadece bize barış getirecek. Sadece bize mutluluk verecek. Bizi özgür kılacak. Şair Masahide’nin yazdığı gibi; ”Evim yanıp kül olduğu içindir ki, ben artık doğan ayı daha iyi seyredebiliyorum..”

 

Geleneksel düşünce sisteminden böylesi bir sapma, bunu tatmamış olanlara sonu belirsiz ve hatta tehlikeli görünebilir. Bu tıpkı okula gitmek için yatağından kalkması gereken bir çocuğun alarm zilini susturup, yastığı kafasına çekmesi ve ”Lütfeeen bırakın azcık daha uyuyayıımm” demesi gibi birşeydir. Gerçekliğe uyanmak için yola koyulur ama başarıyı rüyalarda ararız. Bu da pekala tercih edilebilir. Gerçeğin sabrı sonsuzdur.

Bizim ihtiyacımız olan şifa değildir. İhtiyacımız olan sandığımız gibi hasta olmadığımız, hastalığın bizim inandığımız için yaşadığımız bir senaryo olduğunu farketmektir. Aşkın perspektif, görüntüdeki meydan okumalar ne olursa olsun, yaşamlarımızın kutsal düzen ve mükemmelik doğrultusunda geliştiğini açığa çıkartır. Her zaman keyif verici ve hoş değil, ama daima mükemmel ve daima yüksek hayrımız için ve ruhumuzun gelişimi için gerekli olan yönde.

İki dünya arasında bir köprü vardır. Bu tam önümüzde, etrafımızda ve içimizdedir. Onu geçmek ve dünyanın aşkın mükemmelliğini görmek için sadece istememiz ve gerçek doğamıza güvenmemiz gereklidir. Gözlerimizi bu gerçeğe açtığımızda, işte tam o anda, bizi özgür bırakan bilgiyi içimizde buluruz.

Yazımı bitirirken sizlere ”Ruhun Kanunları” kitabımdan bir bölüm aktarmak istiyorum. Dişi bilge birlikte yaşadığımız deneyimlerden sonra bana veda ederken şunları söyler;
”Bunlar benim yaşamının geri kalan her günü için sana olan dilek ve dualarımdır. Dilerimki, yaşama teslim olduğunca inayeti bulasın. Aramayı bıraktığın gibi, mutluluğu bulasın. Yaşamın kurallarına güvendiğince, evrenin bilgeliğine sahip olasın. Doğanın yüreği ile buluşasın ve Ruh’un kutsamasını içinde duyasın.”

“Gündelik yaşamın meydan okumaları devam edecektir ve sen de bu sürgitin içinde sana öğretileni unutmaya meyledeceksin. Ancak taa derininde bir yer hep hatırlayacak. Ve hatırladığında, yaşamın dertleri sana bir sabun köpüğünden daha gerçek gelmeyecek. Karmaşanın çalıları daha önünde büyüyemeden, yol senin önünde belirecek. Senin ve tüm insanlığın geleceği, ışığa giden bir yoldur. Birliğin farkedilmesi, yaradan ve yaratılanlarla bir olmanın anlaşılmasına giden bir yol. Ve bunun ardında yatan anlatılabileceklerin ötesindedir.”

“Gökler hiç olmadığı kadar karardığında bile, bil ki güneş parlamaktadır ve sevgi seni kuşatmaktadır ve saf Işık daima eve giden yolu sana gösterecektir. Önüne serilen yaşam yoluna inan ve bil ki, yolculuğun iniş ve çıkışları arasında senin ruhun, Yüce Ruh’un kolları arasında güvendedir.