Bir yolculuğa çıktığınızda ve bunu sayfanızda paylaştığınızda, paylaşımınızın hemen altına “aman şunu yap, şuraya da git” diyen kişiler beliriyor. Bunlar arkadaşlarınız ve güya size “iyilik” ediyorlarmış gibi duruyorlar. Fakat esasında yaptıkları “Bak ben senden daha önce gittim” deyip egolarını rahatlatmaktan öte bir şey değil. Keza verdikleri bilgiler de gayet yanlış. Eğer o ülkeyi iyi tanıyorsanız verdikleri bilgilerin yanlışlığını hemen anlıyorsunuz, ama bilmiyorsanız, orasının öyle olduğunu zannediyorsunuz.

Ben yıllardır yolculuklarımda hep bunlarla karşılaşırım. Önden bir çok bilmiş arkadaşların önyargıları vardır. “Hasan Bey, şuraya gideceğimi duyunca arkadaşlar, aman orası öyle sakın gitme dediler.” Ee ben yıllarca gitmişim, orasının öyle olmadığını biliyorum ki gidiyorum. Ama yok, çok iyi bilen arkadaşlar vardır. Mesela bu arkadaşlara göre Mısır, yıllardır iç savaştadır; gidilmez. Ama gidince oraya görürler ki gidenler, böyle bir durum yok. Ben de cesaretlerinden ötürü hep tebrik ederim. Çünkü bunca baskıya direnip gelmek bir başarıdır. (Gerçi hoş benim yolculuklarım, bir nevi inisiyasyon yolculukları gibi olduğundan, bu “aman gitmeler” de bir sınav oluyor aslında.)

İkinci karşılaştığım ise, tam ülkeye gideriz, program belli, akış belli. Bir paylaşımın altına çok bilmiş birisi “Aman oraya da gidin” yazar. Hemen bana sorulur, “Oraya da gidecek miyiz?” Yazılan yerler zaten en bilinen yerlerdir, ya da hiç değmeyecek yerlerdir, ya da rotaya uymazlar. Ama oradaki amaç dediğim gibi katkı değildir, “Bak senden önce ben gittim hayatım” egosudur.

Tabii bu satırları yazmamdaki amaç bu durumu eleştirmekten öte, kendi hayatıma geçirdiğim iki durum üzerine.

Birincisi “Sorduk mu?” hali. Gerçekten “Sorduk mu?” Ben bir paylaşım yapıyorsam, oradayım diye yapıyorum. Bunun altındaki dürtü ayrıca tartılışılır, ama cidden sevgili yorumcu kardeşim, sana soran oldu mu? Sana sorulmayan şeye neden cevap veriyorsun.

İkincisi de “Gerçekten acaba öyle mi?” sorusu. En son Bali yolculuğumuzda iki Türk’e denk geldik. “Ay spadan da, alışverişten de sıkıldık. Bu Bali ne kadar sıkıcıymış” diyorlardı. Yahu biz bir Bali yaşadık, 15 gün yetmedi. Daha nice yerler bulduk gidecek de zaman kalmadı. Keşfettikçe dahası geldi. Ama diğer tarafta “Ay ne sıkıcı.” Veya şimdi okuyorum bir arkadaşımın sayfasında Bali’ye gidiyorlar. “Ay tapınaklara almıyorlar” yazmış birisi. Yanlış bilgi. Gayet de alıyorlar. Ama yolunu yöntemini bilirsen. Veya “Mutlaka Jimbaran’da deniz ürünü ye” diye yazmış başkası. Hangi Bali blogunu açarsanız açın bunu zaten söyler. Ama Jimbaran’da ilk gittiğimizde yemiştik ve cidden rezaletti. Zaten bizim Balili rehberimiz bize asla önermez orayı. Başka restoranlara yönlendirir.

Şimdi gelelim hepsinin bağlanacağı noktaya. Biz bunları “Yaşam” için de yapıyoruz. Bize sorulmayan şeylere atlıyoruz veya müdahale etmekte beis görmüyoruz ve kendimize hiç sormuyoruz da “Bu bana soruldu mu?” diye. Çünkü haddimizi bilmiyoruz. Aslında kimse haddini bilmiyor. Biz bilmeyince başkaları da bilmiyor ve onların üstüne vazife olmayan şeylere atlayıveriyorlar bizim hayatımıza dair. “Kardeş sana soran oldu mu?” demek de pek kolay olmuyor bu durumda…

Ayrıca insanların hayata dair kendi deneyimlerini dinleyip dinleyip, “Yaşam”ı öyle zannediyor ve yargılıyoruz. Birisi geliyor “Bu hayat ne zor” diyor. Diğeri ise “Ne sıkıcı”. Bir öteki “Şöyle yapacaksın, o zaman tadı çıkar.” Bir diğeri “Disiplin lazım, organize olmak lazım, kariyer planı lazım bu hayatta” diyor. Bir de üstüne kocaman bir sistem var ki “Sahip olursan varsın bu hayatta, yoksa yoksun. Bu yüzden al al al” diye sürekli propaganda yapıyor. Tüm bunlar üstüste gelince de yaşamdan korkup kaçıyoruz, içine dalamıyoruz ve kendi özgün deneyimimizi yaşayamıyoruz. Halbuki “Yaşam”ın kendisi, aynı Bali adası gibi. Sen neyi ararsan ve arzularsan, sana onu sunuyor. Git Bali’ye sana turistik deneyim de sunar, balayı da veya yüzeysel ruhsallık da veya derin ruhani keşifler de. Ne istersen onu alırsın. Burası küçücük bir ada iken, sonsuz bir evren neler sunabilir bir düşünün bakalım.

Bu noktada ne yapacağız peki arkadaş sorusunun yanıtı ise şurada yatıyor. Herkes kendi bildiğiyle kafanızı sikip, sizin hayatınızı sikip atıyorsa; o zaman hepsini cümleten bir siktir çekip, kendi özgün deneyimize odaklanın. Bu kadar basit! Çünkü hiç kimse bir diğerinin hayatını yaşamıyor ve dünyayı diğeri gibi algılamıyor. O zaman kendi algını, “onay almak” adına bana dayatmaya kalkamazsın arkadaş. Hadi yallah! Ben kendi yoluma gidiyorum. Ha eğer bilgiye ihtiyacım varsa ve senin bildiğine inanıyorsam, sana zaten sorarım. Hele ki senden yansıyan bir güzellik varsa koşa koşa gelirim ve senden bunu nasıl yaptığını bana öğretmeni isterim. Ama ancak ben talep edersem veya sen talep edersen olur bu. Çünkü o zaman sana enerji alanımı açmışım demektir ve senden aldığım tohumla ben de kendi bahçemi büyütürüm. Ama sana sormamışım, sen gelip bana bu tohumu ek diyorsun. Enerji alanım açık değil ama zorluyorsun. Buna tecavüz derler ve koskoca evrensel sistem bana bunu yapmazken; onca ruhsal rehber ben talep etmeden bana yanıt vermez veya yardım etmezken; sen kim oluyorsun da beni zorluyorsun. Bu noktada, siktir çekilmeyi gayet hak ettin arkadaş ve sana olan ilahi sevgim bu “Siktir Git”in arkasına yatıyor, haddini bil ve sen de kendi haddini hududunu çiz ki kimse sana bunu yapamasın diye… 

Ama gel gör ki benim gözlerim kör değil. Her türlü güzelliği de görmeye muktedir. Hayata duruşum da 7 gün 24 saat “Siktir git” modu değil. Bilakis kucaklama, kabullenme ve birlikte akma üzerine… Bu haddini bildirme modu ise ara bir basamak, benim de kendi haddimi bilene kadar. Zaten had hudud belli olduktan sonra da sistemden böyle saldırılar gelmiyor onu da biliyorum. Nerede bir açık varsa, oradan kendimi savunmak zorunda hissediyorum. Nerede bir savunma varsa da oradan saldırı geliyor. Ne zaman o açık kapanıyor, işte o zaman zaten savunma saldırı süreci de tamamlanıyor. Bunu da ekstra bir not olarak düşeyim…

Bir diğer ekstra not da şu olsun: nasıl Bali de Bali’yi iyi bilen bir rehberimiz var ve bizi enfes yönlendiriyorsa; şu hayatta da hayatı iyi bilen rehberler var çok şükür. Önemli olan doğru rehberi bulabilmek… Peki illa rehber şart mı? Değil tabii ki… Ama kendi başına keşfetmek çok uzun zaman alabilecekken, doğru rehberle nokta atışı yapabiliyorsun, bu da sana yaşamın için daha fazla zaman sağlayabiliyor. Böylece tüm hayatını Bali’yi keşfetmeye adamıyorsun da dünyanın başka bölgelerine de gidebiliyorsun.

Haddimizi hududumuzu her türlü bilebilmemiz ve bildirebilmemiz dileğiyle…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...