İsa, Tanrı’yı bulduktan sonra ilk vaazını vermeden hemen önce günah ve günahkarlık kavramları ile karşılaştı. İnfaz yerinde, fahişelik yaptığı gerekçesiyle öldürülecek Magdalalı Meryem’i (Maria Magdalena) gördüğünde kalbindeki şefkat onunla infazcıların arasına girmesine neden oldu. İsa, kendi sözleri ile, “Ateş olsa yakar, balta olsa keserdi ama o bir kalpti ve yalnızca sevebilirdi”. Dolayısıyla da Meryem’in kendine sığınmasına izin verdi. Bu arada, civarda toplanan ve infaz bekleyen halk bu duruma itiraz edip, “Madem ki beklenen Kurtarıcısın, o halde kendinden önce gelen Musa’nın kanunları gereği bu kadına ilk taşı sen atmalısın,” dediler. İsa, belli ki böyle düşünmüyordu. Nitekim daha sonraki bir vaazında belirttiği üzere, “Kendi gözündeki çapağı görmeyip arkadaşının gözündeki tozu temizlemeye kalkışanlara” inanmıyordu. Bunun, “Körün köre kılavuzluk etmesi” olduğunu söylüyordu. İsa, halka baktı ve “İçinizde günahı olmayan atsın ilk taşı,” dedi. 

Taşı kimse atamadı.

Bu hikayedeki en önemli konulardan bir tanesi İsa’nın “günahkar olmayan” terimini kullanmak yerine “günahı olmayan” terimini kullanmasıdır. Yani İsa için “günahkarlık” değil, “günah” vardı. Nitekim, çarmıha gerildiğinde, başını göğü kaldırıp Tanrı’ya, kendine eziyet edenleri affetmesi için yalvarırken bu düşüncesini hayata geçiriyordu: “Ne olur onları affet. Ne yaptıklarını bilmiyorlar!”

Günahkarlık ve günah arasında, o kadar önemli, o kadar derin bir ayrım vardır ki, bu ayrım kurtuluş ile ıstırap arasındaki farkı belirler. İnsan zihni bir tür önceden tanımlanmış (default) kurgu ile sürekli olarak geçmişe ve geleceğe bakar. Geçmiş ve geleceği ise daima kendisi ile ilişkili olarak görür. Zihin genel olarak kendinden memnun olmama eğiliminde olduğu için kendini sıfatlarla tanımlar: günahkar, yetersiz, bahtsız, çaresiz vs… Kendine bu sıfatları yakıştırdığı ve kendinden memnun olmadığı için de geçmişe baktığında pişmanlık, geleceğe baktığında ise endişe bulur. Pişmanlığı günahkar olmasından, endişesi ise bunun kefaretini ödeyecek olmasından kaynaklanmaktadır. Elbette bunları bu terimlerle değil başka şekillerde algılarız. 

Oysa gerçekte tüm sıfatlar nesneldir, yalnızca isim özneldir. Yani, iyi olmak, kötü olmak, başarılı olmak, başarısız olmak gibi sıfatların tamamı nötr, yansız terimlerdir. Benim için kullanıldığı gibi sizin için de kullanılabilirler. Benden sökülüp size yapıştırılsalar sakil durmazlar. Size ya da bana ait değildirler. Benden ya da sizden doğmazlar. Bu sebeple de sıfatlar bize özgü değildirler ve sıfatlarda bizi tanımlayan, bizden olan orijinal “bir şey” yoktur. Sıfatlar eylem biçimleri ile ilişkili ve yalnızca belli koşullar bir araya geldiğinde geçerli, “geçici” durumlardır. Bu sebeple de:

Suçlu insan yoktur; suç işlemiş insan vardır.

Hatalı insan yoktur; hatalı davranışta bulunmuş bir insan vardır.

Kötü insan yoktur; kötü eylemde bulunmuş bir insan vardır.

İyi insan yoktur; iyi işler yapmış insan vardır.

Yakın zamanlarda Avusturalya’da azılı suçluların bulunduğu hapishanelerde yapılan bir çalışma göstermiştir ki, eğer hapishanede ıslah edilen kişilere “Suçlu olmadıkları, yalnızca suç işlemiş normal insanlar oldukları” anlatılabilirse, cezalarını çekip hapishaneden çıktıklarında bir daha suç işlememe eğiliminde oluyorlar. Suçlu olduğunu düşünen mahkumların, tahliye edildikten sonra % 70-80 kadarı yeniden suç işlerken; bir zamanlar suç işlemiş normal birer insan olduklarını ve suçlu olarak tanımlanamayacaklarını anlayan eski mahkumlardan ise yalnızca % 10 ila 15’i yeniden suç işlemektedirler. 

Değişim, kendimize şefkat duyarak başlayacak. Kendimizi geçmişimiz ile tanımlamayı bırakmalı, ilk olarak kendimize şefkat duymalıyız. Kendi kendimizi taşlamayı bırakmadan gerçekleri görebilmek, sevdiklerimize ve tüm varlıklara şefkat duyabilmek mümkün olmayacaktır. 

Geçmiş, gerçekte var olmayan ancak her saniye sırtımızda taşıdığımız, gittiğimiz her yere yanımızda götürdüğümüz bir yükten başka bir şey değildir. Zaman zaman geçmiş denilen çöp torbasını açar ve içindeki kokuşmuş şeylere bakıp bunların görüntüsü ile midemizi bulandırırız. Oysa buna mecbur değiliz. Çöplerimizi her gittiğimiz yere yanımızda taşımamız gerekmez.  Onları ait oldukları yere, doğaya karışıp yok olmaları için bir kenara bırakabiliriz. Onları bırakmak size bir zarar vermeyecektir. Onları bıraktığınız için gidip yanlış bir şeyler yapmayacaksınız. Hatta onları yanınızda taşıyıp durduğunuzda yanlış bir şey yapma ihtimaliniz daha bile fazladır. Ne de olsa kendinizi çöp torbanızdaki çöplerle tanımlayan bir çöpçüsünüzdür ve gittiğiniz yeri kokutmanız son derece doğaldır. Geçmiş yalnızca siz onu zihinsel ve bedensel bir tür çöp torbasının içinde gittiğiniz her yerde yanınızda taşırsanız bir yüktür ve kötü kokusuyla hem sizi hem de sevdiklerinizi rahatsız eder. Niçin kötü kokar? Çünkü geçmişte onları besleyen şeyler artık var olmadığı için çürümüş ve kokuşmaya başlamıştırlar da ondan. Bu sebeple artık çöp torbanızı bırakın. 

Kendiniz için çöp torbasına tıkıştırıp durduğunuz tüm taraflı anılarınızı, tüm taraflı sıfatlarınızı, iyi de kötü de olsalar, bırakın. Kendi kendinizi taşlamayın. 

Kazancakis, “Günaha Son Çağrı” adlı romanında, bir düğüne yanında Meryem ile giden İsa’ya, yanında böyle bir kadınla düğüne gelemeyeceğini, bunun Yasa’ya aykırı olduğunu söyleyenlerin yüzüne karşı şu sözleri söyletir: “Yasa benim kalbime aykırı!”

Siz de aynı şeyi haykırın: “Geçmiş benim kalbime aykırı! Geçmiş eylemlerim benim kalbime aykırı! Geçmişten gelen bu tanımlar, bu anılar, bu zorunluluklar, olmak zorunda olduğumu sandığım bu karakter, oynamak zorunda olduğumu sandığım bu davranışlar, bu huylar, bu alışkanlıklar, bu günahlar, bu pişmanlıklar, değişmez bir gelecek yarattığına inandığım geçmişim, endişelenmeme sebep olduğunu sandığım geleceğim…. Hepiniz, hepiniz benim yüreğime aykırısınız! Artık size ihtiyaç duymuyorum. Artık sizin yanımda taşımak istemiyorum. Artık bulunduğum zamanı ve mekanı kokuşturmanızı istemiyorum. Bu sebeple sizi bırakıyorum!”  

Eğer siz kendinize ilk taşı atmazsanız, kimse sizi taşlamayacaktır.