Yer ve Gök insan gönüllü değildir.
Tüm varlıklar samandan birer kukladır onlar için.
Bilgeler insan gönüllü değildir.
Tüm insanlar samandan birer kukladır onlar için.
—Tao Te Ching, 5

Herkes güzelin güzel olduğunu bildiğinde çirkinlik vardır.
Herkes iyinin iyi olduğunu bildiğinde kötü vardır.
Bu nedenle varlık ve yokluk birbirini doğurur,
Zorluk ve kolaylık birbirini tamamlar,
Uzun ve kısa birbirleriyle varolur,
Ses ve yankı birbirleriyle uyumludur,
Ön ve arka birbirlerini takip eder.
Bu nedenle bilgeler çabasızca edimde bulunur,
Sözsüz bir şekilde rehberlik ederler.
Tüm varlıklar kesintisiz bir şekilde yükselir ve düşer:
Sahiplenmeden yaratır,
Beklentisiz çalışır,
Başarıya aldırmaz,
Bu benliksizliği nedeniyle de
Başarı onu asla terketmez.
—Tao Te Ching, 13

Gök, yere yaratıcı tohumlarını sağlayan unsur ise yer de o tohumun kendinde büyüyeceği rahimdir. Şeyler, yer ile göğün uyumlu birliği olmadan varolamazlar. Baba, gök gibidir; anne ise yer gibi. Çocuk yalnızca yer ile göğün uyumlu birliğinin sonucu olarak varolabilir. Gök ışıktır, yer ise karanlık. Işık ile karanlığın uyumlu birlikteliği yaşamın yaratılmasını sağlar.

İnsan zihninin en acı dramlarından bir tanesi, karanlık ile aydınlık, iyi ile kötü, o ile bu arasında ayrım yapmasıdır. Karşıtların varolabilmek için birbirlerine ihtiyaç duyduklarını göz ardı eder. Bu yanılgı ise yer ile gök arasındaki dengeyi bozar.
Karanlık olarak adlandırılan gece vardır ki gündüz varolabilsin. Uyuruz ki dinlenebilelim. Yemek yiyebilmek için acıkmamız gerekir. Güzelliği taktir edebilelim diye vardır çirkinlik. Çirkinlik olmadan güzelliği, kötülük olmadan iyiliği, açlık olmadan tokluğu nasıl taktir edebiliriz? Zorluklar vardır ki, başarının tadını çıkarabilelim. Yorulmazsak nasıl keyifli olur dinlenmek.

Bu nedenle karanlık, yaratmak için ihtiyaç duyulan boşluktur. Yokluk anlamlandırır varlığı.
Aynı şekilde gündüz, yaratmak için vardır. Gün içinde hareket eder, yaratır ve öğreniriz ki, gece dinlenmeye çekildiğimizde zihnimiz ve ruhumuz gün içindeki deneyimlerini kendi gelişimi için yakıta dönüştürebilsin. Erkek olmadan kadın nasıl varolabilir? Yaz gelmeden kış, uyanık olmadan uyumak, hareket etmeden dinlenmek, çocuk olmadan büyümek mümkün müdür?

Bu nedenle varlıktır hayata anlam katan tıpkı karanlığın içinde parlayan ışık gibi.

İnsan zihni, temelindeki cehalet nedeniyle sürekli bir açgözlülük içinde yalnızca aydınlığı ya da yalnızca karanlığı arar. İkisinin bir arada varolabileceğini anlamakta zorlanır. Bunun en büyük nedenlerinden bir tanesi tüm varoluş gibi, konuşma dilimizin ve zihnimizin de yalnızca düalite (ikicilik) içinde işleyebilmesidir. Kendi varoluşları ikiliğe bağımlıdır. Maddi dünyanın özünü ikilik oluşturur. Bizler, tıpkı 0 ve 1 komutuyla çalışan bir bilgisayar gibi işleriz. Bilgisayar nasıl ki bir şeyin aynı anda hem 0 hem de 1 ve ne 0 ne de 1 olduğu bir durumu anlamlandıramaz ve hata komutu vermeye başlarsa, zihnimiz de gerçeğin bu “hem o hem bu, ne o ne bu” durumu kavramakta zorlanır. Bu zorlanma içinde bir tarafı tercih eder duruma gelir. Kötünün önüne iyiyi, başarısızlığın önüne başarıyı, mutsuzluğun önüne mutluluğu, çirkinliğin önüne güzelliği koymaya çalışır. Bu çabasının sonucunda ise açgözlülüğünün ve mutsuzluğunun artmasından başka elde edebileceği bir şey olmaz.

İkiliğin yalnızca bir tarafının baskın olduğu bir durum, bu durum iyi olarak adlandırılan durum da olsa kötü olarak adlandırılan durum da olsa, yer ile gök arasındaki dengenin bozulmasına neden olur. Bu nedenle uyumlu birliğin sırrı karanlığın içindeki aydınlığı ve aydınlığın içindeki karanlığı yaratmayı başarabilmektir. Karanlığın içinde parlayan ışık bizi gerçek bir insana dönüştürür. Aslına bakarsanız insanın gerçek doğası budur. Karanlık ve aydınlığın uyumlu birliğinden oluşan gerçek doğamız, aynı zamanda tüm evrenin yapı taşı olan erdemin de mükemmel bir ifadesidir.

1. Durum: Karanlık ve aydınlık, kendini dört şekilde ifade edebilir. Bunlardan ilki “karanlığın içindeki aydınlık” olarak adlandırılabilecek bir durumdur. Bu durum kendini yaşadığımız maddeler dünyasında kadın, yağmur, kış, huzur, sakinlik, dinlenme, sessizlik, gevşeme, sezgi, serinlik, uyku, dış etkenlere bağımlı olmayan bir huzur ve ölüm gibi niteliklerle gösterir.

Kadın, kendi içinde eril nitelikleri barındırır. Tek başına dişi enerjiden ya da unsurlardan oluşmaz. Dişi enerjinin karanlığı içinde bulunan ışık ya da eril enerji kadını yaratır. Kadın bedeni dişi hormonlarla eril hormonları uyumlu bir dengede bir arada bulundurur. Bu hormonal denge bir yöne doğru bozulduğunda sorunlar çıkmaya başlar.

Her şeyin durağanlığa doğru çekildiği kış, büyümenin potansiyelini içinde barındıran bir tür dinlenme dönemine dönüşür. Tohum toprağın içinde dinlenir ve baharla birlikte yukarıya doğru hareketine başlamadan önce enerji toplar. Kış, asla tümden bir durağanlık ya da ölüm durumu değildir. Bütün bu durumlar, karanlığın, kendi içindeki ışığı kozaladığı, ileriye doğru hareketin öncesindeki gerileme hareketi olarak anlaşılmalıdır. Tıpkı nefes almadan önce nefes vermeye benzer. Nasıl ki nefes alma ve nefes verme döngüsü birbirini takip ediyorsa, aynı şekilde karanlık ve aydınlık da kendi içlerinde barındırdıkları karanlık ve aydınlık tohumla sürekli bir harekete neden olurlar.

Karanlığın içinde büyüyen aydınlık tıpkı ilkbahara benzer. Aydınlık, karanlığın içinde büyümeye başladığında yaşamı da oluşturmaya başlar. Eğer karanlığın içinde büyüyen aydınlık olmasaydı, doğa canlanamaz, yaşam döngüsünü başlatamazdı.

Çabasızlık ya da kendiliğindenlik olarak adlandırılan durum bile ilk olarak çabayı ve zorlamayı gerektirir. Yazı yazmak için ilk önce harflerle uğraşır ve onları öğrenmeye, doğru yazmaya çabalarız. Okumak için de öyle. İlk başlarda çabalayarak, zorlanarak kelimeleri, ardından cümleleri okuruz. Gözümüz tek tek harfleri seçer önce ve ardından heceleri, ardından kelimeleri seçmeye başlar. Fakat çaba bir kez doruğuna ulaştı mı artık çabasızlığa dönüşür ve göz cümleyi nasıl anlamlandırdığını bile fark edemeden çabasız bir şekilde okumayı sürdürür. Fakat bu çabasızlığa ulaşabilmek için ilk önce çabaya ihtiyaç vardır. Bu nedenle okumanın doğasında da her şeyin doğasında olduğu gibi çaba ve çabasızlık, karanlık ve aydınlık bir arada olmalıdır.

Yaşamımız bilgisizlikten bilgiye ve ardından bilgiden yine kendiliğindenlikten oluşan bir tür “bilgisizliğe” doğru geçiş yapar. Yaşama ilk geldiğimizde gerçek bir karanlık içindeyizdir. Bu karanlığın içinde ışık gittikçe büyümeye başlarken bizi öğrenme açlığı ile doldurur. Öğrenir, öğrenir ve öğreniriz. Bir sanatı ya da felsefeyi öğrenirken de aynı şeyi yaparız. Bilgisizliğin içindeki minik ışıkla sezgisel bir durumda bulunuruz ilk başlarda. Bir şey biliriz ama bildiğimiz şeyin ne olduğunu bilmeyiz. Eğer yalnızca karanlıktan oluşan bir bilgisizlik ya da cehalet olsaydı bu durum, o zaman bildiğimizi bilmez, öğrenmek için bir ihtiyaç duymazdık. Fakat karanlığın içindeki minik ışık, gücünü artırmaya başladığında çaba sarfeder ve öğrenmeye başlarız. Öğrenir, öğrenir ve öğreniriz. Derken, ışık parlar ve karanlık geriler. Bilgi, sezgiyi bastırır ve cehaletin yerini öğrenme ve bilgi alır. Işık en üst noktaya ulaştığında, karanlık iyice küçülür ve artık öğrendiğimiz şey her ne ise onu teknik anlamda tam olarak bilen insanlara dönüşürüz. Fakat bu durum halen yetersiz bir durumdur. Bilgi halen çabasız bir duruma dönüşmemiş, sezgi gerilemiştir. Derken bilmeyi bıraktığımızda ışığın içindeki karanlık yavaş yavaş büyür ve en sonunda, karanlıkla aydınlığın dengelendiği bir durumda, öğrendiğimiz konuda, çabasızlığa ve bilgeliğe ulaşırız. Artık bilgi ve sezgi bütünlenmiş bizi uğraştığımız konuda tam bir insana dönüştürmüştür.

2. Durum: Karanlık ve aydınlık olarak adlandırabileceğimiz gerçeğin ikili doğasındaki ikinci durum, “karanlığın içindeki karanlık”olarak adlandırılabilecek bir durumdur. Bu durum kendini yaşadığımız maddeler dünyasında durağanlık, hastalık, tembellik, sel, depresyon, hüzün, keder, korku, soğukluk, katılık, hoşgörüsüzlük, büzüşme ve küçülme gibi niteliklerle gösterir.

Evrenin ikili doğasının karanlık olarak adlandırılabilecek tarafı, eğer aşırı bir duruma ulaşırsa bu durumda karşımıza temelinde durağanlık ve hareketsizliğin bulunduğu bir çürüme ve bozulma çıkmaya başlar.

Örneğin, dinlenmek iyi bir şeydir ama aşırı dinlenmek kasların atrofiye uğrayarak zarar görmesine neden olur. Dinlenmek isteyen bir insanın yapması gereken şey ılımlı bir ölçüde yorulmak ve ılımlı bir ölçüde dinlenmektir. Bu, gerçekten de hareket ve hareketsizliği bir araya getirerek hem bedenin hem de zihnin rahatlamasını sağlar. Fakat, uzun süre boyunca yatakta kalmak ya da sürekli dinlenme halinde olmaya çalışmak şaşırtıcı bir şekilde dinlenmiş bir duruma değil kendimizi yorgun ve bitkin hissettiğimiz bir duruma yol açar. Çoğu depresyon vakasında bu duruma tanık olurum. Elbette depresyonun bir çok farklı nedeni bulunmakla birlikte pek çok örnekte aşırı hareketsizlik dönemlerinin depresyona neden olduğu ya da depresyonun aşırı hareketsizlik dönemlerine yol açtığı bilinen bir gerçektir. Bu tür durumlarda, kişinin kendini zorlayarak hareket etmesi, dolaşımını hızlandırması, insanlarla görüşmesi, uyku sürelerini 8 saatle sınırlaması ve uyandığında ne kadar yorgun olursa olsun hareket etmesi depresyonun olumsuz etkileninin hafiflemesine yardımcı olmaktadır.

Evrensel kanunlardan bir tanesi bize şunu söyler: “Hareket halinde olan bir nesne hareket etme, duran bir nesne ise durma eğilimindedir.” Bu evrensel kanun uyarınca, eğer zıtlığın bir tarafı içinde zıtlığın diğer tarafından bir parça barındırmazsa aşırı uca ulaşıp kendi kendini yok etme eğiliminde olacaktır. Bu nedenle karanlığın içindeki karanlık durumu, durma eğiliminde olan bir nesnenin durmayı sürdürmesi durumu olarak tanımlanabilir. Termodinamiğin ikinci yasası olan entropi bize, evrende varolan bir nesnenin evren ile birlikte çürüme ve bozulmaya doğru hareket ettiğini anlatır. Termodinamiğin bu yasası, açıkcası eğer bütünlük göz ardı edilirse gerçeği tanımlamakta yetersiz bir yasadır; bunun nedeni bu yasanın zıtlığın tek bir yanını anlatıyor olmasıdır. Bu yasanın tam karşıtında, evrenin içindeki bir nesnenin evren ile birlikte ilerleme ve büyüme eğiliminde olduğunu anlatan bir diğer yasa vardır. Yine de bu iki durum da tek başlarına halen arzu edilebilir durumlar değildir.  
Fakat karanlık ve aydınlık bir kez dengelendi mi bu kez evrende varolan başka bir durum ortaya çıkar. Bu durum fiziğin yakın zamanda keşfettiği kendi kendini düzenleyen organizmalar durumudur. Kendi kendini düzenleyen organizmalar, ışık ile karanlığın uyumlu birliğini yaratarak kendi kendilerini yenileyen ve tekrarlayan süreçler yaratırlar. Örneğin, eliniz kesildiğinde yara eğer entropi kanununa göre hareket ediyor olsaydı bu durumda asla kapanmayacak tam tersine gittikçe daha kötü hale gelecekti. Fakat karanlık ve aydınlığın uyumlu birliği, elimizdeki yaranın kendi kendini onarmasına neden olmaktadır. Aynı şekilde bir kertenkelenin kopan kuyruğu kendini yenilerken de farklı bir kanun uyarınca hareket etmektedir.

Karanlığın içindeki karanlığın büyümesine izin vermek bizi hareketsiz ve durağan bir duruma doğru götürmeye başlar. Bu nedenle sürekli zevk almak, sürekli dinlenmek, çalışmamak, sürekli keyif yapmak, inançlarımıza büyük bir güç ve adanmışlıkla bağlı olmak her ne kadar bize çok hoş durumlar gibi görünse de karanlığın büyümesine neden olmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar. Dini fanatiklerin dünyaya verdiği zararlar bunun en belirgin örneklerindendir.

Zihinsel durumumuz için bile aynı şey geçerlidir. Zihnin sürekli sakin olduğu bir durum bir süre sonra bizi durağanlığa sürükler. Bu nedenle ruhsal öğretilerle ilgilenmeye yeni başlayan insanların karşılaştıkları tuzaklardan bir tanesidir. Bu insanlar sürekli huzur ve sakinlik yaratma çabası içinde kendilerini tehlikeli bir durağanlığa doğru sürüklemektedirler. İlk başlardaki sakinlik hali zamanla yerini durağanlığa ve gerçeğe ulaşmayı engelleyen bir karanlığa bırakmaktadır. Bu durumun en belirgin örneklerinden bir tanesini Bodhidharma’nın öyküsünde bulabilirsiniz.

Budizmi anlatmak için Hindistan’dan Çin’e gelen Bodhidharma, Shaolin tapınağındaki Budist rahiplerin bütün gün meditasyondan başka bir şey yapmadıklarını gördüklerinde, onların miskin miskin oturup sağlıklarını bozduklarını söylemişti. Gerçekten de rahipler, ruhsal aydınlanma çabası içinde sağlıklarını ciddi bir şekilde bozmuşlardı ve tapınaklarda aydınlanmış tek bir insan bile yoktu. Bu sözleri çok eleştirildi ve Bodhidharma’nın Budacı inanışa ters düşerek bedene ve dünyevi takıntılara sahip olduğu iddia edildi. Bunun üzerine  9 yıllık derin bir meditasyon ve araştırma için diğer rahiplerden uzaklaşan Bodhidharma, bedeni hareket ettirecek ama daha da önemlisi rahiplerin içindeki karanlıkta ışığın parlamasını sağlayacak iki çalışma ile geri döndü. Bu çalışmalar, Kas ve Tendonları Değiştirme Çalışması ve İlik ile Beyni Temizleme Çalışması olarak adlandırıldı. İlki bedendeki karanlık ve aydınlığın dengelenmesini sağlarken, ikincisi bu denge durumundan doğan enerji ile aydınlanmaya ulaşılmasına yardımcı oluyordu. Derken, bu çalışmayı uygulayan rahipler aydınlanmaya ve içsel huzura ulaştılar. Bu sayede Shaolin tapınağı uzun yıllar boyunca aydınlanmanın Kabelerinden biri oldu. Fakat yıllar geçip rahipler bir kez daha kendilerini miskinliğe kaptırdıklarında, bu kez karanlık ve aydınlığın dengelenmesinin önemini kavrayan ve esneklikleri ile tanınan Taocular devreye girip Bodhidharma’nın öğretisini sahiplendiler ve onu kaybolmaktan korudular.

3. Durum: Karanlık ve aydınlık olarak adlandırabileceğimiz gerçeğin ikili doğasındaki üçüncü durum, “aydınlığın içindeki karanlık”olarak adlandırılabilecek bir durumdur. Bu durum kendini yaşadığımız maddeler dünyasında canlılık, ışık, erkek, enerji, hareket, neşe, mutluluk, sevgi, esneklik, hoşgörü dolu bir sosyallik gibi niteliklerle gösterir.

Erkek, kendi içinde dişi nitelikleri barındırır. Tek başına eril enerjiden ya da niteliklerden oluşmaz. Eril enerjinin içinde bulunan karanlık ya da dişi enerji erkeği yaratır. Erkek bedeni, eril hormonlarla dişi hormonları uyumlu bir dengede bir arada bulundurur. Bu hormonal denge bir yöne doğru bozulduğunda sorunlar çıkmaya başlar.

Aydınlık, aynı zamanda hareket ve uyanıklılık ile tanımlanabilir. Hareket canlılığı yaratırken beraberinde yıpranmayı da yaratır. Örneğin sağlık kazanmak ya da canlı olmak için koştuğunuzu düşünürseniz, koşunun ilk aşamasında beden yavaş yavaş ısınmaya ve canlanmaya başlayacaktır. Beden belli bir hareket temposuna ve ısıya ulaştığında canlılık en üst seviyeye çıkacaktır. Bu durumda hareketi devam ettirdiğinizde bedenin canlılığı gittikçe artacaktır. Fakat canlılık artarken bir yandan da karanlık büyümeye başlayacak ve bitkinlik kendini gösterecektir. İşte bu noktada eğer bitkinliğe aldırmaz ve hareketi sürdürürsek beden bu kez aydınlığın gücü ya da hareketin aşırılığı nedeniyle yıpranacak ve kendine zarar verecektir. Bu da bize zıtlar arasındaki ilişkinin bir diğer kanununu anlatmaktadır: “Bir zıtlık kendi aşırılığına ulaştığında karşıtına döner.” Koşu örneği bu durumu anlamak için mükemmel bir örnektir. Tahmin edeceğiniz gibi koşmayı aşırı bir seviyeye kadar sürdürürseniz sonuçta hareket edemez hale gelip yere yığılırsınız. Bu, durum dönüşümün hatalı yöntemi olarak adlandırılır.

Yaşadığımız gerçeklikte yaşamın ve sürekliliğin oluşabilmesi için zıtlıkların sürekli olarak birbirini takip etmesi gerekmektedir. Fakat bir zıtlık karşı tarafa geçerken mutlaka kendi içinden bir parçayı beraberinde taşımalıdır. Yani koşarken asla bitkin bir hale gelecek kadar koşmamalı, dinlenirken asla bedenin çürümesine neden olacak bir hareketi başlayacak kadar hareketsiz kalmamalıyız.

Hepiniz uzun süre boyunca kahkahalarla güldüğünüz bir durumu yaşamış olmalısınız. Bu tür durumlar başlangıçta çok eğlencelidir ama bir süre sonra bir tür apati durumuna girer yani duygu gösteremez, duyguyu hissedemez hale gelirsiniz. O nedenle aşırı hareket kendi zıddına dönerek hareketsizliğe neden olacaktır.

Aydınlığın içindeki karanlık durumu bize “ılımlılığı” anlatmaktadır. Uyanık olmak güzel bir durumdur ama uyuma zamanında uyumak gerekir. Yemek yemek zevkli bir deneyimdir ama doyduktan sonra daha oburca yemeye devam etmek bedeni rahatsız edecektir. Seks çok zevklidir; ancak aşırı cinsel ilişki hem bedeni hem de zihni zedeleyecektir. Hem zihnimizde hem de bedenimizde esneklik çok yararlı bir şeydir ama aşırı esneklik sağlam temeller kurmamızı engelleyecektir.

Zen ustalarının dediği gibi: Aydınlanmak; acıkınca yemek yemek; susadığında su içmek; tuvaletin geldiğinde tuvalete gitmektir.

Bu nedenle hareketin durağanlıkla, ışığın karanlıkla dengelenmesi gerekir. Bu olduğunda, ışığın içindeki karanlık, eylemin zararsız bir şekilde gerçekleşmesini sağlayacaktır. Fakat ışığın içindeki karanlığı engelleyen en önemli unsur insanın açgözlülüğüdür. Açgözlülük, zevki artırma çabası ile zevkin zarara neden olmasına yol açacaktır. Bu nedenle de tıpkı hareketsizliğin hareket ile dengelenmesi gibi, hareketin de hareketsizlikle dengelenmesi gerekir. Nerede duracağını bilmek, sürekli hareket etmekten daha bilgecedir.

4. Durum: Karanlık ve aydınlık olarak adlandırabileceğimiz gerçeğin ikili doğasındaki dördüncü durum, “aydınlığın içindeki aydınlık”olarak adlandırılabilecek bir durumdur. Bu durum kendini yaşadığımız maddeler dünyasında huzursuzluk, telaş, kibir, nefret ve öfke, ölçüsüzlük, aşırı şehvet, aşırı sıcak, diğerinin yaşam alanını kısıtlayıcı yayılma, baskıcılık ve gürültü gibi niteliklerle gösterir.

Evrenin ikili doğasının aydınlık olarak adlandırılabilecek tarafı, eğer aşırı bir duruma ulaşırsa bu durumda karşımıza temelinde aşırı hareketin ve ölçüsüz bir genişlemenin neden olduğu yokoluş çıkar.
Ülkeler, sürekli ekonomik büyüme telaşı içindedirler. Her yıl yapılan istatistiklerle ülke ekonomilerinin yüzde kaç büyüdükleri hesaplanır ve bu büyümeye göre ekonomiler kredi notları alır, gelişmiş ülkeler olarak adlandırılmaya başlarlar. Günümüz ekonomisinin temelini denge değil, sürekli büyüme oluşturur. Oysa sürekli büyüme çabası doğal olarak bir bozulmaya neden olur ve sonucunda da kaçınılmaz bir şekilde ekonomik krizlerin yaratılmasını yol açar.

Ateş örneği bu durumu kolayca anlamamızı sağlayacaktır. Ateş, varolabilmek için yakıta ihtiyaç duyar. Belli bir miktar yakıt, belli bir büyüklükteki ateşin belli bir süre yanmasına neden olacaktır. Fakat sürekli büyüyen bir ateş sürekli artan bir yakıt talebine neden olacaktır. Eğer ateşi büyütmek istiyorsak beraberinden yakıtı tüketeceğimiz gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Her insan ve her durum bu yaşama belli bir miktar yakıt ile gelir. Bu yakıtın ne kadar tasarruflu kullanıldığı o yaşamın ateşinin ne kadar uzun ömürlü olacağını belirlemektedir. Bu nedenle ışığın uzun süreli olması için mutlaka ılımlı olması gerekmektedir. Aydınlık ile karanlığın 4 durumunun her biri belli bir erdemin ve erdemsizliğin etkisi altındadır. Aydınlığın içindeki aydınlık durumu, sürekli artan bir varlığı anlatmaktadır. Bu da, aydınlığın içindeki aydınlığın erdemsizliğini açgözlülük, ona çözüm getirecek olan erdemi ise yetingenlik ve tutumluluk yapmaktadır.

Bir şey kullanılmazsa bozulur ama aşırı kullanılırsa tükenir. Eğer hiç zevk almadığımız durağan bir yaşam yaşarsak kendimizi karanlığa hapsederiz ama zevkimizi sürekli artırdığımız bir duruma ulaşmaya çalışırsak da bu durumda kendimizi aşırı ışıkla tüketiriz. Bu nedenle herhangi bir durum, ne kadar arzu edilen bir durum olursa olsun aşırı hale geldiğinde zarar verici olur. Işığın içindeki ışık aşırılık olarak adlandırılan erdemsizliği anlatırken, karanlığın içindeki karanlık yetersizlik olarak adlandırılan erdemsizliği yaratır.

İnsan bedeninde bu durumlar kendilerini farklı şekillerde ifade eder. En basit haliyle karanlığın içindeki karanlık aşırı hareketsizliğe, dolaşım sisteminin durgunlaşmasına, zihhnin durağan ve içe kapanık hale gelmesine neden olan durumlar yaratır. İçe büzüşmenin yaşandığı bu durumda örneğin depresyon, el ve ayaklarda soğuma, varisler, mide ve sindirim sistemi rahatsızlıkları, düşük tansiyon, aşırı kilo alma gibi sağlık sorunları görülebilir. Aydınlığın içindeki aydınlık durumu ise sinir sistemi ve kalp rahatsızlıkları, panik atak, anksiyete krizleri, yüksek tansiyon, sinirlilik, zayıflama gibi sağlık sorunlarına neden olabilir.

Hem sağlığımız, hem mutluluğumuz hem de ruhsal gelişimimiz için aydınlık ile karanlığın uyumlu bir bütünlük içinde bulunması gerekmektedir. Daha önceden de açıkladığım gibi aydınlık ve karanlığın farklı durumlarının her biri kendi doğaları gereği erdemlere sahiptir. Bu erdemler, bizi gerçek bir insana dönüştüren erdemlerdir. Bu erdemleri geliştirmeden, içinde bulunduğumuz durumdan çıkmak pek mümkün değildir. Bu nedenle hem kendimiz hem de içinde yaşadığımız gerçeklik için yapmamız gereken şey gerçek birer insana dönüşmektir.

Yazıların bundan sonraki bölümünde 9 haftalık bir program yardımı ile karanlık ile aydınlığı dengeleyip, doğamızdaki erdemi geliştirerek sağlığa, mutluluğa ve ruhsal gelişime nasıl ulaşabileceğimizi inceleyeceğiiz.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.