Sadece acı çekerken veya sıkıntılı ya da gerilimli iken, hiç değişmeyen bir görev gibi ve hep bir şeylerin beklentisiyle yalvarıp yakarmanın ve bir bakıma yaranma çabasının adı ‘ibadet’tir. Varoluşa şükranlarımızı sunma ise ‘dua’dır.

Sözcük ve terimler konusunda en güvenilir kaynak olması gerekirken, sürekli kavram kargaşaları yaratarak zihinleri bulandıran, dilimizi anlaşılmaz hâle getiren TDK Türkçe Sözlük, bu konuda da her zaman olduğu gibi yanlış aktarımlarına devam etmiş görünüyor. Şöyle ki; ‘ibadet’ sözcüğü için; “1. Tanrı buyruklarını yerine getirme, Tanrı’ya yönelen saygı davranışı, tapınma. 2. Ayin, kült.” açıklamasını yapmış. Ama ‘dua’ sözcüğü için, yine her zamanki özensizliği ile, neredeyse aynı açıklamayı vermiş. O da; “1. Yakarış. 2. Tanrı’ya yalvarma, yakarış için söylenen dinî metin.”

Dilerseniz önce dilbilimsel (grammatic) ve anlambilimsel (semantics) bakımlardan itirazlarımızı sıralayalım. Aksi halde yanlış anlamalara neden olan kargaşayı biz de sürdürmüş oluruz.

  1. Bir defa dua, ‘yakarış’ değildir.
  2. Semavî ama zamanla şekilselleştirilmiş   dinlerdeki     gibi

‘kişileştirilmiş’ bir tanrısı veya tanrıları olmayan din ve inançların mensupları diğerlerinin anladığı biçimde ibadet etmezler, ama dua ederler; edebilirler.

  1. Şamanik dinlerin, pagan veya doğa dinlerinin mensupları da dua

ederler, edebilirler. Ancak o tür dinlerde de bilinen ve TDK Türkçe Sözlük’ün tanımladığı anlamda ibadet yoktur.

  1. Hiçbir biçimde tanrı kavramına sahip olmayan din ve inançların

mensupları da dua ederler, edebilirler.

  1. Dua için ortada mutlaka belirli bir metnin olması da gerekmez.

Kısacası dua, tanrıya, tanrısal bir güce veya kişileştirilmiş bir yaratıcıya inanma şartı olmaksızın da yapılabilen bir şeydir. Oysaki ibadet için mutlaka ‘kişileştirilmiş’ ve ‘muhatap alınabilir’ bir ‘tanrı figürü’nün olması gerekir. Ondan bir şeyler talep edileceği için var olmalı ve ancak ‘ona’ ibadet edilmelidir. Veya nedensel olarak tersi de doğrudur; sürekli bir şeyler talep edilip hiç durmaksızın kulluk gösterisinde bulunulduğu için böyle bir kavramsallık kabul edilerek iman edilmiş ve ona zihinlerde seçkin bir yer ayrılmıştır.

Özetlersek; ibadet ile karıştırılan ve ona benzetilip onunla birlikte yapılan ‘dinsel anlamdaki dualar’ çok çeşitli olabilmektedir. Yakarışlar; yardım dilemeler; affedilme ve bağışlanma talepleri; en üstün veya en kutsal olan doğaüstü güçten tamamen ritüelik olarak ve sürekli yinelenir biçimde, kendisi ile yakınları için bir şeyler yapılmasını (veya yapılmamasını) isteme; dilek gerçekleşmiş ise hoşnutluk göstererek teşekkür etme; gerektiğinde, dileğin ya da talebin yerine gelmesi durumunda kurban ya da adak adama veya bağış yapma sözü verme… Bütün bunlar sürekli olarak ibadet ile karıştırılan sözde-dualardır ve daima içinde sanal bir ‘karşılıklı ilişki’ kurgusu barındırırlar. Tanrı tarafından gözetilip korunduğuna inanmak hem rahatlatıcıdır hem de ‘diğerlerine rağmen’ kendi kendini yüceltmektir. İnananlar için bundan büyük teselli yoktur. Dilekleri olursa tanrıya şükredilip yüceltilir; olmazsa zaten yapacak bir şey yoktur; ‘kader’ ya da ‘takdîr-i ilâhî’ denilip geçilir.

İbadet ‘kendimiz’ içindir; bilemediğimiz, bir anlamda sanal ve kişileştirilmiş bir güce yapılır; özünde kayırılma veya ayrıcalık bekleme amacıyla ona, kendimizin ve buyruklarını izlemekte olduğumuzun hatırlatılmasıdır. Yani hep şunlar söylenir: “Ben buradayım, senin kulunum, seni seviyorum, senden (ebedî cennetin dahil) ‘şunları ve şunları’ diliyorum; lütfen sen de beni gözet ve yakarmalarımın karşılığını gönder”. Bu durum sevgiden çok korkunun öne çıktığı ya da daha baskın olduğu bir ruh hâlinin yansımasıdır. Tamamen bu değil midir; ya da bundan başka bir şey olduğunu söyleyebilir misiniz? Kaldı ki dinsellere göre bu da yetmez. Onlara göre ‘en doğru inanç’ gibi, ‘en doğru ibadet’ de kendi yaptıklarıdır. Diğerlerinin tümü de eksiktir veya yanlış, hattâ günahtır. Tanrı sadece ‘onun yaptığı’ ibadeti ‘makbul sayacak’tır. Çünkü kendininki bütün diğer dinlerin, inançların, mezheplerin, tarikatlerin, kollarınkinden çok daha üstünü ve en doğrusudur.

‘Dua’ ve ‘şükür’ ise tüm Varoluş içindir ve içinde kendimizin de olduğu ‘Bütün’e ve ‘Birliğe’ yönelik bir şükran ve minnetin ifadesidir. Gerçek dualardaki hâkim unsur ‘evrensel şefkat’ ve ‘katışıksız sevgi’dir. O nedenle içsel barış, manevî gücün zeminini oluşturur; onun sağlayacağı huzur da tekâmülün yolunu açar. Sevgisiz, şefkatsiz, huzursuz, kargaşa veya beklenti içerisindeki zihnin şefkatli olabilmesi mümkün değildir; çünkü gerilim içindedir ve ister istemez az veya çok ‘çatışmacı’dır. Sevecenliğini yitirmiştir, empati kuramaz. O zaman da kısmen ‘bencil’ olması kaçınılmazdır. Kaldı ki böylesi zihinlerde, yapısal sorunlar nedeniyle içsel güç boşa harcanır, özgüven büyük ölçüde yitirilmiş durumdadır. Bu tür zihinlerin bir başka karakteristiği, değişim ve gelişime direnç göstermeleridir. Oysa ki gelişime direnenin yakınmaya hakkı olmamalıdır. Çünkü dünya ile ilgili algılarımız öncelikle zihinlerde değişir ve yine o sayede ve önce orada geliştirilebilir.

Bütün ibadetler az ya da çok riyâ içerir; çünkü onlarda beklenti vardır, ‘karşılıklılık’ esastır ve hiçbir şey bilinmeden yapılır. Karşılık gözetmeyen gerçek dualarsa samimidir. Dua, bir aşk hâlini algılama ve Varoluş’a yanıt olmalıdır. Bu tıpkı sevginin koşulunun ‘koşulsuzluk’ olması gibidir. Koşulsuzluk, öncelikle benliğin aşılmış olmasına bağlıdır… Sonra da ‘sanal-kendi’ni (ego) unutmuş olmaya. Dikkat edilirse bunun da sufîlerle Tao/Zen geleneğinin ortak söylemlerinden birisi olduğu görülecektir. Üstelik katışıksız sevgi yaratıcıdır da… Ama ‘yaratıcılık’ sözcüğünden kimileri öylesine korkar ki. Böylesi bir sözcük kullanıldığında telaşlanır, tanrıya adeta ‘şirk koşulmuş’ olunduğunu varsayarlar. Çünkü öyle inandırılmışlardır. Oysaki doğa her an yeni şeyler yaratır, oluşturur; sanki ya da görünüşe göre yoktan vâreder gibidir. İnsanlar da gerçekte duyuları ve algılarının yardımıyla, zihinsel birikimlerinin edinilen yeni bilgilerle etkileşimiyle, bir takım çıkarımlamalara erişip daha önce bilinmeyen veya düşünülmemiş yepyeni fikirler ve oluşumlar ortaya çıkarmazlar mı? İnsan, doğanın, (adına her ne derseniz deyin) boşluğun, sonsuz varoluşun şuurlu bir bileşeni olduğuna göre onda da ‘yaratıcılık’tan, üstelik geliştirilebilir bir parça bulunmasından daha doğal ne olabilir? Yaratıcılık her şeyden önce bilinçli bir süreç’tir. İmgeleme ile başlar; doğayla, varoluşla doğru iletişim kurulabilirse, süreç doğru işler ve sonunda olumlu düşüncelere, planlamalara ve oluşumlara erişilebilir.

İçsel varlığımızdaki tanrısallıkla; sınırsız sevginin, şefkat ve merhametin o tek ve aslî kaynağının bizdeki yansımasıyla ne kadar doğru ve olumlu ilişki kurabilirsek her defasında daha üst zihinsel boyuta erişebiliriz. Kimileri buna ‘yüksek benlik’ diyebilir, daha üst ‘biliş düzeyi’ diyebilir, hattâ daha üst boyutlara ‘erişme’ de diyebilir. Biz, böylesi ‘hâl’ler için ‘farkındalıktaki artış’ söylemini yeğliyoruz. Nedeni, bu durumlara ancak süreklilik sağlanabildiğinde ‘tekâmül’ denilebilmesidir. ‘Anlık erişim’ler de kuşkusuz iyidir, ama sürekli ya da daha kalıcı olamadıklarında, her an ‘ulaşılabilir’ hâle getirilmediklerinde sadece gelip geçici algı durumundan farkı kalmaz; çünkü henüz yeterince özdeşleşilememiş, bütünleşilememiş ve ‘bir olunamamış’tır. Oysa ki o bir ‘aşk hâli’dir. Yüksek benliğin, tesadüfen değil, bilinçli farkındalığıdır. Farkındalık bilinçli olduğunda, deneyimimiz kalıcılık kazanabilir ve ancak kalıcılık ya da süreklilik arzettiğinde ‘geliştirilebilirlik’ özelliğini de kazanmış olur. İşte ancak o zaman kişiliğimizin bir parçası olur ki gerçekte bu niteleme de eksiktir. Çünkü buradaki benlik anlamındaki kişilik değil; bütünleşmeye ya da birlik bilincine erişebilecek duruma gelmişliğin (‘sanal-kendi’nden vazgeçmişliğin) zihin hâlidir.

Bu aşamada artık yaşamımızın, alışılmışın dışında bambaşka bir anlama sahip olduğunun şuurlu farkındalığına erişmişizdir. İçimizde akıp duran enerjinin varlığını da, evrendeki ortak yaşam enerjisiyle nasıl buluşup ilişkili olduğunu da gözlemlemişizdir. Hattâ bir bakıma biz de artık kanal olmaya başlamışızdır. Yani önce ‘kanal’ oluşturulur, sonra ona dahil olunabilir. Bu süreçte zamanla değer yargılarımız, seçimlerimiz değişir; yaşama ve ölüme dair kaygılarımız yokolur, tutkularımızsa eriyip giderler. Sonunda ortada ne yargı kalır ne de seçimler…

Bu yoldaki en büyük yardımcınız meditasyondur. Meditasyon gevşeyip rahatlama ve yoğunlaşıp odaklanma ile başlar; imgeleme, onaylama, bağışlama uygulamalarıyla sürer; tüm düşüncelerden ve nihayetinde zihinden kurtulmanın sağladığı farkındalıkla devam edip gider… Sonrası…, sonrası herkesin kendine, seçtiği yönteme, uygulama biçimine ve sıklığına…ve bunların tümünün niteliğine ile uygunluğuna bağlıdır.

Öylesine kalıplaşmış, zihinselleşmiş ve adeta sıradanlaşarak törensel hâle gelmiş ibadetlerle ne kadar içli-dışlı olunursa, giderek önce kendimize, sonra görünür-görünmez ya da bilinir-bilinmez olan doğaya ve nihayetinde Varoluş’a o kadar yabancılaşırız. Zihinlerde hep bir belirsizlik ve bilinemeyene sözde-hürmet sürüp gider. Sıradan ibadet bağımlılık yapar, zaten dinadamlarınca istenen de öyle olmasıdır. İbadet etmek de onu ihmal etmek de, olası biçimsel yanlışlıklar ve noksanlıklar nedeniyle gerçekte sürekli bir tedirginlik nedenidir. Çünkü bir ‘borcun ifası’ gibi görülür. Hep bir telaşla, adeta bir görev gibi, önceden tasarlanarak, ritüeline uygun biçimde ve gizli kalmış arkaplan korkularıyla iç içe geçmiş olarak ‘icra edilir’. Üstelik bir ‘fârıza’dır, yani ‘boynunuzun borcu’dur; yapay ve sözde-inancın ‘olmazsa olmazı’dır, bir ‘mükellefiyet’tir.

Dua ise özgürlük verir, içebakış sağlar; o nedenle de huzur ve dinginlik nedenidir. Sıradan, aşırı biçimde kodlanmış ve programlanmış halde, inananlara bir anlamda görev gibi dayatılmış olan türdeki ibadet, hep o önceden belirlenmiş kurallara uygun sözler söyleme, bir takım sıralı eylemlere uyma ve onları ‘zamanlı olarak’ izleme zorunluluğu, ister kabul edelim isterse etmeyelim zihnimizi sürekli gerilim içinde tutar.Üstelik eğer yanlış yaparsak beklentilerimiz ‘karşılanmayabilir’ de. Sonuçta tedirginlik, endişe ve beklenti içindeki böylesine ‘gerilimli’ bir zihin hiçbir zaman ‘dinginleşemez’.

Peki, bu mantığa göre, yalvarıp yakardığımız ve o sırada kendisine yöneldiğimizi varsaydığımız Tanrı, bizleri hem de bizden daha iyi ‘bilmiyor’ olabilir mi? Eğer inanıyorsak, kim olduğumuzu, arzularımızı, özlemlerimizi, hattâ tüm göstermelik davranışlarımızın ardındaki gerçek kimliğimizi bilmiyor mudur? O vakit kendimizi durmaksızın hatırlatmamızın, bazı şeyleri sürekli tekrarlayıp, karşılığında da hep bir şeyler talep etmemizin anlamı ve yararı olabilir mi? Bazen hiçbir şey söylemeden ve tek söz etmeden de dua edilebilir; yani tıpkı meditasyon gibi. O nedenledir ki kimi ustalar, “Tanrıya ne söyleyebilirsiniz ki; o zaten sizin bütün söyleyeceklerinizi, söylemek istediklerinizi bilir” diyorlar. Yoksa acaba bir şeyleri kendi kendimize hatırlatma ihtiyacı mı duyuyoruz… Birlik bilincine erişirken ‘sözcükler aşılmalıdır’ derken de, ‘kendini bulmak, kendini unutmaktır’ derken de kastedilen bu değil midir? ‘Yapay-benliği’ni unutabilenlere ne mutlu… Kimileri de ‘imanını güçlendirmek için’ tanrıya yakarırlar ki, biraz ince düşünürsek bunun ‘iman ısmarlama’dan başka bir şey olmadığı fark edilecektir. Oysa ki hiçbir erdem zorla kazanılamadığı gibi, edinilmesi de başka bir yere veya makama bağlı değildir. Öyle kazanıldığı varsayılan erişimler ancak gelip geçici, ya da ‘anlık’ olabilirler…

Şimdi bir adım daha atalım ve sorgulayalım: Kimi eylem ve edimlerimizin günah olduğunu ve sonucunda cezalandırılacağımızı, buradaki yaşamımızı düzene koyan o yazılı tanrı buyruklarını ve kutsal kitaplardaki hükümleri kabul ediyor ve onlara ‘iman ediyor’ muyuz? O halde bütün bunları bile bile neden günah işlemeye devam ediyor, dinin kurallarına, tanrının buyruklarına karşı gelebiliyoruz? Demek ki ya ‘gerçekte inanmıyor’, ya da ‘umursamıyor’ veya işimize gelmediği zaman ‘ciddiye almıyoruz’… Hiç kendimizi aldatmayalım, yani dinsel esaslar, ritüeller ve kurallar gerçekte bir türlü yürekten inanmadığımız; çünkü gerçekliklerine de, neden o şekilde ve o sıklıkta uygulanmaları gerektiğine de bir türlü akıl erdiremediğimiz şekilselliklerdir. Şuurla inanan dindarlar amaca, neden-sonuç ilişkisine bakar, biçimselliklerin kendilerine ne getirdiklerini ve neleri alıp götürdüklerini özgürce ve farkındalıkla irdelemek isterler.

Kendimizle ‘temas kurmayı’ başaramadıkça ‘barışık’ olabilmemiz de mümkün değildir. Kusur arasak her şeyde bulabiliriz ki esasında hiç de sevecen olmayan ve hoşgörüden yoksun böylesi bir davranış ‘hangi niyetle baktığımıza’ ilişkin bir durumdur. Kendimizle ilişkinin ilk adımı önce kendimize hitap edebilmektir. Bu yapılmadıkça duygularımızı; arzu, bağımlılık ve tutkularımızı doğru değerlendiremez; zihnimizi masaya yatırıp ona özgür ve tarafsız biçimde yaklaşamayız. Özeleştiriden ve empatiden yoksunluk, arınma ve aydınlanma ile aramızdaki en büyük engeldir.

Başlangıçta alışılmış ya da geleneksel inançlarımızla çatışmamalıyız. Böylesi bir durumun onları güçlendirme olasılığı söz konusudur. Olası çelişkilerimiz zaten zaman içerisinde ve hakikatin ışığı karşısında aşınacak, belki önceleri sadece bir miktar örselenecek, ama zamanı geldiğinde aşamalar hâlinde tekâmül edilerek ‘bilinçle dönüşüm’ sağlanacaktır.

Farklı inançlara saygılı olabilmemizin derecesi, esasında hoşgörümüz yanında içsel gelişmişliğimizin de göstergesidir. Farklı görüş, inanç ve anlayışların ruhsal dünyamız üzerinde çok olumlu etkileri vardır. Bu sayede toleransımız artar, ruhsal enerjimiz akışkanlık kazanır; bu özellik bizlere önce daha ‘lateral’, zamanla ise daha ‘derinliğine’ düşünüp değerlendirme yeteneği kazandırır. Ayrıca bu sayede aynı evrensel kaynaktan gelen farklı akımların insanlar, topluluklar ve toplumlar üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkilerini irdeleyebilecek olgunluğa erişebiliriz. O nedenledir ki değişik inanç ve anlayışları inceleyebilmiş kişiler diğerlerinden daha anlayışlı ve hoşgörülüdürler.

*****

Birinin mutlu ve huzurlu, esenlik içinde olmasını istemek duadır; ama illâ ki ‘benimle mutlu olmalı’ derseniz o artık dua olmaktan çıkmış; sırasıyla sadece sıradan bir dilek, kişisel arzu ya da içinde acı ve ıstırabı da barındırabilen bir tutku olmuştur. Yani tıpkı gerçek sevginin ‘bağlanma’ ya da ‘sahiplenme’ ile karıştırılmış olması gibidir. Sonuç olarak; dua evrensel ve bilinçseldir, şiddetli arzu ya da ihtiras ise kişisel ve zihinseldir. Bu ayrımın farkında olmak sıradan zihinler için hiç de kolay değildir.

Bu konu ile ilgili olarak sık rastlanan ama çokça da karıştırılan bir örnek verelim. Aşk, arzuladığımız bir varlıkta bulabileceğimiz tada susamak mıdır? Nedendir bilinmez ama, gündelik dildeki ‘aşk’ kavramının en güzel tanımlarından birinin bu olduğu söylenir. Sık sık âşık olunabilir mi; ya da arada bir sevgili değiştirmek ve bunların tümünün de ‘düzeyli bir ilişki’ olduğunu ilan etmekle gerçekte âşık olduğumuzdan söz etmiş olur muyuz? Ya da aşkın bir ‘etiği’ var mıdır? Âşık olduğunuzda veya olduğunuzu sandığınızda dünya size nasıl da ‘bir başka’ görünür; oysa ki o yine ‘o andaki’ sıradan ve ‘aynı dünya’ değil midir? İşin içine ‘sahiplenme’ duygusu karıştığında ne kadar çirkinleşebildiğini ve artık bambaşka bir şeye dönüştüğünü fark edebiliyor muyuz? Yani, gerçekten sevebiliyor muyuz, o sayede aşkın bir ‘şükür hâli’ olduğunu fark edebiliyor muyuz…?

Çünkü şükür, hayata, Varoluş’a ve onun bahşettiklerine duyulan hoşnutluk ve minnetin ifadesidir. Sevgi ve muhabbetle iletişim hâlinde olmanın farkındalığıdır. Bir bakıma bilinçliliğin sürdürülmesini sağlayan ve gönülden gelen hâl’in duyumsanmasıdır ve ruhun gıdasıdır. Bir diğer literal anlamı da ‘nimete karşı duyulan memnunluk’tur. Öte yandan şükür, zihnin onarılmasını, arındırılıp şefkat ve merhametle süslenmesini sağlar. O nedenledir ki sıradan ibadetin yerini gerçek duanın; adına yanılarak aşk dediğimiz tutkulu ve doyumsuzca sahiplenmenin yerini sevginin ve şükran duymanın alması, Varoluş’un doğru algılanmasının yolunu açar. Bir takım ‘dayatmalar’ sonucunda zihinlerimizde yarattığımız öznel ve kişiselleştirilmiş, biçimsel tanrı kavramı yerine; sonsuz varoluşun ve birlik bilincinin idrakimiz ölçüsünde fark edilmesini sağlar.

Şükür aslâ bir mahzunluk, eziklik, tevekkül veya keder hâli değildir. Oysa ki kadercilik, ezik ve zelîl olma, klasik dinselliğin insanlara telkin ettiği, üstelik bir de kalkıp yücelttiği bir durumdur. Onlardaki sözde-şükür boyun eğerek yapılır, bir yerde ‘acziyet’in ifadesidir. Dindarın şükründe ise secde yerine yücelme, bunun için de öncelikle kendini tanıma, arıtma ve yüceltme vardır. Yani dindarın şükrü bir bakıma kemâle erme yolundaki önemli bir araçtır. Tekâmül etme sonu olmayan bir süreç ise, sonuca koşullanmayı gözeten sıradan ibadetlerle, amacı ve sonucu güya belirlenmiş sözde-dualarla oraya erişilemeyeceği yeterince açık değil midir…? Kaldı ki dinsellikteki sözde-şükür’e biçimsellik ve tekdüzelik egemendir. Onların şükür yerine koydukları eylemler ritüeliktir ve aşırı biçimde ‘kodlanmış’tır, sıradan ve basmakalıptır. Bol süslemeli ve abartılı sözcüklerinin arka planları boştur; ya da bilinmezliklerle, sanal kavramlarla doldurulmuştur. Başlangıçta şükre konu nesnelerimizin farklı olması doğaldır. Ama nihayetinde Varoluşa, Tanrıya, Hüdâ’ya… karşılık gözetmeksizin şükredebilmek gerçek ibadettir, doyumsuz bir aşk hâlinin kısmen algılanmış olmasıdır…

Kör inanç ‘kendini kaybetme’ nedenidir, şuurlu inançsa ‘kendini bulma’ nedeni. Bu temel bir ayrımdır. Çünkü sıradan ve yapay inanç sahipleri cehaletlerini, büyük bir kolaycılıkla törenselliklerin ve ritüellerin arkasına gizlemişlerdir. O nedenledir ki dinsellik bir ‘takıntı’; ‘gerçek öze dönme’ ve onunla ‘buluşma’ demek olan dindarlıksa başlı başına bir ‘erdem’dir. Ve dindar olabilen için tanrı ‘her yerde’dir; aşk her yerdedir; o zaman tüm bir yaşam da dua ve şükür olur…

Dileriz ki dualarınız, ibadetiniz olsun; aşkla şükrediniz; sevgi ve farkındalıkla esen kalınız. En büyük yardımcımız, ‘Evrensel Varoluş’un bizdeki yansıması olan ‘bilinç’, yani ‘gerçek-kendimiz’dir. Ne kadarına erişebildiğimizden daha önemli olansa ‘yolda’ olmamızdır.

A. Kerim Soley