Son günlerde takip ediyorum da nicelerinde bir spiritüelliğe saydırma hali mevcut. Onlarca yıldır spiritüel bilgilerin içinde olanlar da saydırıyor, daha dün başlayanlar da… İnsanlar hem birbirine, hem de öğretilere saydırma halinde… Kimisi başkalarına kızıyor; kimisi bilgilerin hep aynı olduğuna, ama hiçbir şeyin değişmediğine; kimisi kendisine; kimisi Yaradan’a; kimisi sisteme… Ama bir kızgınlık hali mevcut gidişata… Ama sadece gidişata mı?

Nice tarihlerde arandı umutlar, ya da nice gezegen dizilimlerinde veya açılan nice kozmik kapıda… Bu sefer oldu bak değişecek ümitleri, sonrasında hayal kırıklıklarıyla doldu. Ne beklenenler gerçekleşti bir bir, ne de bir şeyler değişti beklendiği gibi. Bunca çalışma, meditasyon, olumlama… Hiçbir işe yaramadı sanki… Daha da tepetaklak gitti dünya… Spiritüel bilgiler ise birbirine forward edilip duruyordu hala… İşte kızgınlık, doluydu kırıklıklarla ve kırgınlıklarla…

İşte bu noktada şunu yinelemek isterim ki Canlarım, her şey ama her şey spiritüeldir, yani ruhsaldır, yani ruhtan ibarettir. Var olan her şey, özünde ruhun ta kendisidir. Ona ruh demeyin de enerji deyin fark etmez. Adı her ne olursa olsun, özümüz O’ndandır. Bu yüzden öyle spiritüellik ayrı, iş dünyası ayrı, gerçek hayat ayrı… değildir! Eğer bunları ayrı düşünüyorsa kişi, henüz spiritüelliği kavramamıştır. Bu ayrım varsa, henüz zihni ruhuyla tam anlamıyla kaynaşmamıştır.

Nitekim spiritüellik, dünyevi benlikle ruhsal benliği kucaklaştırma yolculuğudur. Yerle göğü bütünleştirmedir. Görünenle görünmeyeni bir etmektir. Ayrıştırma değil, birleştirmedir. Birbirinin içinde eritime, kaynaştırmadır. Bil ki eğer saydırıyorsan nicelerine bunun sebebi, bu kaynaştırmayı henüz başaramadığından içinde duyduğun acıdır. Ruhuna tam teslim edememenin acısıdır bu benliğini…

Ayrıca isterse tüm gezegen eline tencere tava alıp ruha küfretsin, bağırsın, çağırsın; ruh yerinden zerre oynamaz, kıpırdamaz. “Aradığınız içinizdeymiş”, “Her şey sevgiymiş”, “Pabucumun evreni…” şeklinde klişelere kızgınlığınızı ifade etmeniz; aradığınızın gerçekten de içinizde olduğu, her şeyin sevgiden ibaret olduğu ve muhteşem bir evrende var olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Sadece kızıp köpürüp, belki de bir yandan da kahkahalarla gülersiniz ki emin olun yerdekiler ve göktekiler de bu eğlencenize eşlik ederler…

Bununla birlikte spiritüellik, sağlam da yürek ister. Yaşadığınız her şeyin sizin yaratımlarınızdan ibaret olduğunu kabul edebilme ve sorumluluğunuzu alabilme cesaretini göstermeniz demektir bu. Bu da hayattaki en en en zor kabuldur işte. Sizin dışınızda bir kuvveti suçlamak, ona kızmak onu sorumlu tutmak kolaydır. Ama gelin görün ki yaşadığınız her şeyin, bu hayata gelmeden önceki seçimleriniz ve hayatınız esnasındaki yaratımlarınız olduğunu kabullenebilmek sadece büyük bir cesaret değil, aynı zamanda ruhunuzla kucaklaşabilme yolunda atabileceğiniz en muazzam adımdır. Ama gelin görün ki benim şahsen en zorlandığım aşama bu oldu ve olmakta… Kendi dışımda bir gücü sorumlu tutarken her şey daha kolaydı. Ama fiziksel yaşım kaç olursa olsun, ruhen aslında ergen kalmanın etkileriymiş bunlar. Zamanında annem bunu yaptı, babam şöyle dedi, öğretmenim böyle vurdu, zaten Yaradan da böyle bir kader verdi… Peki tüm bunlar olurken ben neredeydim ve ne yapıyordum? Kurban bendim ve böyle düşünmek kolay geliyordu. Çünkü sorumluluğu üzerimden atıyordu. Doğrudan ergen bilinci işte… Sonra bir gün birisi dedi ki bana: “Hasan, 40 yaşındasın, bu çok kudretli bir yaştır. Ama sen halen 6 yaşında böyle oldu, 9’undan şu oldularla uğraşıp duruyorsun. Artık bırak bunlara tutunmayı da, yaşına gel…” O idrakle baktım hayatıma ve gördüm ki aslında tüm bu süreci seçen de, yaratan da, oynayan da benmişim! Ne kurbanmışım, ne de fail. Yaradan sonsuz ve sınırsız bir evren yaratmış, ama gidip ondan başka armağanlar ve senaryolar da alabilecekken, bu şekilde olmasını isteyen hatta bunun için yalvaran da benmişim! Ne yaygara yapmışım, öyle böyle değil! Kendimi yerden yere atmışım, fırlatmışım, acıtmışım, hatta defalarca öldürmüşüm de… Ne için? İstediğimi elde edebilmek adına… Tıpkı bir çocuk gibi…

Mesela aşkın peşindekoşmuşum ve onun adına yerlerde sürünmüşüm de… Ama ben aşkı nasıl bulabileceğimi zerre anlamamışım. Zaten aşk da böyle gelmezmiş, yaşam enerjisinin böyle gelmediği gibi…

Geçtiğimiz günlerde bana aradığım cevabı veren, sadece cevabı değil, aradığım her şeyi nasıl bulabileceğimi gösteren bir deneyim yaşadım ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Katıldığım bir kampın son gününde bir meditasyon vardı. Gözlerimiz göz bantlarıyla kapalıyken salonun içinde sürekli hareket ederek yaptığımız bir meditasyon bu. Ben böylesini çok seviyorum, çünkü böylece zihnimin içinde gezinebiliyorum. Çünkü artık oradaki herkes, kimliklerinden sıyrılıp, bendeki anlamları oluyorlar. Gözler de kapalı olduğu için kimliklerin çokça ötesine geçiliyor…

Salondaki 50 arkadaşımın içinde bir kişi de benim için “Aşk”ı sembolize ediyordu. Gözlerimi kapatmadan önce zihnimle onun yerini tespit edip, doğrudan yanına gitmeyi planladım. Evet, zihnim bunu planladı, akışa teslim olmadı. Tıpkı hayatın içinde yapmaya çalıştığım gibi. “Aşk” oradaydı ve ben onun yanına gitmeliydim doğrudan. Müzik başladı. Gözlerimi kapattım, bantı bağladım ve bir süre sonra doğrudan onun yanına gittim. Ellerimde vücuduna dokundum ve üzerindeki kıyafetten onun kim olduğuna emin olmaya çalıştım. Aklımda kaldığı kadarıyla onun o olduğunu tespit ettim. Baktım kendi başına bir hareketler yapıyor. Dedim ki “Hasan, rahat bırak ve meditasyona devam et.” (Halbuki sonradan öğrendim ki yanlış kişiye dokunmuşum.)

Sonra salonun içinde dans edip dolaşmaya başladım. Esasında aslında zihnimin içinde dolanıyordum… Bir süre sonra acı belirmeye başladı içimde… Bunca yıl… Bunca çalışma… Nice bilgi, öğreti, usta, meditasyon ve ben hep “Aşk”ı arzulamış ama bulamamıştım. Yapamamıştım… Aniden canım çok yanmaya başladı. Yanıyordu işte cayır cayır. Acıyla bağırmaya başladım. Derken aniden kulağımın dibinde bir şaman davulu duydum. “Çıkar artık şunu çıkar ve at!” diyordu sanki davul. Kendimi yerlere attım. Bağırmaya başladım… “Yapamıyorummmmm! Teslim olamıyorum sana…” Davul daha da sert çalıyordu… Sonra yerde sürünürek ilerlerken iki ayak yakaladım… Bir kadının ayakları. Onlara kapandım… Çığlıklar atmaya başladı… Ağlıyordum… Kadın ağlıyordu… Davul çalıyordu… “Yapamıyorummmmm!!!! Teslim olamıyorummmm!!!” diye bağırdım… Bağırdım… “Ölmek istiyorummmm!!! Canımı AL! Lütfen Canımı AL!” diye yalvarmaya başladım… Bağırdım… Bağırdım… Bağırdım… Ve sonra ruhumu teslim ettim… Öldüm… Olduğum yere yığıldım… Tamamen hareketsiz kaldım… Etrafımda insanlar dans ediyor, neşeli sesler çıkartıyordu… Ben ise ölümü seçmiş ve yere yığılmış kalmıştım… Birilerinin benimle ilgilenmesini bekledim… Kimse gelip dokunmadı bile…

Zihnimde bedenimi yerden kaldırıp, bir kimsesizler mezarlığına gömdüklerini görüyordum… Bitmişti işte! Buraya kadardı… Ben “Aşk”ı bulamadan ölmüştüm. Kendimi yok ederek de ona ulaşacağımı zannetmiştim, ama şu anda bir kimsesizler mezarlığında yatıyordum. Çevremde 50 kişi dans ediyor ama bir tanesi bile bana dokunmuyordu…

Gittikçe bu duruma sinir olmaya başlamıştım… Cidden kimsenin umurunda değildim… Yerde öylece yatıyordum ve meditasyon müziği de bitmek üzereydi. Çevremdeki canlılığı, yaşamı hissediyordum. Ama ona katılamıyordum. Çünkü öldürmüştüm kendimi… Çünkü ben büyük bir yaygaracıydım… Evet, sadece yaygara yapıyordum. Dikkati üzerime çekmeye çalışıyordum. İlgi istiyordum. Böylece sevgiyi ve “Aşk”ı bulabileceğimi sanıyordum, ama koca bir yaygaracıdan ibarettim. Yaşam akmaya devam ediyordu ve ben kendi yaygaramın içine gömülmüş, şenliği kaçırıyordum. İşte o an anladım ve karar verdim. Yaşam, yaygarayla, küsmeyle, sövmeyle, bağırmayla, çağırmayla, kendini yok etmeyle yakalanmıyordu… Bilakis sınırlı bir süre içinde yaşayabildiğin kadar şenliğin ta kendisiydi ve benim artık son birkaç dakikam kalmıştı… Müzik bittiği anda artık çok geç olacaktı ve ani bir kararlılıkla ayağa kalktım! “Yaşam! Ben sana geldim!” dedim ve hızla kollarımı açtım! Ve tam o anda kollarımın arasına birisi düştü. Evet, gelmedi, düştü. Kollarımı açtım ve o benim kollarımdaydı ve kim olduğunu bilmeden ve aldırmadan O’na sarıldım… Ve işte o “Aşk”tı…

Salonun içinde bana “Aşk”ı temsil eden varlık, zihnimle defalarca peşinde koştuğum ama bulamadığım o güzellik… Yaşamı seçip kollarımı açmamla birlikte saniyesinde kollarıma gelmişti. Gözlerimiz kapalı olarak onlarca dakika hareketli dans ettiğimiz 120 metrekare bir salonda, 50 kişinin arasında bunu yaşıyor olmanın zihinle açıklanabilir hiçbir tarafı yoktu. Kollarımda o salonda istediğim tek kişinin olmasını açıklayabilecek hiçbir şey yoktu. Tüm sistemlerim çökmüştü artık ve geriye yaşanacak tek bir şey kalmıştı: Ona sarılıp “Aşk” olmak… Ve de “Aşk” oldum en sonunda… OL’du!… “Aşk” OL’du!… Aşk’ım… Aşk!…

Evet, sevgili Can kardeşim…

Tüm benliğimle şahidim ve şüphesizim ki aklın hayalin mantığın ötesinde, muhteşem bir sistemin içinde var olan “Aşk” ile yaratılmış, güzelim varlıklarız… Bunun farkında olmadığımız için o sistemi eğip bükmeye, manipüle etmeye, kontrol altında tutmaya, yönetmeye çalıştık… Ama aslında kendi kendimizi ertelemek ve engellemekten öte bir şeyler yapmamışız. Şimdi tüm çıplaklığıyla görüyorum ki bilmeyişimdenmiş tüm bu kendimi engelleyişlerim. Bana benden başka kimseler bir şeyler yapmamış. Hayatımdaki her şey ama her şeyin sorumlusu benmişim! Ve de Yaradan ve canım Evren, beni öyle sevmiş ki bir dediğimi iki etmemiş… Hatta yaygaralarıma, çığlıklarıma, kendimi engellememe, yok etmeme bile izin vermiş. Vermiş ki her halimle kabul edilip sevildiğimi anlayabileyim diye… Bir gün anlayacağımı biliyormuş bunu. Evet! Her türlü karanlığımla, yoksunluğumla, beceriksizliğimle, çırpınışlarımla, güçsüzlüklerimle ve de nice güçlülüğümle… Her halimle çok sevmiş Yaradan ve onun güzel sistemi beni… Böyle bir sevgi ve “Aşk”ın içinde var olduğunu bilmek nasıl muazzam… Şu anda klavyeyi bırakıp yerlere kapanasım geliyor… Ve az sonra şükür gözyaşları içinde yapacağım da bunu…

Ama bitirmeden önce Sevgili Kardeşim, Sevgili Can’ım, Sevgili Aşk’ım, Sevgilim… Bu satırları okuyan güzel Ruh parçam… BEN’im muhteşem yaratımı olan ve her şeyiyle sonsuz sevilen sonsuz yol arkadaşım…

Yerlere atıp debelenince, sövüp sayınca, kendini yok edince değil; ayağa kalıp ona kollarını açınca akıyormuş hayat da, “Aşk” da sana…

Arzu ettiğin kadar orada, yerde veya dipte kalabilirsin… Her türlü sevildiğin ve sevileceğin kesin… Ama artık senin de yaşamla kucaklaşmanın vaktin geldi ha!

O zaman ne duruyorsun? Şimdi ayağa kalkıp kollarını açsana…

Hadi!

Şimdi!

AŞKLA…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...