Geçmiş, gerçekte var olmayan ancak her saniye sırtımızda taşıdığımız, gittiğimiz her yere yanımızda götürdüğümüz bir yükten başka bir şey değildir. Zaman zaman geçmiş denilen çöp torbasını açar ve içindeki kokuşmuş şeylere bakıp bunların görüntüsü ile midemizi bulandırırız. Oysa buna mecbur değiliz. Çöplerimizi her gittiğimiz yere yanımızda taşımamız gerekmez. Onları ait oldukları yere, doğaya karışıp yok olmaları için bir kenara bırakabiliriz. Çöplerinizi bırakmak size bir zarar vermeyecektir. Onları bıraktığınız için gidip yanlış bir şeyler yapmayacaksınız. Hatta onları yanınızda taşıyıp durduğunuzda yanlış bir şey yapma ihtimaliniz daha bile fazladır.

Ne de olsa kendinizi çöp torbanızdaki çöplerle tanımlayan bir çöpçüsünüzdür ve gittiğiniz yeri kokutmanız son derece doğaldır. Geçmiş yalnızca siz onu zihinsel ve bedensel bir tür çöp torbasının içinde gittiğiniz her yerde yanınızda taşırsanız bir yüktür ve kötü kokusuyla hem sizi hem de sevdiklerinizi rahatsız eder. Niçin kötü kokar? Çünkü geçmişte onları besleyen şeyler artık var olmadığı için çürümüş ve kokuşmaya başlamışlardır da ondan. Bu sebeple artık çöp torbanızı bırakın.

Kendiniz için çöp torbasına tıkıştırıp durduğunuz tüm taraflı anılarınızı, tüm taraflı sıfatlarınızı, iyi de kötü de olsalar bırakın. Kendi kendinizi taşlamayın.

Kazancakis, “Günaha Son Çağrı” adlı romanında, bir düğüne yanında Meryem ile giden İsa’ya, yanında böyle bir kadınla düğüne gelemeyeceğini, bunun Yasa’ya aykırı olduğunu söyleyenlerin yüzüne karşı şu sözleri söyletir: “Yasa benim kalbime aykırı!”

Siz de aynı şeyi haykırın: “Geçmiş benim kalbime aykırı! Geçmiş eylemlerim benim kalbime aykırı! Geçmişten gelen bu tanımlar, bu anılar, bu zorunluluklar, olmak zorunda olduğumu sandığım bu karakter, oynamak zorunda olduğumu sandığım bu davranışlar, bu huylar, bu alışkanlıklar, bu günahlar, bu pişmanlıklar, değişmez bir gelecek yarattığına inandığım geçmişim, endişelenmeme sebep olduğunu sandığım geleceğim…. Hepiniz, hepiniz benim yüreğime aykırısınız! Artık size ihtiyaç duymuyorum. Artık sizi yanımda taşımak istemiyorum. Artık bulunduğum zamanı ve mekanı kokuşturmanızı istemiyorum. Bu sebeple sizi bırakıyorum!”

Eğer siz kendinize ilk taşı atmazsanız, kimse sizi taşlamayacaktır.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.