Belki bu ilk satırı okuduğunda birçoğunuz içinizden “al sana bir ahkam kesen feylezof bozuntusu daha” diyebilirsiniz. Deme hakkına da sahipsiniz… Ama bilmenizi isterim ki bu satırı ve devamını yazacak olan insan hayatının bir dönemini ıskalayan ve bunun acısını yüreğinin en derinlerinde hala taşıyan sıradan ve ahkam kesmekten oldukça uzak bir insan. Bu satırları yazmaktaki amacım, belki hayatı ıskalayan ve ıskaladığının farkında olmayan insanlar varsa, onların neleri ıskaladıklarının farkına varmalarına sebep olmak.

 

Hayatta bir şeyleri ıskaladığımın farkına varmamı sağlayan bir tek cümle oldu. Kimin, ne zaman söylediğini hatırlamadığım bir cümle. (bunun içinde sözün sahibinden beni affetmesini dilerim.)

“İnsanlar hayatları boyunca para kazanmak uğruna sağlıklarını kaybediyorlar. Sonra da  o kazandıkları paraları kaybettikleri sağlıklarına kavuşabilmek için harcıyorlar.”

Nasıl bir çelişkidir bu yaa ??? Önceleri hafif mizahi gelen bu söz gittikçe şiddetini arttıran bir sesle beynimin içinde yankılanmaya başladı. Ne uğruna, nelerden vazgeçiyorduk. Hayatı ve benim için anlamını tekrar tekrar sorgulamama neden oldu bu sözler.

O ilk gençlik günlerinin en güzel hediyesi, “evrene sahip olduğunu hissetme” dönemlerinin bitiş çizgisini geçtikten sonra insanın şarap gibi demini almaya başladığı otuzlu yaşlarına yaklaştıkça çıktı bu söz karşıma. İnsanın kendini dinleyecek ve daha önce hiç duymadığı yada duymak istemediği soruları duymaya, bol bol dinlemeye vakti olduğu, o kabullenilmesi zor dönemlerde…

Düşünün bir kere; gerçekten hayatımızın en güzel dönemlerini hep ileride elde etmek istediğimiz amaçlar için harcamıyor muyuz ? Daha çocukluk yıllarında başlıyor feda ettiğimiz hayatlar…. İlk gençlik yıllarında iyi bir eğitim alabilmek, iyi bir kariyer planlamasının kapısını aralayabilmek için daha ortaokuldan başlıyoruz üniversiteye hazırlanmaya. Üniversitede iyi bir iş bulabilmek umuduna şartlandırıyoruz kendimizi. İş bulunca, daha iyi bir maaş, daha iyi bir mevki, huzurlu bir aile ortamı, çoluk, çocuk. Sonrada kendi yerimize koyduğumuz insanlar için yaşamaya başlıyoruz. Hep ilerde bir zamanda rahat ve mutlu olabilmek için. Aman çocuklar yetişsin, hele bir emekli olayım o zaman alıp başımı dolaşacağım tüm dünyayı dönemleri atıveririz kapağı.  Ulaştığımız zamanda, ellilerine başlarız yaşamaya hayatı kendimizce. Elimizde bir kitap yada bir gazete ile kumsalda oturup güneşin tadını çıkarmaya çalışırken, önümüzden geçen ve hayatı ıskalamayan gençleri neşe içerisinde gördüğümüz zamanda engel olamayız sızlayan yüreğimize. “Gençlik işte….” desek de aslında biliriz, bir zamanlar bizimde genç olduğumuzu ama gençliğimize doyamadığımızı.

Peki ama neleri ıskalamıştı size bu satırları yazan genç adam? Bilmek isteyeniniz varsa hemen anlatayım.

Benim için bir tutkuydu edebiyat ve sanat. Sanatın bütün dallarına karşı içimde inanılmaz bir hayranlık duygusu yaşıyordum. Ortaokul ve lise yıllarım boyunca içinde olabilmek için bu büyülü (bana göre) dünyanın hiçbir fırsatı kaçırmadım. Tiyatro grupları, dergi kadroları, sergi hazırlıkları, şiirler, münazaralar, bölgesel yarışmalar vs… Benim gibi hisseden bir grup arkadaşımla nerede bir etkinlik yakalasak gönüllü atıveriyorduk kendimizi içine. Sokak aralarında, ellerinde çalgılarıyla beraber gezen ve bir sokak düğünü gördü mü çalmaya başlayan saz ekibi gibiydik. Mutluyduk, ruhlarımızı besliyor, açlığımızı gideriyorduk. Gerçi okulların spor takımları gibi kollanmıyorduk ama kime ne? Biz istediğimiz ve yapmaktan keyif aldığımız şeyleri yapıyorduk.

Bir tiyatro çalışmasından çıkıyor, bir münazara grubunun çalışmalarına gidiyorduk. Bölgemize büyük şehirlerden gelen tiyatro grupları ile tanışabilmek ve onlarla sohbet edebilmek için yapılması gereken bütün angarya işlerine talip oluyorduk. Şehrin dört bir köşesine afişlerini asıyor, ellerimizde oyunun biletleri tenefüslerde koridorda yakaladığımız arkadaşlara satmaya çalışıyorduk. Akşamları oyun sonraları saat onbir, onikilere kadar kulis çıkışlarında bekliyorduk bir, iki laf konuşabilmek; bir, iki soru sorabilmek için.

“Abi, nasıl başladınız?”, “Biz nereden başlayabiliriz?” gibi sorular bulabiliyorduk ancak soracak. Sesimizin titremesi izin verirse tabi. Hepsine de aynı cevapları alıyorduk;  “Başlamanın zamanı yoktur. Ne zaman isterseniz başlayabilirsiniz. Yeter ki başlamak isteyin. Gerisi gelir…”

İyi ama ne oldu sonra?

Bildiğim kadarı ile o zamanki grubumuzdan şu ana kadar 3 bankacı, 1 gıda mühendisi, 1 inşaat mühendisi ve bir bunlar kadar da özel sektörde büyük firmaların kadrolarına girmiş iş adamı, işkadını çıktı. Sadece ve sadece bir tek kişi o zamanlar yapmaktan keyif aldığımız şeyleri yapmaya hala inatla ve ısrarla yapmaya devam ediyor ve ne garip bir şanstır ki şu anda o insanın editörlüğünü yaptığı bir dergiye yazıyorum bu yazıları. Hayat hepimize farklı sinyaller gönderiyor aslında kendi mucizelerimizi gerçekleştirebilmek için ama görebilene…

Peki siz dostlar, siz neleri ıskaladığınızın farkında mısınız? Yoksa “daha benim zamanım gelmedi.” mi diyorsunuz. Vakit geldi dostlar. Vakit geldi de geçiyor bile…… 

Emre Sakaryalı